Bir Alevi gibi düşünen Benveniste
Büyük dilbilimci Emile Benveniste Halep doğumluymuş. Halep kalmadı. Bildiğim tek bir Halep yolu var; o da Suruç’tan ötesine gitmiyor. Adıyaman’ı eskiden nasılmışsa öyle görmeye gücüm yetmiyor artık...
DUVAR - Büyük dilbilimci Emile Benveniste Halep doğumluymuş. Çocukluğumun geçtiği Adıyaman’da, şimdi Adıyaman Lisesi'nin bulunduğu eski Ermeni Mezarlığı'nın yanından akıp giden Ali Paşa Deresi'nin Çırçır Pınarı'na kavuştuğu yerden başlayıp, bahçelerin içinden Fırat’a doğru uzanan yol götürürmüş eskiden Halep’e. Artık izi bile kalmamış olan bu yolun benim çocukluğumda da Halep Yolu olarak çağrıldığını hatırlıyorum. Çırçır Pınarı kör tıpayla kapatılmış şimdi; Ali Paşa Deresi kurutulalı yıllar olmuş. Sivrisinek ve çamur rahatsız edesiymiş insanları. Oysa komşumuzun oğlu Abuzer’le ben şehir çöplüğünden topladığımız parçalarla yapmıştık ilk bisikletlerimizi. Anam iki gün yanıma yakın durmamıştı. Halep Yolu bir kızı ilk öptüğüm yerdir. Öpme dediysem, hızlı bir hareketle yanağından… Sonrası kaçmak tabi; tuhaf bir utanç ve sarhoşluk içerisinde.
KALAN DAİMA BİRAZ ARTAKALANDIR
Bir arkadaşım vardı. Reya Haqq’ın izlerini sürmek üzere Şengal’e, oradan da kadim ateşin peşinden İsfahan’a, İranlıların deyişiyle nesf-e cihan’a (“Esfahān nesf-e- jahān ast”, yani “İsfahan dünyanın yarısıdır”) gitmek üzere planları vardı. Kendisine eşlik edip edemeyeceğimi sorduğunda, “Halep Yolu’ndan başlasak mı yolculuğa?” demiştim. “Ya Baraj?..” diye sormuştu, ben de “Etrafından dolanırız, Bozova’ya kadar, oradan Suruç” demiştim. Fakire bazen soruluyor, “Adıyaman’ın nesini seviyorsun?” diye. “Buralar eskiden nasılmışsa öyle görmekte ısrar ederek” diyorum. Walter Benjamin terbiyesi biraz… Sonra savaş patladı. Eskiden kendi çapımızda komiklikler yapardık, “Orpheus Urfalıymış” diye ve illa ki bir ses gelirdi, “Urfa değil, Riha!” Teorimiz çürümüş olurdu böylelikle. Bu türlü eğlencelerimiz kalmadı; Halep Yolu her bakımdan Suruç’a çıkarıyor artık. İnsana yüklenir yük değil bu. Biz olarak çıkamadık yolculuğumuza. Arkadaşım gitti Şengal’e. Ben gidemedim. Kalan daima biraz artakalandır.
Büyük dilbilimci Emile Benveniste Halepliymiş. Lacan üzerine yazdığım doktora tezim için dilbilim çalışıyorum o sıralarda. Mayıs sonları. Arsemia’nın üst yanındaki uçurumda bacaklarımızı sarkıtarak oturuyor, yeşile kesmiş ovayı seyrediyoruz. Benveniste’ten bahsediyorum biraz. Arkadaşım ilgisiz görünüyor. Rüzgâr diz boyu yükselmiş otları bir denizin suyunu dalgalandırır gibi dalgalandırıyor. “Miyazaki çizmiş sanki burayı” diyorum Miyazaki’yi çok seven arkadaşıma. Gözlerinin içi menevişleniyor. Verdiğim masum rüşvet kabul görüyor; artık Benveniste’ten bahsedebilirim. “Ben adılını bir kaydıraç olarak adlandırıyor” diyorum arkadaşıma. “Bu bana Hegel’in şimdi ve burada kavramlarını hatırlatıyor.”
Bir kaydıraç, yani belirli bir gönderileni olmayan, fakat konuşma edimi içinde, ‘Ben’ diyen kişiyi işaret eden bir şey… “Düşünsene” diyorum arkadaşıma, “Her ‘ben’ dendiğinde bir başka içerik söz konusu oluyor.” “Peki,” diyor, “Şimdi ben desem, biraz zaman geçtikten sonra yine ben desem… Bak aynı benim.” Herakleitos’tan yardım alıyorum: “Hayır, az evvelki sen ile şimdiki sen aynı sen değil!” Konuşan kişi hep aynı ben belirticisiyle kendisine gönderme yapar. Oysa ben’i içeren bu söylem edimi her yinelendiğinde, dinleyen kişi için aynı gibi olsa da söyleyen için, bin defa da yinelense, her defasında yeni bir edim söz konusudur; çünkü konuşan kişinin her defasında zamanda yeni bir ana; farklı bir durum ve söylem örgüsüne girmesini sağlar. “Ne garip,” diyor, “Sen diyorsun, ama bir o’dan söz eder gibi çekimliyorsun. O muyum ben şimdi?”
Evet, O’sun şimdi. Devredip gezerken dar-ı fenayı / Bağdat diyarına vardın mı turnam / Medayin şehrinde Selman'a varıp / Bağdat'ta Kazım'ın kabrini görüp / Baş eğip hem eşiğine yüz sürüp / İkrara bent olup durdun mu turnam?
Her dilde ve her an, konuşan kişi ben’i üstlenir: Ben dilin biçimlerinin dökümünde yalnızca diğerlerine benzer bir sözlüksel birimdir, ancak söylemde yer aldığında dili olanaklı kılan kişinin varlığını söyleme katar. Bir sözcede –açıkça ya da örtük bir biçimde– sen adılını çağrıştıran ve sen’le birlikte o’na karşıt olan ben adılı kullanıldığında, yeni bir insan deneyimi oluşur ve dayanağını oluşturan dilsel aracı ortaya çıkartır.
“Gerçekten de Hegel’in ‘şimdi’ ve ‘burada’ kavramları gibiymiş” diyor. “İçi boş bir tümel, bir evrensel orada duruyor; somut bir içerik edindiğinde de evrensel karakterini kaybediveriyor. Ama ‘ben’ söz konusu olduğunda, birilerinin bu tikelliği evrenselmiş gibi öne sürme tehlikesi var.”
Ben adılının kullanım edimlerinin bir gönderim sınıfı oluşturmadığını belirtir Benveniste; çünkü bu edimlerin özdeş olarak gönderme yapabileceği ve ben olarak tanımlanabilecek bir ‘nesne’ yoktur. Ben ve sen adıllarının gönderme yaptığı gerçeklik yalnızca bir söylem gerçekliğidir. Ben nesnel açıdan tanımlanamaz, yalnızca ‘anlatış tarzı’ terimleriyle tanımlanabilir. Terimin yalnızca konuşma içinde, dil içinde bir anlamı vardır ve dilin sahne aldığı basit gerçeğinden, dilin ‘olay’ından daha fazlasına işaret etmemektedir (birinci şahıs zamirinin doğası, bu nedenle yirminci yüzyıl yazınında bu kadar sorunlu olmuştur).
BEN, TERS ÇEVRİLMİŞ BİR O'DAN BAŞKASI DEĞİLDİR
Hatta Roland Barthes yazmanın, öznelliğin bir anlatımına göndermek şöyle dursun, tersine belirtisel bir simgeyi arı göstergeye dönüştüren edimin ta kendisi olduğunu ileri sürecektir Eleştirel Denemeler’de. Dolayısıyla üçüncü kişi yazın’ın bir hilesi değil, her şeyin öncesindeki kurma edimidir. “Yazmak, O demeye karar vermek (ve bunu yapabilmektir)” der Barthes; çünkü yazarın ‘Ben’ dediği sıradaki ‘Ben’, ikinci dereceden bir O’dan, ters çevrilmiş bir O’dan başka bir şey değildir.
“Bir Alevi gibi düşünüyor Benveniste” diyor arkadaşım. “Nasıl” diyorum? “Şah olsa da benlik gütmez er kişi diyor ya hani Hüdai? Tabi erliğin bilgelik anlamına geldiğini, iktidar biçimimiz erilleştikçe, bilgi-iktidar rejimimiz bu yönde değiştikçe ‘er’deki erdem boyutunun kaybolduğunu, yerini bir tür savaşçı üstünlüğün aldığını unutmamalı.” Ardından Benveniste’in kaydıraç kategorisinden hareketle güçlü bir etik kuramı çıkartılabileceğini söylüyor. “Düşünsene” diyor, “ben orada duruyor ve sen onu üstlenmeden söz üretebiliyorsun. Üstlendiğinde de üstlendiğin şeyin ‘bir ben’ olduğunu biliyorsun. İkili bir sorumluluk alanı açıyor bu: Hem söylediğinden sorumlusun hem de kendinden.” “Bak, sen de bir o’dan söz eder gibi söz etmeye başladın ben’den” diyorum, söylenen sözün öznesi ile sözü söyleyen özne arasındaki ayrım üzerine düşünerek.
Büyük dilbilimci Emile Benveniste Halep doğumluymuş. Halep kalmadı. Bildiğim tek bir Halep yolu var; o da Suruç’tan ötesine gitmiyor. Adıyaman’ı eskiden nasılmışsa öyle görmeye gücüm yetmiyor artık. Arkadaşım Reya Haqq’ın izlerini sürerken Hakka yürüdü. Devr-i daim olsun.