Kaybedenler nasıl kaybetti?
Aslında hepimiz çok derinlerimizdeki bir tür aşağılanmışlık duyumuna geliştirdiğimiz yanıtlardan ibaret varlıklarız. Yani ‘kendimiz’ dediğimiz şey, bu türlü bir yanıttan ibarettir; çünkü ‘ben’ en nihayetinde ‘sen’ ve ‘o’ya karşıtlığı ya da bu ikisinden ayrımı aracılığıyla kurulabilir bir şeydir. Ya da biraz daha açmak kaydıyla ve daha edebi bir ifadeyle söylenirse, “Ben bir başkasıdır.” Rimbaud’nun ünlü dizesi…
DUVAR - Rimbaud’nun şiirsel dehası “ben bir başkasıdır" sözleriyle tam olarak ne kast etmiştir ya da bununla tam olarak bir şey kast etmiş midir, bilmemin imkânı yok. Fakat bu ifadeyi teorinin bağlama kaydırdığımızda; Ben’in bir başkası olması olgusu ancak insanın mimetik bir varlık oluşuyla açıklanabilir. İnsan bir taklit varlığıdır ve taklit yoluyla insanlaşır. Modern bireyin biriciklik arzusu ve iddiası açısından yıkıcı bir önerme olduğu için pek çok insanın bunu kabule yanaşmayacağının elbette farkındayım. Fakat kendimizden yaşça küçük, kendilerine hayatı tanıtabilir olduğumuza inandığımız insanlarla ilişkilerimizi gözden geçirirsek, derinden derine onlara “Beni taklit et” demekte olduğumuzu fark ederiz. İşte hepimize söylendi bu derinden derine; tıpkı bizim de şu an söylemekte olduğumuz gibi. Her çocuk toplumun her yanından gelen “Beni taklit et” buyruğunun baskısı altında büyür. Örneğin Bizans’ta oyunun tükenmemesinin nedeni budur. Her kuşak bir sonrakine akıtır zehrini. Duygu envanterlerinin sürekliliğini kuran şey taklit mekanizmasıdır.
Bu taklit mekanizmasının yerleştiği bir psişik uzam da bulunmaktadır. Lacan’ın ünlü ‘ayna evresi’ kavramsallaştırması… Bu kavramsallaştırmaya göre insan kendi bütünlüğünü ancak imgesel olarak ve kendisinin dışında deneyimleyebilen bir varlıktır. Lacan, ayna evresini, bir çocuğun kendi imgesini tanıyabilir olduğu dönemde, çocuğun kendisi olmayan imgesiyle ilgili olarak “Bu benim” biçiminde yargılar vererek, kendisini dışlaştırmak yoluyla kavramaya başlayışı olarak yerleştirir.
Ayna evresinin dinamiği, Ben’in, kendi imgesiyle özdeşleşmesi içinde ve bu özdeşleşme aracılığıyla varlık bulduğunu göstermektedir. Bu imge, Ben’in bizzat kendi imgesi olduğu için de bu özdeşleşme narsistik niteliklidir. Narsistik özdeşleşme, çocuğu, henüz motor koordinasyon becerileri gelişmemişken, kendisini bir bütünlük olarak kavramasına olanak tanıyan bir konuma yerleştirir. Çocuk henüz neyin kendi bedenine ait olduğunu ve neyin olmadığını bilmediği bir durum içinde, kendi imgesi aracılığıyla, henüz mevcut olmayan bir bütünlük deneyimi yaşar. Bu imgeyle özdeşleşmek suretiyle, kendi bedeni üzerinde bir nebze denetim duygusunu tadar.
Ayna evresi, özne ile öteki arasında, öznenin kronolojik olarak daha sonraki imgesel özdeşleşmelerinin tamamı için bir model işlevi gören yapısal bir psişik diyalektik tesis eder: Ben, bu özdeşleşmelerin belirli bir andaki toplamından öte bir şey değildir. Öznenin psişik yaşamındaki farklı hayati anlara tekabül eden yeni imgesel özdeşleşmelerin sürekliliği aracılığıyla, ayna evresi deneyimi, diğer insanlarla kurulan imgesel ilişkilere bağlı olarak bir insanın varoluşunda belirsiz bir biçimde sürekli tekrarlanır.
İnsan, ayna evresinde her şeyden önce bir ‘Ben’ serabının, bir ‘kendilik imgesinin’ peşine düşerek, kendisiyle sürgit bir uyumsuzluk içerisinde kurulmaktadır. İnsanın, çıplak doğasıyla bir ilişkinin arayışına girebilmesi için her şeyden önce bu doğa ile arasına bir mesafenin girmesi gerekmektedir. İnsan ancak bu yabancılaşmasıyla insan olur; çıplak doğasını geride bırakarak bir insanî dünyanın bir parçası durumuna gelebilmesi, bu türlü bir yabancılaşmayla mümkündür. Ayna evresi, basitçe bireyin tarihinde bir çağ değil, içinde insan öznesinin savaşının sürekli devam ettiği bir veçhe, bir durumdur.
İMGESEL DÜZEYDE ÖZGÜRLÜK
Eğer Lacancı teori doğruysa, insan, derinden derine, bir imgeyi taklit ederek kendisi olabiliyor demektir bu. Bu imge, kişinin ideal benini oluşturur. Ve elbette yine derinlerde bir yerde, kişinin bu imgeyle yeterince uyum içinde olup olmadığını ölçen, onaylayan ya da azarlayan bir başka öğe daha olmalıdır. İşte psikanalizle uğraşan teorisyenlerin “büyük ötekinin gözüne girmeye çalışmak” derken kast ettikleri durum bu başka öğeyle ilgili bir durumdur. Ve işte Kaybedenler Kulübü üyelerinin ‘büyük başarısı’ da bu ötekinin temsiliyetini ele geçirmiş olmalarıdır; en azından belirli bir ilişkiler ağı içerisinde. Ama unutmamak gerekiyor ki kendilerinin kurduğu bir ağ bu ve aynı zamanda bir balık ağı, bir kuş ağı, bir tuzak.
Bu tuzak gücünü orta yerde olmasından alıyor. Daha doğrusu orta yerde bulunmasına rağmen kamusal nitelik taşımamasından alıyor. Olabilecek en büyük sahtekârlıktır bu; çünkü bütün kaybetmişlik iddialarına karşın, pek çok imkânla kamunun ortasına konulan bir şey var; fakat bu şey kamunun orta yerinde durduğu halde onu oraya koyanlar hiçbir kamusal sorumluluk taşımıyor.
Buradaki ‘gizli öteki’ çarpıtılmış, tahrif edilmiş bir özgürlük tahayyülü. Özellikle tahayyül diyorum, çünkü gerçekte kavramsallaştırılmış bir ‘özgürlük’ yok ortada; imgesel düzeyde bir özgürlük söz konusu. Ve tam da bu nedenle siyasallaşması asla mümkün olmayan bir özgürlük tahayyülü bu. Ya da Ranciere’in çağdaş yönetim stratejilerine ilişkin saptamasıyla -siyasetin siyasetten boşaltılması, bizzat siyasetin siyaset-dışı kılınması- bir analoji kurarsak, bizzat özgürlüğü boşaltılmış bir özgürlük tahayyülüdür bu: Görünür ve işitilir olmak, ama kamusal bir nitelik taşımamak, orta yerde durmak, ama erişim tekelini elinde tutmak.
KAYBEDENLER KULÜBÜ ÜYELERİYLE DÖVÜŞÜP KAZANMANIZ İMKANSIZ
Tuzağa düşmek için temas etmek yeterli. Temas ettiğiniz anda kendi arzunuzla orada olduğunuz duygusuna oynayacaklardır sürekli. Kaybedenler kulübü üyeleriyle dövüşüp de kazanmanıza olanak yoktur (ya da metaforik dövüşü bırakıp gerçek bir dövüşe dönüştürmek zorundasınızdır bunu); çünkü onları hiçbir şeyden sorumlu kılma olanağınız bulunmamaktadır. Sorumluluk yokluğu, özgürlük kavrayışının muhayyel olduğunu bir kere daha ortaya koymaktadır; çünkü sorumluluk yoksa ortada bir özne de yok demektir ve bir özne yoksa zaten özgürlük diye bir sorun da söz konusu olamaz. Ayrıca bir öznenin yokluğu, zaten daha baştan sizi muhatapsız bırakmış durumdadır. Dövüşemezsiniz, tartışamazsınız ve yanı sıra, değersiz hissettirme ustalarıdırlar. Ya boyun eğeceksinizdir, ya da onların diliyle s.ktirip gideceksinizdir. Yani aslında her iki durumda da onlar kazanmaktadır.
Peki bu döngü içerisinde nasıl olup da bir kaybetme anlatısı üretebilmektedirler? Anlatı dediğimiz şey, en nihayetinde bireyin bir epos’u olarak, yani bireyin öyle ya da böyle epik bir figür biçiminde belirmesini sağlayan bir hikaye olarak ortaya çıkıyorsa, bir örnekle, kaybedenlerin kimliklerinin merkezinde duran ama tam da bu nedenle başlarından def etmeye çalıştıkları Doğulu öğeyi ortaya koyalım: Nasıl ki bir Müslüman’ın komşusu açken tok yatabilmesini sağlayan şey tam da bunun aksini dile getiren ifadedir, bu durumda da aynı şey geçerlidir.
Simgesel yönelimler farklılaşsa bile, karşımızda duran figürün öznellik yapıları Doğuludur; camera lucida’ya hakkıyla bir bakışın ortaya koyacağı ilk olgu da zaten bu olacaktır. İnsan, sürekli kendi ben’ini öne sürmek şöyle dursun, aksine yazarın asli gücünün ‘ben’i askıya alabilmesinde yattığını söyleyen Roland Barthes’tan uzak dursaymışlar keşke demekten de kendini alamıyor.
Bir sonraki yazıda filmin iç hikayesine gireceğim; kaybedenlerin insanları bir tür suçluluk duygusuna sürükleyerek yönetmekte olduklarını ortaya koymak amacıyla.