Oda karışık ama şiirler sarih

Arkadaş Z Özger ödülünü aldığı dosyasını oluşturan şiirlerin bir araya getirildiği ilk kitabı “Yaraya Tutulan Ayna” 2010 yılında Mayıs Yayınları’ndan çıkan Gökhan Arslan’ın son kitabı “Bozuk Oda” oldu. Arslan’ın kitabı okurla Yitik Ülke yayınevi etiketiyle buluştu. Şairi tanımak için elbette en iyi kaynak şiirleridir...

Google Haberlere Abone ol

Zaman zaman farklı kaynaklar şairle ilgili çarpıcı açıklamalar sağlayabilir. İkinci kitabı “Babam Beni Niye Öldürdü”nün yayımlanmasından sonra Gökhan Arslan’la yapılan söyleşide de çarpıcı bilgiler yer alıyor. Söyleşide dile getirilen düşünce ve görüşler aracılığıyla Arslan’ı biraz daha yakından tanıyoruz. Önemli bir başka katkısı daha oluyor söyleşinin. Okur olarak bizler, şairin dile getirdiklerinin ışığında şiirlerine bir adım daha yaklaşıyoruz.

İnternette okuryazar.tv sitesinde yer alan söyleşinin özellikle altını çizdiğim bir bölümünü aktarmak istiyorum: “Şiirle ilk karşılaştığımda ilkokul öğrencisiydim. Babamın 12 Eylül cehenneminden elinde kalan iki kitabı vardı sadece. Biri Nâzım Hikmet’in ‘Kuvâyi Milliye Destan’ı, diğeri de Cemal Süreya’nın ‘Beni Öp Sonra Doğur Beni’ kitabı. Babam bu kitapları karıştırdığımı görünce, her cuma günü beni ilçe pazarına götürüp; kitaplar almaya başladı.

Bir de pazarcılık yaptığımız dönemlerde, köyden Eşrefpaşa Pazarı’na gelirdik ve babam bir ara ortadan kaybolup birkaç saat sonra koltuğunun altında kitaplarla gelirdi. Küçük olduğum için beni fazla zorlayan şiirlerle karşılaşmadım başta. Cahit Külebi, Ceyhun Atuf Kansu, Ahmed Arif, Hasan Hüseyin… Yani biraz da babamın yetiştiği gelenekten seslenen şiirler. Doğal olarak böyle bir ortamda yetişince, şiirle bu kadar içli dışlı olunca ve yönlendirilince, ister istemez yazma isteği duyuyorsun.” Söyleşide değinilen ve şairin geçmiş kaynakları ve şiirle kurduğu temasın hangi ortamda nasıl gerçekleştiğine ilişkin verdiği bilgiler önemli. Çünkü hiçbir şair, şiirin eşiğinden geçip ilerlerken attığı ilk adımın etkisinin kurucu özelliğini, istese bile tümüyle silip atamaz. Gökhan Arslan’ın dördüncü kitabında da bu ilk adımın etkilerinin sürdüğünü gözlemliyoruz…

Babam Beni Niye Öldürdü? / Gökhan Arslan / syf. 70 / Yeniyazı Yayınları

Hep yaptığımı yaparak okumaya ve okuduklarıma yönelik sorular sormaya kitabın adından başlıyorum yine. İlk sorum kitabın adı “Bozuk Oda” değil de “dağınık oda” olsa ne değişirdi ya da bu isim ne değiştirmiş oldu. Böyle bir soru için ilk yapılması gerekeni yaparak sözlükte “bozuk” sözcüğünün anlamına baktım. “Bozuk” sıfatının (bir de isim olarak bozuk var; ‘bozuk saat’te olduğu gibi) Türk Dil Kurumu’nun sözlüğündeki dördüncü anlamının karşılığı “karışık”tı. Tamlamayı “karışık oda” olarak yeniden okudum. Böylece şiirlerle çıkacağım yolcukta, yol boyu gereksineceğim ilk ışığın önüme düştüğünü söyleyebilirim. Şairin kitabının adını oluştururken sözcük seçimi için gösterdiği titizlik dikkat çekiciydi. Öyleyse bunu daha baştan olumlu bir not olarak kaydetmek gerekti. Çünkü bu tutum, şiirin üretim sürecindeki şairin işçilikle ilgili çabasını ve emeğini de gözler önüne seriyor.

“Bozuk Oda” iki bölümden oluşuyor. Adorno’nun Türkçeye çevrilen bir kitabının da adı olan “Rüya Kayıtları”, birinci bölümün başlığı. Bu bölümde düşlerde yaşayan ve “hiç kişilik” olan bir aşk anlatısı var. Düşsel bir aşk ve onun şiirle anlatımı. Aynı zamanda elbette bu anlatıya uygun bir dil, biçim ve biçem. Ama zaten şairin işi bu.

Konusuna, izleğine, temasına uygun dili, sözcükleri, biçimi, biçemi oluşturmak. Gökhan Arslan’ın kitabında sözünü ettiğimiz bölümdeki şiirlerle ilgili bu açıdan bir sıkıntı söz konusu değil. Düşsel bir sevgili yaratıp onunla konuşmalarını aktaracağı dili, sözcükleri, biçimi, biçemi gayet güzel oluşturmuş. Ayrıca yapıtın muhtevasını oluşturan düşsel sevgiliyle konuşmalarını ve her aşka dahil olan ayrılık temasını da aynı şekilde hem şiire hem de şiirle işlemiş…

Üstelik tüm bunları yaparken zaman dışına da, yaşam dışına da kayıp savrulmamış. Şiirlerden hem bireysel, hem sosyal yaşantıya ilişkin deneyimlerini, gözlemlerini, tanıklığını, hayata ve hayatın ürettiği kültürel değerlere yönelik eleştirelliğini de okuyoruz. Bu bağlamda “Kavala’da Bir Ev” başlıklı şiirin tamamını alıntılamak isterdim. Ancak bir bölümünü aktarabiliyorum:

geniş yataklarda daracık bir uykuydun

tozla aşınmış rüya, tuzla yıkanmış yara

güneşte sararmış çarşaflara işledim

yürürken ayağına takılan geceyi

zaman dediğin dar bir elbise

geçip giden yazlardan ve hazlardan örülmüş

kim bilir kaç defa görülmüş bir rüya

Şiirin bu bölümü de yeterli olabilirdi, ancak nedense aynı şiirin bir başka betiği olan şu bölümü de aktarmazsam söylediklerim eksik kalacakmış gibi bir hisse kapıldım. O nedenle bu dizeleri de birlikte okuyalım istiyorum:

bir ev olsaydın sen, akşamları kıyıya inen bir şehirde

o evde bir oda olmak yeterdi bana

odanda bir eşya, eşyanda bir toz zerresi

bir gül deseni, açık pencereden savrulan perdeden düşen

mutfakta çatal bıçak sesi olsam yeterdi bana

pijamandaki denize karışan bir yağ lekesi

Aşk olur da erotizm olmaz mı? Şairin düşsel aşkını ve düşünde yaşattığı sevgiliye yönelik duygu ve düşüncelerini erotik bir dille aktardığını, bunun da şiirlerin bir başka önemli özelliği olduğunu belirtelim. Kitabın ilk bölümünde cinselliğin, cinsel hazzın estetize edilerek sere serpe bir dille ifadesine tanık oluyoruz. Arslan okura cesurca, Türkçenin adeta erotik yönünün sergilendiği ve erotizmi ifade gücünün test edildiği dizeler, şiirlerle bir “şölen” sunuyor.

bezelye ayıklar gibi soydum seni, yasemin sabunuyla yıkadım.

dünyayı taşır gibi taşıdım kucağımda.

fırtınanın bağışladığı şarkılarla örttüm üstünü

karşımda dalgalanan beyaz deniz, uzanıyorum yanına.

“sonludur aşk da” demişti ya biri, karışıyorum toprağa.

Bozuk Oda / Gökhan Arslan / Yitik Ülke Yayınları / syf. 92 / 2017

“Bozuk Oda”nın ilk bölümüyle ilgili şöyle bir kanı da oluşuyor: Şairin yaz tatilini geçirdiği bir sahil kasabasında oluşturduğu bir “yaz kitabı” bu. Ayrıca kitabı oluşturan şiirler de bir yaz rüyası aşkını konu ediniyor. Bu izlenimden yola çıkarak iki binli yıllarda adını duyuran genç kuşak içinde Gökhan Arslan için dışavurumcu bir şair olduğu tespitini yapabiliriz. Kitabın sözünü ettiğimiz ilk bölümüyle ilgili dikkat çeken ve düşündüren bir noktanın daha altını çizelim. Arslan mı erotizmi şiirinin, dilinin olanaklarını genişletmek, zenginleştirmek için bu yolu deniyor, yoksa şiir mi, şiirinin malzemesi mi onu bu deneyime yöneltiyor? Bu soruları da yanıtlayan dizeler, şiirler mevcut kitapta. Paylaşacağım kısa bölümün de bu nitelikte olduğunu düşünüyorum:

denize tuz götüren kervanların vardı senin

siyah tanrılar için terleyen beyaz atların

insan nasıl incelirse yaralı bir kirazı ısırırken

nasıl durgun suda alabora olursa kimsesiz akşamlar

kabuğunu sessizce döken bir ceviz sandık gibi

usulca dökerdin taşlarla parlattığın kederini

ayağında kopmuş sandaletiyle üzgün bir yaz

ve azıcık enkaz, yarım bir hazdan kalan

Buraya kadar söylediklerimizden sonra nereye varabiliriz. Belki şuraya: “Bozuk Oda”nın ilk bölümde yer alan şiirlerin neyi, niçin sorun edindiğinin yanı sıra şairin bir kıyı kasabasında, bir düşsel aşk ve onun nesnesi olan sevgiliyle konuşmalarının da bir nedeni olmalı. Peki kitabın bu soruya bir karşılığı var mı? Aşk karşılıksız, ama şiirlere, kitaba yöneltilen sorular karşılıksız değil. Kitabın bu bölümündeki şiirlerle ilgili soruları şimdiye kadar karşılıksız bırakmadığını gördük. Zamanla; yaşama tarzından, günlük yaşantının temposundan, dünyanın halinden, çağın ruhundan kaynaklanan bazı yıkımlar insani değerlere de yansıyor. Savaşların, kıyımların, katliamların, yıkımların insani değerlerimizde de büyük kayıplara neden olduğunu söyleyebiliriz. Bu durumdan elbette duygularımız, duyarlılıklarımız da etkileniyor. Yıpranıyoruz, yoruluyoruz, bıkıyoruz, kaybediyoruz. Eksikliklerin, azalanların belki farkındayız, ama çaresiziz.

Belki de hiç ayırımında bile değiliz yaşamımızda olup biten tükenişin. İnsanı insan yapan özelliklerin en değerlisi olan aşk da, aşkla ilgili duyarlılıklar da, tutku da gitgide cehenneme dönüşen hayat karşısındaki insani tükenişten nasibini alıyor elbette. Gökhan Arslan öyle anlaşılıyor ki yarattığı düşsel aşk ve sevgiliyle, onunla ilişkisini ifade ettiği erotik dille bu sorunsala çekmek istiyor okurun dikkatini. Çünkü yaşamımızdan eksilenlerin, tükenenlerin, yitirdiklerimizin aslında duyarlılıklarımızda büyük bir aşınmaya neden olduğunu fark edelim istiyor. Arslan, ilk bölümde aşkı idealize de ederek, ama ideal aşkın ancak düşlerde olabileceğini söylemese bile sezdirerek, yok oluşuna tanıklık ettiğimiz duyarlılıklarımızın; esasında en temel insani değerlerimiz olduğunu anımsatmak gibi bir amaca yönelmiş.

Elias Kanetti’nin “Son hazırlıklarını yapmıyor. Ölüme bu onuru vermiyor” sözüne yer verilen kitabın ikinci bölümü “Bir Hastalık Olarak Metafor” başlığını taşıyor. Bilenlerin fark edeceği gibi bu söz aslında Susan Sontag’ın Türkçede yayımlanan kitabının, “Bir Metafor Olarak Hastalık” adının değiştirilerek yeniden yazılmış hali. Arslan bunu başka yerlerde, şiirlerde de yapıyor. Zaman zaman yeni anlamlar, şiirsel söyleyişler elde etmek için başvurduğu bir yöntem bu… Var olan bir sözel dizgeyi yapıbozuma uğratarak yeni anlam ya da anlamlar türetiyor… Örneğin ilk bölümde yer alan “Gökyüzü Kitaplığı” şiirindeki şu dizeler: “bakır leğenlerde yıkadın olmayan oğullarını” ya da “Borges Dili ve Edebiyatı” başlıklı şiirin şu dizeleri: “Bir bahçeden geçiyorsun içinde birbirine çarpıp duran çatallarla”. Yine aynı şiirden bir başka dize de şu: “Vadimiz o kadar da yeşil değildi”.

İkinci bölümdeki şiirleri okurken “Bozuk Oda”nın iki ayrı kitap olabileceği izlenimiyle ilgili kanı, sayfaları çevirdikçe güçleniyor. Daha önce bahsettiğim Arslan’la söyleşinin, üçüncü kitabı “Babam Beni Niçin Öldürdü” ile ilgili olduğunu belirtmiştim. O söyleşide şair, meğer gelecekteki kitaplarıyla ilgili de konuşuyormuş. “Bozuk Oda”yla daha da açığa çıkıyor bu. Özellikle ikinci bölümde yer alan şiirlerin Arslan’ın dile getirdiği görüşlerin ışığını taşıması da bunu gösteriyor: “Ben babamı anlatırken aynı zamanda bir kuşağa saygı duruşunda bulunmak istedim. Bu da yeterli değildi benim için. Kendi çocukluğum, dinlediğim öyküler, kırık dökük anılar, bir şehrin tarihi, bulunduğum diğer kentler…

Bunların hepsini bir arada tutarak, şiiri dar bir çerçevenin dışına çıkarmaya çalıştım. (…) Babamın bende bıraktığı en büyük hasar yarıda kalmışlık duygusu. Ve bu yarıda kalmışlığın asla tamamlanamayacağının bilincinde olmak…” “Bir Hastalık Olarak Metafor” başlığının altında yer alan ikinci bölümdeki şiirlerle şairin rüya âleminden hayatın gerçekliğine döndüğünü görüyoruz. “Kar Çileği” başlıklı şiirin şu bölümünü özellikle paylaşmak istiyorum:

her şeyin taştan oyulduğu günlerdi

aşkın, ölümün, uzaklığın ve nedametin

hayatımızı elleriyle kurcalayan adamlar vardı

şımartılmış buz taneleri, kar çiçekleri

çok çok iyi huylu tümörler, mesela doğu

herkes bilirdi bütün şapkalı harfler

çatısız ve babasız evlerin yerini tutardı

Gökhan Arslan, ikinci bölümün şiirlerinde değişik zamanlara ait olsa da silikleşmemiş hatıralar, izleri derin yaralar, sızısı süren acılar, ölüm, çocukluk, anne, baba, babanın ölümü gibi hem bireysel hem de siyasal, sosyal sorunların dile getirildiği çeşitli temalarla uğraşmayı sürdürüyor. “İçe Kambur” adlı şiirin girişindeki dizeler, babaya ait bir sözün zaman içindeki yolculuğunu ve etkisini göstermesi bakımından bir hayli çarpıcı. Birlikte okuyalım:

Düzgün yürü, kambur kalacaksın! Derdi babam

Oysa hep bir kambur olarak kaldı sırtımda

Rüyalarıma kör bıçaklar, testereler girdi

Hayatın herkesi tabi tuttuğu değişik sınavları var, o da kendi sınavında direnenlerin yüzünü ağartacak sözlerle, inatla direnenlerden yana belirliyor tavrını. “Günlerin Çocukluğu” başlığını taşıyan ve kayıp yakınlarını arayan “Cumartesi Anneleri”nin beş yüzüncü oturma eylemi nedeniyle yazılmış şiirin ilgili dizelerinde olduğu gibi: O dizeleri aktarmak istiyorum:

boşluğa sıkılmış bir yumruk gibi duruyor duvarda

bir kadının oğul ardından azalmış gözleri

ayvazovski, bereket duası ve saatli maarif takvimi

göğün altında beş yüzüncü kez cumartesi

Her şeye rağmen tutunmak, sarılmak için kucak açılan hayatla ilgili konuşurken şair körü körüne bir bağlılıktan söz etmez. Aksine enine boyuna bir hesaplaşmanın da içine girer. Bunun en açık kanıtıysa sosyal ve bireysel yaşantıyı kuşatan sorunları eleştirel mesafeye çekilerek irdelenmesidir. “Bir Resmin Anlatamadığı” adlı şiirin girişindeki dizeleri okuyalım:

protez bir aile albümünde

uzaklara çevirirken platin bakışlarını

kemik unundan bir hayatı anımsatıyorsun bana

Koşmuş bir atın ya da kabaran bir denizin göğsü gibi yükselip alçalan, devinen, yaşama enerjisi yüksek şiirler okuyoruz ikinci bölümde… Bazı şiirlerin ağıt, kargış, hatta ilenç olması da durumu değiştirmiyor. Sesi var, sözü var, ahengi var. Ağıt olduğu anlaşılan “Zeytuni” başlıklı şiirin tamamının okunmasını önererek Çehov’un tüfeğini duvardan alıp Hemingway’e verdiği şu dizeleri paylaşacağım:

yanılmışım

hep duvarda kalacak sanmıştım

hemingway’in tüfeği

Her kitabın değil belki, ama şiir gibi şiir kitaplarının kristalize olup kelimelere dönüşen bir son sözü olur. “Bozuk Oda”nın son sözüyse “Aşk yaralar, hayat da. Ancak her iki yarayı iyileştirecek ilaç yine aşk ve hayattır” olabilir diye

düşünüyorum. Aşağıdaki dizelerin kitapta hangi şiirde yer aldığını özellikle belirtmeyeceğim. Okur nasılsa bulacaktır…

boşuna kimse iyi olacağız diye uğraşmasın

herkes assın paltosunu askıya

nasılsa hepimiz dante’nin cehenneminden çıktık

Şiir, şiirler kesinlikle boşuna yazılmıyor. “Bozuk Oda” da öyle…

Soysal Ekinci’nin ‘Biri Yitik İki Ülke’si

Biri Yitik İki Ülke / Soysal Ekinci / syf. 296 / Manos Yayınları / 2017

Soysal Ekinci’nin baskısı tükenen bütün şiirleri, daha önceki baskılarında yer almayan yeni şiirler de eklenerek “Biri Yitik İki Ülke” adıyla Manos Kitap tarafından yeniden yayımlandı. Yeniden yayımlanan kitabı dolayısıyla Soysal Ekinci’nin yaşamına ve şiirlerine değinmeden önce 12 Eylül’le ilgili bir hatırlatma yapalım. Çoğunlukla solcu, devrimci gençlerin hedef alındığı 12 Eylül faşist diktatörlüğünün üniformalı döneminde, yani cuntanın başı Kenan Evren’in başkan ve devlet başkanı olduğu dönemde büyük acılar yaşandı.

Derin acı ve üzüntü yaratan, bireysel ve toplumsal travmaya yol açan, aradan geçen onlarca yıla karşın unutulmayan, acısı süren olaylardan bazıları şunlar: Cezaevlerinin ağır koşullarına daha fazla dayanamayan 73 kişinin doğal olarak yaşamını yitirdiği raporu düzenlendi. 14 kişi açlık grevinde yaşamını yitirdi. 16 kişi kaçarken vuruldu. 74 kişi çatışmada katledildi. 43 kişi intihar etti. 171 kişi işkencede öldürüldü.

Bu tablonun şu nedenle önemli olduğunu düşünüyorum: Bu ölümlerin yaşandığı dönem tam anlamıyla bir cehennem. O cehennemde herkes yaralandı. Ancak devrimci direnişi ve inadı sürdürenler ölüm pahasına insanlık onurunu korudular. O cehennemde işkencelere, baskılara karşı direnerek teslim olmama, onurunu koruma mücadelesini vermenin yanı sıra hayata, dünyaya şiirden bir pencere açarak bakanlar da oldu. Soysal Ekinci de cezaevinin cehennemi aratmayan koşularında umudunu, direncini korumak, moralini yitirmemek için kendisine bir de şiirden pencere açmıştı. O dönemde yazılmış şiirlerinden birini okuyalım:

“Geleceğim” demiştim ilk şiirimde, geliyorum sözümü

tuttum işte. Nisan başında ordayım, yani ilkyazın

kardelenleriyle birlikte. Sen de karanfil ve gül tohumlarını

şimdiden aşıla toprağa; tutsak yoldaşlarımıza

götürürüz bayramlarda. Elini çabuk tut kendini vuslata

iyi hazırla; kararmasın kardelenin ak umudu...

1987’de yayınevinin 10. yıldönümünde Belge yayınlarının dayanışma amacıyla başlattığı “Yeni Sesler” dizisinde cezaevinden gelen şiirler yayımlanmaya başladı. Soysal Ekinci’nin şiirleri de bu diziden kitaplaşarak “Biri Yitik İki Ülke” adıyla 1989’da okurla buluştu… Soysal Ekinci tahliye edildikten sonra da şiir yazmayı sürdürdü ve bir kitap daha yayımladı. Ekinci’nin ikinci kitabı 1990’da yayımlanan “Çağrı” oldu. Şiirin ışığını söndürmemeye kararlı olan Ekinci, bir yıl sonra üçüncü kitabını yayımladı. Kitap “Yıkıntılar Arasında” adıyla Alan yayınlarından çıktı. Daha sonra bir de ikinci kitabının adıyla seçme şiirlerini yayımlandı.

1954 doğumlu Sosyal Ekinci, siyasal kimliği ve düşünceleri nedeniyle çoğunluğu 12 Eylül’ün üniformalı döneminde olmak üzere, yaşamının on yılı aşkın süresini cezaevinde geçirdi. Cezaevinden çıktıktan sonraki hayatında aşka ve şiire tutunmaya çalışan Ekinci, 1994’te 5 Eylül gecesi yaşama kendi isteğiyle veda etti. Veda notunda şunlar yazılıydı: “Bir insan uğruna bin insanı acılara boğduğum için beni bağışlayın. Ardımdan ağlamayın”… Bütün şiirleri yeniden okurla buluşan Ekinci’nin yapıtlarının 1995’ten bu yana baskısı yoktu. Sosyal Ekinci’yi, bütün şiirlerine ilk kez giren “Yoksa Ben Ölmek Yerine ‘Durum Şiirleri’ mi Yazsam” şiirinin beşinci bölümüyle selamlayalım:

Uzun yıllar bu şehirde

İşsizlikle iş arasında gidip geldim,

Cebim para görmedi,

Hangi sofraya baktıysam,

Gözüme emeğin teri kaçtı, yememe gerek kalmadı

Hangi özneye bağlandıysam

Sonunda öteki eliyle beni tokatladı,

Açtığım musluklar

Yüzüme çarpacak bir yudum su akıtmadı...

(Geçtiği yollardan sadece toz çıkarırdı araçlar

Şimdi yağmurda bile koku var;

Mıncıdı çöp, mıncıdı toprak, mıncıdı beton yığınlar)

Evler sokaklar küçüldükçe insanlar iyice domuzlaştı

Okullar paralandıkça medreseler mantar gibi çoğaldı

İşportaya düşmüş bir mal gibi

Caddelere serer oldum kıldığım bütün namazları.