Başak Daşman: Ölümden sonra yaşam fikri güçlükten çıkıyor
Başak Daşman ile İthaki Yayınları'ndan çıkan Kırk Evin Delisi adlı kitabı hakkında konuştuk. Daşman, "Kibir her zaman vardı. Ancak genel olarak kibir denilen duygu, o sırada var olan otoritenin beslediği bir duygudur" diyor.
DUVAR - Son yıllarda sahnede, perdede ve televizyon ekranlarında sıkça gördüğümüz oyuncu Başak Daşman’ın ilk öykü kitabı “Kırk Evin Delisi” geçtiğimiz günlerde İthaki Yayınları’ndan çıktı.
Ece Dizdar ve Merve Dizdar ile sahneyi paylaştığı “Yutmak” oyunundan, senaristliğini ve yönetmenliğini yaptığı “Cast-ı Olan Var mı?” isimli kısa filme, rol aldığı “Yüz Yüze” isimli televizyon dizisinden senaryosunu yazmaya başladığı sinema filmi projesine kadar pek çok şeyi konuştuğumuz Daşman, anlatan ve dinleyen meselesine dair görüşlerini de bizimle paylaştı.
Sözle, görüntüyle, sesle ve son olarak da yazıyla hikâyesini anlatmaya devam eden Başak Daşman, sorularımıza samimiyetle cevap verdi.
Hikâye anlatmanın bin bir türlü yolu varken, sizin, oyunculuktan yazarlığa geçerek, hikâyenizi bu yolla anlatmaya karar vermenizi sağlayan temel etken ne oldu?
Aslında oyunculuğa lisede bir oyun yazıp oynayarak başlamıştım. O yüzden önce yazdım sonra oynadım, sonra ikisi beraber devam etti, demek daha doğru olur sanırım. Çeşitli disiplinlerde zaman zaman hikâyemi anlatmaya devam ediyorum, diyelim.
“Kırk Evin Delisi”nde, birinci tekil şahıstan üçüncü tekil şahsa, farklı anlatım biçimleriyle hikâyeler anlatıyorsunuz. Tanık olmak ve yaşamak arasındaki ayrım, hayatla olan ilişkimizde ne tür ayrımlar sunuyor bize? En çok acı çeken, yaşayan mıdır, tanık olan mıdır?
Tanık olmak ve yaşamak arasında yönü belirsiz bir ilişki var bence. Bu durumda öznenin kimliği önem kazanıyor. Tanık olmak sizi gittikçe daha korkak yaparken yaşamak belki daha yaralı ama cesur yapabilir veya tümden uyduruyorum. Çünkü öznenin yaklaşımı, hayatla kurduğu bağ ya da arasına çektiği set bütün bu etkileşimin gücünü ve yönünü belli ediyor. Ben ise yaşadığım şeyler konusunda daha az trajik, tanık olduğum şeylere karşı ise daha dehşetle yaklaşıyorum.
'ANLATAN HİKÂYESİNİ PAYLAŞINCA ÇOĞALIR MI, BİLMİYORUM'
Kitapta kent yaşamına, kent yaşamının sunduğu modernizme dair pek çok olgu ve olay göze çarpıyor. Bu denli kalabalıklaşırken giderek yalnızlaşmayı, bu yalnızlıklardan türlü türlü öyküler oluşturup anlatmayı –hem yazar hem oyuncu olarak- “bir beni dinleyin bakalım” düşüncesiyle sunarken, anlatan ve dinleyen ilişkisini nasıl yorumlarsınız? Anlatan hikâyesini dinleyici ile paylaşırken çoğalır mı?
Bu bir komşuluk ilişkisi… Pencereden bakarken gördüğüm ama konuşmadığım kadının hikâyesini yazarken ben, o da pencereden bakıyor ve beni görüyor ve benim hakkımda bir şey düşünüyor, varsayıyor ve çoğunlukla da inanıyor. Belki doğru oluyor kısmen. Ne kadar kendinden yola çıkarken samimiyse, birine dair bir şey varsayarken de o kadar gerçeğe yaklaşıyordur. Anlatan dinleyici ile hikâyesini paylaşırken çoğalır mı bilmiyorum. Çoğalmak uzanmak, dokunmak ve anlamaksa mümkün ama bu daha çok yazarken olabilir, sonrası okuyucuya ait sanki.
“Kırk Evin Delisi”ndeki pek çok öyküde “ölüm” mefhumunun sıklığı göze çarpıyor. Tarkovsky, sanatın varoluşunu “sanat, insanı ölüme hazırlar” cümlesiyle niteliyor. Sanat, pek çok duyguyu tanımlamamızı sağlıyor. Fakat onunla beraber, ölümden daha çok söz etmenin acıya hazırlık olduğu fikri de ortada. Bu konu üzerine ne söylersiniz?
Hazırlık ya da karşılaştığın ölümleri sindirmek… Ölüm başlı başına yaşayan bir varlık için saçmalık. Yaşamın kutsallığından değil. İçinde olduğun geniş resmi, içinde olmadığın bir andan anlamaya çalışmak. Anlamak zorunda olmak... Bütün inançlarda ölümden sonra yaşamın devam etmesi fikri de bu güçlükten çıkıyor. Orada olmama halinin ne demek olduğunu kavrayamamaktan… Ölümün olağan oluşunu sakin bir kavrayışla sindirmek için yaşamın her anının tadını almak gerekiyor bence.
'KİBİR HER ZAMAN VARDI'
“Özür Dilerim” isimli öykünüzde, “Zor iş. Özür dilemek. Hata ya da hatalar silsilesi yaptığını fark edip durup birinin önünde, kabul etmek bunu.” cümleleriyle gururdan çok kibri tarif ediyorsunuz gibi geldi bana. Günümüz dünyasında kibrin bu denli yaygınlaşmasının sebebi ne sizce?
Günümüz dünyasına özgü bir durum olduğunu söylemek doğru değil. Kibir her zaman vardı. Ancak genel olarak kibir denilen duygu, o sırada var olan otoritenin beslediği bir duygudur. Çünkü kibir insanların arasına mesafe koyar, uzaklaştırır. Ve var olan üst sistem her ne ise, bu kibirle beslenmiş ve insanları birbirinden ayrı tutarak onlara egemen olmayı sağlamıştır. Şimdi de böyle. Farklı inanç sistemlerinin, farklı yaşam tarzlarının, farklı cinsel tercihlerin, sahip olunan- olunmayan gerekli- gereksiz eşyalar toplamının, insanlar arasında kibre dayalı bir aşağılama yaratmasını sağlamak ve kendi taraftar gruplarını oluşturmak. O yüzden şeytanın en sevdiği günah derken katılmamak mümkün değil.
Bir yandan da “Yutmak” isimli tiyatro oyununda oynuyorsunuz. Alıcıya (dinleyici, okuyucu, izleyici) yüz yüze anlatmakla yazarak anlatmak arasında ne gibi bir fark sizce? Örneğin, bir kafede kitabınızı okuyan birinin tepkilerini seyretmekle, tiyatroda seyirciyle birebir temas kurmak arasında bir fark var mı?
Kelimelerinizi okurken insanlar, artık siz orada o kadar da yoksunuz. Aranızda okuyanın hikâyesi, hayal gücü var. Oynarken kelimelerin kendisi oluyormuşsunuz gibi... sayfanın kendisi.
Geçmiş yıllarda “Cast-ı Olan Mı Var?” isimli bir kısa filmin senaryosunu yazıp yönetmenliğini yaptınız. Hatta onun öncesinde “Alala” isimli kısa filmin de senaristliğini yaptınız. Kitapta yer alan öykülerinizden birini çekecek olsaydınız bu hangisi olurdu?
“Memnun Oldum” adlı öyküyü çekebilirdim. Güzel bir kısa film olabilir.
Şu günlerde “Yüz Yüze” isimli televizyon dizisinde de oynuyorsunuz. Bir yandan dizi, tiyatro ve öykü yazarlığı… Bu denli yoğun üretiminizi sağlayan temel motivasyon ne sizce?
Bu arada bir de sinema filmi çektim. Temel motivasyonum can sıkıntısı herhalde.
Hazırlığını yaptığınız yeni bir çalışma var mı? Kitap, film, oyun?
Yeni bir sinema filmi senaryosu yazmaya başladım.