Karanlık ne taraftadır?

Mahir Ünsal Eriş’in Karakarga Yayınları’ndan çıkan son kitabı “Öbürküler”, M. Kutlukhan Perker’in çizgileriyle derinleşen, birbirini aynalayan iki hikâyeden mürekkep bir roman.

Google Haberlere Abone ol

Miray Çelik 

DUVAR - Öbürküler… Kulakta biraz tuhaf tınlayan bir kelime değil mi? “Ötekiler” gibi kavramsallaşmış, politize olmuş bir sözcük değil. “Diğerleri” gibi, eşyayı, ölü doğayı da kapsamıyor. Öbürküler, her türlü kültürel, politik koddan azade, son derece direkt ve genel olarak benden, bizden olmayanlar demek sadece, o kadar. O kadar mı? Değil elbette. O zaman en sonda söylenmesi gerekeni en baştan söyleyerek başlayalım Mahir Ünsal Eriş’in yeni romanını masaya yatırmaya. Ve zoraki fiziksel ve kültürel yer değiştirmelerle, herkesin birbirinin ötekisi, öbürküsü olmaya başladığı bir dünyanın öyküsünün içinde, M. Kutlukhan Perker’in etkileyici illüstrasyonlarına teker teker dalarak ilerlemeye çalışalım.

Mahir Ünsal Eriş

Eriş, herkesin birbirinin ötekisi olduğu bir dünyanın başına büyük göçü, Türkiye’de 50’li yıllardan itibaren gelişen ve toplumsal yapıyı tamamen değiştiren köyden kente geçişi koyuyor öncelikle. Orta Anadolu’nun tam ortasından, Niğde’den, sıradan, üç çocuklu alelade bir memur ailesini İstanbul’a doğru çıkarıyor yola. Sümerbank müdür muavini Fahrettin Bey, ev hanımı karısı Fevziye Hanım, çocukları Suat, Sacide ve Sabire, köklerinden sökülmüş dev bir ağaç gibi evi barkı dağıtıp Niğde’nin kuru ayazından İstanbul’un ıslak soğuğuna hareket ediyorlar. Yol uzun, yol endişeli, yol üç çocuklu, bebekli bir aile için nereye varacağı belli olmayan bir perişanlık.

Bu yolculuğu ağırlıklı olarak Fahrettin Bey’in ailesi için endişelenen, tumturaklı, tertipli, kasabalı memur gözünden görüyoruz, bir de hayatının ilk yolculuğunu yapan küçük Sacide’den. Fahrettin Bey’in yetişkin endişesi askerin tuttuğu, yoksul, ıssız Anadolu yollarını, toplumsal dönüşümün sarsıcı yüzünü bize gösterirken Sacide’nin çocuk heyecanı, trenlerde saz çalan âşıklara, kar beyazı örtülü, şık yemekli vagonlara, ilk defa yenen sandviçin verdiği sevince vuruyor.

Öbürküler, Mahir Ünsal Eriş, illüstrasyonlar M.K. Perker, 136 syf., Kara Karga Yayınları, 2017.

Tam burada Orhan Kemal’in kuşları uçmaya başlıyor başımızın üzerinde ama yazar Orhan Kemal’i değil Refik Halit Karay’ın hatırasını seçmiş bu bölümde bizim için. Okudukça anlıyoruz ki, burada toplumcu gerçekçiliğin ve saf hikâye anlatma arzusunun da ötesine geçip tıpkı Karay gibi itinalı bir Türkçe, dil hassasiyeti ve dil kurma becerisi işaret edilmiş. Üstelik işaret yerini de bulmuş gibi görünüyor çünkü kendi zamanına ait olmayan bir hikâye için dil kurmanın etkileyici bir örneğini göstermeyi başarmış Eriş. Buradan geçmeden belirtmek isterim, dil ve yazın aracılığıyla kılıktan kılığa girmeyi seven, okur beklentisini aşıp her seferinde şaşırtmayı başaran bir edebiyatçı olarak da anmaya başlayabiliriz sanırım artık onu.

Göç hikâyesinin İstanbul kısmı ise daha çok Fevziye Hanım’a ait. Fevziye, kocasının endişesini ve çocuklarının heyecanını alıp İstanbul’u bir korku hikâyesine dönüştürüyor. “Bekleme salonunu geçip dışarı açılan kapıya vardılar. Serin, ıpıslak bir rüzgâr değdi yüzlerine. Bambaşka, acımış gibi, çürümüş gibi, yosunla karışık deniz kokusunu duydular. (…) Fevziye korktu. Merdivenlerin sonunda, betonun bittiği yerde başlayan bu lacivert şey, ne Bağçalı’nın pınarlarına benziyordu ne Kemerhisar’daki dört yanı mermer Roma Havuzu’na. Canlı gibiydi. Gözün alamayacağı kadar büyük bir hayvanın kabuklu sırtı gibi iki yaka arasında sinsi sinsi kıpırdıyor, gece göğünün karasına karışan rengiyle sanki karanlığın içinden çıkıp saldırıverecek gibi duruyordu.” Her şey Fevziye için nasıl başladıysa öyle devam ediyor aile hikâyelerinde. Kadınının korkusu denizden başlayıp, içine yerleştikleri eve, sokağa, semte ve hatta şehre yayılıyor, çekirdek aileyi tümden ele geçiriyor. Üç harfliler, karakoncoloslar, ecinniler, muskalar, canavarlar, elemterefişler, yecücle mecücler sarıyor etrafımızı ve Refik Halit yerini yavaş yavaş Hüseyin Rahmi’ye, onun kadın merkezli diline, işlek anlatılarına bırakıyor giderek.

PERİLİ KÖŞKLERDEN YEŞİLÇAM MELODRAMLARINA

Ve gelelim romanın ikinci bölümüne, “Öbür Yarısı”na, yani 1960’ların Arnavutköyü’ne. En az romanın açılışındaki otobüs sahnesi kadar sarsıcı bir semt anlatısıyla başlayan bu bölümde, romanın ilk yarısı çözülürken diğer yandan da son derece yüksek biçimde yepyeni bir hikâye açılıyor önümüzde. Burada edebiyatımızda alışageldiğimiz merkezi bakış açısının da, tek taraflı anlatının da ötesine geçiyor yazar. Kasabadan kente göçen ailenin trajikomik hikâyesiyle birlikte, yaşadığı zamanı, yaşadığı insanları ve yaşadığı mekanları hızla kaybeden büyük şehir insanının dramı çıkıyor sahneye. Menderes döneminin insani yozlaşması 6-7 Eylül travmasına, varlık vergisi zalimliğine karışırken, 60’ların İstanbul’u, perili köşklerle, Yeşilçam melodramlarının büyülü havasıyla sarılıp sarmalanıyor.

Çilek reçelleri, incir tatlıları, durdukları yerde eski bir kağnı gibi gıcırdayan muhteşem evler, bu evlerin kuyularında uğuldayan Boğaz poyrazı bir bir tarihe karışıyor. Eriş, bir yazar olarak kalemini, tarihe karışmaya tanıklık etmenin insani ağırlığına, insanı değiştiren o acıya ve gelip orta yere yerleşen, uzun yıllar silip atılamayacak olan o İstanbullu efkara daldırıp çıkarıyor itinayla. “Önce çilek seyreldi. Sonra incir tatlılarının sakızlı kokusu duyulmaz oldu. Pencereden pencereye, sokağın başından ucuna, sandaldan sandala bağır çağır konuşulan Rumca, tedirgin bir fısıltıya döndü. Şehir yenildi. İşgal askerinin rugan çizmelerine teslim olmayan şehir, topu topu kırk yıl sonra tek sesin sessizliğine yenildi.”

Görüyoruz ki, Mahir Ünsal Eriş’in, öykülerinden bağımsız olarak yazdığı her iki romanında da 80 sonrası anlatıların genel çizgilerinin dışına çıkan hatta edebiyatımızı uzun yıllar etkileyen toplumcu gerçekçilik akımını hatırlatan bir duruşu var. Üstelik bütün bunlara ek olarak yine edebiyatımızın çoğunlukla anlatmakta gönülsüz olduğu, 17 Ağustos depremi, 6-7 Eylül olayları, Türk- Kürt ayrışması gibi toplumsal travmaları anlatılarının başköşesine yerleştirmekten de çekinmiyor. Burada da, zorla gidenler yerlerini zorla gelenlere bıraktıkça önce bir şehrin, sonra bir ülkenin kaderini etkileyen yer değiştirmelerin acısını tüm romana yediriyor yazar.

Romanın tadını kaçırmamak için “Öbür Yarısı”nda çözülen olaylara değinmeden geçmek zorundayız, ancak birbirini aynalayan her iki hikâyeden tek bir roman ve iki şaşırtıcı son çıktığını son olarak belirtmemek de olmaz. Yeni kuşağın o “bize, bizi anlatan” tavrının ötesine çok önce geçmişti gerçi Mahir Ünsal Eriş, ama bu romanıyla söz konusu tavrın iyice altını çizmiş: Bize, bizi anlatırken hem yepyeni bir yazın evreni kuruyor hem yüksek olay anlatısıyla okurunu şaşırtıyor hem de ne okuruna ne de kahramanlarına acıyor. Karton bir “sözde” yüzleşmenin ötesinde, acının içinden “gerçekten” geçmek gibi…