Modern mitler

Deleuze kabaca üç dönem saptıyor ve bunların her birinin bir diğerindeki öğeleri önce yersiz-yurtsuzlaştırıp sonra da yerli yurtlu kıldığını öne sürüyordu: Vahşi dönem, emperyal yayılmacı barbar dönem ve kapitalizm. Vahşi toplumun ilkel yurtsal makinesi; barbar toplumun emperyal despotik makinesi ve uygar toplumun kapitalist içkin makinesi…

Google Haberlere Abone ol

DUVAR - Ölümü icat ettiği söylenen mitler, gerçekte ölümü icat etmezler, ama başlangıçta iç içe geçmiş olan ölümle yaşamı net olarak ayırırlar. Bunun anlamı, ölüm olmadan yaşamanın imkânsız olduğudur. Çünkü yaşamın mümkün olmasını sağlayacak sınırı ölüm sunar ve ölümü icat ettiği ileri sürülen mitlerin işlevi de gerçekte ölüm ile yaşam arasında sembolik bir sınır tesis etmektir. ‘Mit’ dediysem, öyle tarih öncesi dönemlere kadar gitmeye gerek yok; bilimin ve rasyonalitenin modern dünyada mitleri dağıtmış olduğu iddiasının kendisi de hepimizi kuşatan bir mit durumundadır. Fakat belki modern mitlerin ayırt edici özelliği, çeşitli krizlere geliştirilmiş yanıtlar olmaları bakımından tam da bu krizlerle damgalanmış olmalarıdır. Bu bakımdan, modern mitlerin kimliğini kuran öğenin tam da başlarından savmak için uğraş verdikleri şey olduğunu söylemek mümkün – doğrusu, bir örnek, bunun ille de modern olmak zorunda olmadığını da koyuyor önüme: İslami söylemin oluşumu ve tarihsel gelişimi. İki öğeyi sürekli başından def etmeye çalışmış/çalışıyor bu söylem: Biri Yahudi anlatısı, diğeri bir tür paganlık. İşaret etmekle yetineyim; başka bir yazının konusu olarak dursun.

Gilles Deleuze

Sürekli def edilmeye çalışılan öğe, aslında krizin de süreklilik arz ettiğini gösteriyor. Gilles Deleuze’ün arzu teorisini izlersek, kapitalizme özgü ve içkin bir mekanizma bu (zaten kapitalizm ve modernlik el ele, kol kola yükseldi). Deleuze kabaca üç dönem saptıyor ve bunların her birinin bir diğerindeki öğeleri önce yersiz-yurtsuzlaştırıp sonra da yerli yurtlu kıldığını öne sürüyordu: Vahşi dönem, emperyal yayılmacı barbar dönem ve kapitalizm. Vahşi toplumun ilkel yurtsal makinesi; barbar toplumun emperyal despotik makinesi ve uygar toplumun kapitalist içkin makinesi…

Despotik devlet ilkel toplumu ‘kapar’ ve Deleuze’ün ‘akışlar’ adını verdiği şey, yalnızca despotun bedeninde yeniden yerli-yurtlu kılınmak için yeryüzünün gövdesinden koparılır. Bu ilk büyük yersiz-yurtsuzlaştırma hareketinde, eski anlam, inanç ve organizasyon sistemleri kalırlar, fakat yeni, aşkın bir yasaya tabi hale gelirler. Ya da başka bir ifadeyle, öğeler aynen durmakta, fakat dağılımları ve ilişkileri değişmektedir. Nesneler, organlar, kişiler ve gruplar kendi içsel kodlanışlarının en azından bir kısmını muhafaza ederler, fakat önceki rejimin [vahşi, yerli-yurtlu] bu kodlanmış akışları, şimdi, artık değeri kendine mal eden aşkın bir birlik [yani despotik devlet] tarafından yeniden kodlanırlar.

Yersiz-yurtsuzlaştırmanın ikinci büyük hareketi, emperyal-despotik makineden uygarlaşmış-kapitalist makineye yönelik harekettir. Bu ikinci uğrak, kendisini en çok topraklardan koparılarak proleterleştirilen insanları yersiz-yurtsuzlaştırır. Fakat bunun ardından bir tür üst kodlama gelişmez. Her şeyi kendi yasasına tabi kılan despotik bir devlet yoktur ortada. Kapitalist devletin hiçbir aşkın statüsü yoktur; bu devlet kodları çözülmüş akışların bir düzenleyicisi olarak işler. Bu devlet artık bir toplumsal sistemi belirlememekte, bizzat kendisi, kendi işlevlerinin uygulanışı düzeyinde iç içe geçmiş olduğu toplumsal sistem tarafından belirlenmektedir.

KAPİTALİZMİN KODLARI DEĞİL, AKSİYOMATİĞİ VARDIR

Kapitalizme damgasını vuran şey, kodların çözülmesidir; o güne kadar var olmuş bütün inançları ve imanları tahrip eder kapitalizm. Marx ile Engels’in, bütün sabit, uzun zamandır donup kalmış durumdaki ilişkilerin, kadim ve saygıdeğer kabul edilen önyargıların ve kanıların süpürülmesi diye işaret ettikleri durum… “Bunların yerine yeni oluşan her şey katılaşamadan buharlaşıyor” diyorlardı. Özel mülkiyet, zenginliğin büyümesi, sınıfların yükselişi, metaların üretimi… Bütün bunlar Deleuze’e göre kodların çöküşüne işaret etmektedir. Toplumsalı kuran şeyin üzerine dökülen, onu bir uçtan diğerine kat eden, artık kodları çözülmüş olan akışlar…

Deleuze’e göre, kapitalizmin kodları değil, aksiyomatiği vardır. Aşkın kodlamalar yapan kadim imparatorlukların aksine kapitalizm, (paranın, emeğin, ürünlerin) kodu çözülmüş akışlarının içkin bir aksiyomatiği olarak işler. Kapitalist aksiyomatik inanç olmaksızın çalışır. Bu bakımdan Deleuze’ün saptaması Marx’ın meta fetişizmine ilişkin çözümlemesine yakındır: Bir aksiyomatik fikirlere ya da kanılara dayanmayan ve bu nedenle de temelinde yanılsama ya da mistifikasyonun olmadığı bir eyleme tarzını dayatır. Yani –mış gibi yapmak yeterlidir. Örneğin Müslümanmış gibi yaparsınız; ülkenizi savunuyormuş gibi yaparsınız. Eh, Türkiye’de zaten tanık olduğumuz üzere, bu –mış gibi yapma hali öylesine devasa bir gösteriye dönüşür ki bazen, bırakın sosyal medyadaki anonim ve sorumsuz söz üretimini, parlamentodaki konuşmalar bile böğürtüye dönüşür.

Çünkü paranın mantığının gerçekte kolektif inanç ya da anlam sistemlerine gereksinimi yoktur: Akışların niteliğine ilgisizdir. Para evrensel standarttır: Önemli olan artı değerin ve kârın üretilmesidir. Yani Yeni Sağ’ın teori ve pratikleri tatsız bir anomali ya da öngörülememiş bir aşırılaşma değildir: Neo-liberalizm ile neo-muhafazakarlığın iç içe geçmesi, en net ve en saf haliyle kapitalizmin ritmini takip etmektedir. “Bu, tuhaf bir sofuluğun eşlik ettiği bir sinizm çağıdır” diyor Deleuze ile Guattari.

Yani zenginlik ile sermayenin muazzam bir yersiz-yurtsuzlaştırılması ve aile, ulus-devlet, geleneksel ahlaki değerler vb. üzerinde yükselen eşzamanlı bir yerli-yurtlu kılma edimi… Yani kapitalizmin her yersiz-yurtsulaştırıcı edimini, bir yeniden yerli-yurtlu kılma edimi izler. Yani kapitalizm, daimi bir krizle var olur, bu krize karşı daima geliştirilen bir yanıt olarak var olur.

İşte bu kriz halinin süreklileşmesine eşlik eden anlatılar olarak modern mitler de bundan paylarını aldıkları için çeşitli krizlere geliştirilmiş yanıtlar durumundadırlar. Bir öznenin, özne olmak bakımından kendi içkin krizine karşı geliştirdiği anlatılar da bu minvalde okunmalıdır. Çünkü eğer Deleuze haklıysa, yani kapitalizm bir aksiyomatik durumundaysa, bu onun din ya da politik yanılsamalar tarafından perdelenmeye de gereksiniminin olmadığı anlamına gelir. O halde Türkiye’nin üzerine çökmüş bu karabasanı nasıl okumak gerekir?

Gilles Deleuze Felsefede Bir Çıraklık, Michael Hardt, 216 syf., Otonom Yayınları, 2012.

İlginç bir buluşmanın gerçekleştiğini ileri süreceğim. Neredeyse bütün teolojik kavramları ticari metaforlar durumunda olan bir dinsel söylem ile her şeyi önce metanın ve ardından da paranın mantığına indirgeyen kapitalist aksiyomatiğin bir buluşması, iç içe geçmesi. Bu minval üzere gerçek bir sistem dışı karşıtlığın ne dinsel söylem içinden, ne de dinin olumsuzlanmasıyla oluşturulabileceği kanısındayım kendi adıma. Çünkü Sistem dışı farklılık sistemin hakikatini, göreliliğini, kırılganlığını, ölümlülüğünü açığa çıkarır. Ve elbette ölümlülüğü açığa çıkanın doğarlığı da açığa çıkar. Doğum anı mitlerle bezenmişse, mitlerin oluşturduğu fantezi evreni ve dolayısıyla o topluluğun öznellik biçimleri, yani tekbenci aynılığı veya Kant'ın ifadelerine başvurulursa, o topluluktaki bireylerin toplumdışı toplumsallıkları tehdit altında demektir.

Çünkü söz konusu mitler, son derece başarılı olmuş şiddet edimlerinin çarpıtılmış yansımalarından başka bir şey değillerdir. Bu yansıma, en açık haliyle, Ermenilere dönük kolektif nefrette ve nefret hafızasında açığa vuruyor kendisini ve Türkiye'deki şu tuhaf 'imansız' din ile kültür, kendi varlığını idame ettirebilmek için bu şiddeti sürekli gizlemek zorunda. Paradoksal bir biçimde, bu kurucu şiddeti gizlemek için şiddet kullanması da gerekebiliyor, hatta zaten ancak şiddetle gizleyebiliyor bunu. Çünkü ayrımlarını yitirerek silinme eğilimine giren şey elbette daima bir kültürdür, fakat ortada sahih bir kültür yoksa, kuşkusuz kendi ayrımsızlığını gizlemenin telaşına düşecektir.

Kürdistan'daki kıyımları neredeyse oybirliğine dayalı kolektif bir kıyım kılan da budur. 1915'te ve 1938'de olduğu gibi bugün de operasyon denilen şeyin anlamı bu krizin sorumluluğunu kurbanların üzerine atmak ve sözü edilen kurbanları ortadan kaldırarak ya da en azından onları kirlettikleri topluluktan dışlayarak bu kriz üzerinde etkide bulunmaktır. Hiç kuşku yok ki topluluğu kirletenin bedeni de -bu beden ister canlı olsun, ister cansız- kirlidir. Bunun en yakın örneklerinden biri Hatun Tuğluk’un cenazesinin başına gelenlerdir.

Kapitalist aksiyomatik ve –mış gibi yapmanın özneleri… Şekilsiz, ahlaksız, bütün sorumluluk hatları kesintiye uğratılmış bir güruh (o pek sevdikleri sözcükle) yaratmayı başardılar. Bu yığının akışı, krizin de iyice ayyuka çıkmış olması nedeniyle, yerleşik otorite filan tanımıyor. Bu güruhun serbest bırakılmış akışları, sadece baskın çıkmakla kalmıyor, aynı zamanda, görünüşte en sarsılmaz yetkililerin bile gelip eridikleri bir tür pota halini alıyor (bu son cümlede aklımdan geçenin CHP olduğunu da açıkça belirtmeliyim). Bu kaynaşma süreci, kutsallık aracılığıyla yetkililerin yeni bir kalıba dökülmesine neden oluyor. İşte buradaki ele avuca gelmez yıvış yıvış kutsalı üreten şey cenazelerdir, bir zamandır.