Sessizliğin bile sana ait olmadığı yerde yazı
Aslı Erdoğan’ın 2010-2016 yılları arasında Radikal ve Özgür Gündem gazeteleri ile Karakarga Dergi’de yayımlanan yazılarından derlenen, “Artık Sessizlik Bile Senin Değil” adlı kitabı Kara Karga Yayınları etiketiyle okuyucularıyla buluştu. Erdoğan, bu yazılarda trajik, duygusu derin, çoğumuz için travmatik olanı anlatmaya çabalarken, genellikle köşe yazısı üslubuyla yazılmış metinlerde rastladığımız, yazdığına yabancılaşma durumunu hissettirmiyor. Kendi benliğini de ortaya koyuyor ve tanıklık yükünün ne kadar ağır olduğunu okuyucuya geçiriyor.
DUVAR - Yazmak, yazanın rolü, yazının kurtardıkları ve kurtaramadıkları çok tartıştığımız konulardan. Çünkü yazan öznenin konumu da, anlatıcılığı da yazılanı belirleyen bir yerde duruyor. Yazanın ses vermesi önemli elbette ama bunu yaparken, üzerine yazdığı konuyu, kişiyi, durumu gözetmeden, bir fotoğraf gibi sergilemesi, nesneleştirmeye, olayı asıl yaşayanın duygusunu es geçmeye ve sonuçta daha fazla mağduriyete sebep olabilir.
Çünkü göstermekle anlatmak arasında fark var. Göstermek ajite eden bir taraf içeriyor, trajediyi öylesine sergilemek, sıradan bir şekilde ondan bahsetmek onu gösteriye dâhil etmek anlamına gelebiliyor ve bu hakikati dillendirmekten çok yaşanandan uzaklaşmaya, onu herhangi bir olay gibi normalce ifade etmeye neden olabiliyor. Bana göre, yazar sözünü etmek istediğini bir anlatı içerisine yerleştirebilirse, yaşananın ağırlığını hissettirmeye yaklaşabiliyor. Çünkü anlatma çabasına girildiğinde, yazanın kişisel hissiyatı da ortaya çıkıyor ve karşısında biçare kalınanın ifadesine, kişinin kendi çaresizliği de ekleniyor. Böylece eşitliğe yaklaşan bir konum doğuyor, yazarın sesi uzak ve yukarıdan gelmiyor. "Sen yaşarken çaresizdin, ben de tanık olarak çaresiz kaldım ve bunun kederini duydum, senin kadar ağır şeyler yaşamasam da ben seni duydum." Yazıyla bunu söyleyebildiğinde, özellikle tanıklığa dair metinlerde, olayı asıl yaşayanın konumuna biraz olsun yaklaşılabileceğini düşünüyorum.
Aslı Erdoğan’ın 2010-2016 yılları arasında Radikal ve Özgür Gündem gazeteleri ile Karakarga Dergi’de yayımlanan yazılarından derlenen, “Artık Sessizlik Bile Senin Değil” kitabında, yukarıda bahsettiğimiz durumların gözetildiğini, yazarın kendi hissettiklerini de yazıya dâhil ederek, tanık olmanın çaresizliğini taşıdığını görebiliyoruz. Erdoğan, yazının veya yazmanın bazen kurtaramayacağını bilerek, tanık olduklarının ağırlığını duyarak, yazmak bir şeyi değiştirir mi sorusunu aklında tutarak, yazmış bu metinleri. Bu nedenle, çoğumuzun hissettiği, yaşanan çok derin ve acıyken bir şey yapamamanın getirdiği “hiç” hissetme hâlini, varlığımızın değersizleştiği pek çok ânı bu yazılarda bulabiliyoruz. Cizre’den, 15 Temmuz’a, Hrant Dink’in katledilişinden, Afrikalı göçmenlerin yaşamlarına, patlayan bombalara, hapishanelerde yaşananlardan, soğuk adliye koridorlarına kadar geniş bir çerçevede bellek yoklaması yaptırıyor kitap. Yakın tarih değil, şimdi anlatılmaya çalışılan; zamanın belli anlarında üzerimize yüklediği ve taşımaya devam ettiğimiz, çaresiz kaldığımız pek çok trajik olay.
ÖLÜLER DUVARI
“El yakmadan yazılmaz”mış cümlesinin anlamını orada anladım diyor Aslı Erdoğan, Özgür Gündem tanıklıklarını anlatırken ve yazmanın, çoğunluğun görmezden geldiğini göstermeye çalışmanın anlamını bir kere daha anlıyoruz böylece. “Ölülerin fotoğraflarının sıralandığı bir duvarın önünde kaldım, Musa Anter de burada, bu duvardaydı, Türkiye basının ilk kadın genel yayın yönetmeni Gurbeteli Ersöz de” diye yazıyor bir başka cümlede. Bu cümle ve önünde durulup kalınan duvar, öteki olarak kurulmuş özneyi, hakkı gasp edilenin hakkını dile getirmeyi, hakikat çabasını anlatıyor. Bu ölüler duvarı, bugüne ve basın özgürlüğüne dair de çok şey söylüyor. Katledilen sayısız gazeteciyi, muhalefet ettiği için, kendi doğrusundan şaşmadığı için, hapsedilenleri bir kere düşünüyor, hatırlıyoruz ve bu coğrafyada gazeteciliğin anlamıyla yüzleşiyoruz.
SESİN VE SÖZÜN YİTİMİ
Aslı Erdoğan’ın yazılarında en çok vurguladığı şeylerden biri de sesin, sözün, kelimenin, cümlenin anlamsız kaldığı yerde, bir şekilde dile getirmenin zorunluluğu ve artık sessizliğin bile bize ait olmayabileceği. Ses çıkarmak ile sessiz olmak arasında kalmanın getirdiği sıkıntı ve insanın sessizliğinin bile kendisine ait olmaması, hakkı olan o çığlığı atamaması çok ağır. Bu konunun çok boyutlu ele alınması gerekiyor, öncelikle bir olaya ses çıkarıp çıkarmamanın bile yukarıdan belirlendiği bir hâl var. Örneğin, bir şey söylersem başıma ne gelir korkusu ile gelen sessizlik, kişiye ait olmayan bir sessizlik fikrimce. Bu durumda kalan birey sesini devlete, iktidara verili kodlara göre belirlemiş oluyor ve sesi bile kendine ait olamıyor. Yazarın şu cümlelerindeki sitemi de buna sanıyorum: “Düşlerin çatıları ağır silahlarla havaya uçuruluyor, bin yılların kanıyla biçimlenmiş sözcükler yaylım ateşinde delik deşik ediliyorsa…
Tek bir çığlık bile işitemiyor, atamıyorsak bu sessizlik bile bizim değil artık.” Bir diğer yanı ise sesin değersizleşmesi ve anlamsızlaşması, söylene söylene slogana dönüştüğünde ortaya çıkan yabancılaşma ve artık ses vermenin, anlatmanın bir işe yaramayacağı hissiyle, varlığını önemsiz hissedip olabildiğince kendi kabuğuna çekilme. Bu durumu yine yazarın şu cümlesi ile özetleyebiliriz: “Sözün asıl mucizesi söylenmeyişindendir.” Her durumda sesin ve sözün kaybı var. Ancak birincisinde kişinin kendi iradesinden çok başkası tarafından belirlenmişlik hissedilirken, ikincisinde daha çok bireysel bir iradeyle, sessizlikle de bir şeyler söyleme çabası var. Ne söylesen kâr etmeyeceğini bildiğinde ortaya çıkan, çaresizliğin sessizliği.
ORTAKLAŞAN SIKINTI
Aslı Erdoğan, bu yazılarda trajik, duygusu derin, çoğumuz için travmatik olanı anlatmaya çabalarken, genellikle köşe yazısı üslubuyla yazılmış metinlerde rastladığımız, yazdığına yabancılaşma durumunu hissettirmiyor. Kendi benliğini de ortaya koyuyor ve tanıklık yükünün ne kadar ağır olduğunu okuyucuya geçiriyor. Böylece benzer duyguyu taşıyanla bir karşılaşma alanı yaratıyor ve bu etkiyi arttırıyor. Çünkü yazarın en başta farkında olduğu bir şey var, yazmak çare olmayabilir hem yazan için hem okuyan için hem de yazıya konu edilen için. İnsanın anlatamayacağı, dilinin, kaleminin yetmeyeceği onca yaşanmışlığın, bir yazı ile geçiştirilemeyeceğini bilmekle ilgili bir tavır bu. Bir şey yapamamanın getirdiği biçareliğin yansıması olarak, yazının işlevsel kılınması belki de. Bahsettiğimiz gibi Erdoğan, kendi benliğini hiç çekmemiş anlatırken; kadınlığı, erkekliği, toplumun hissettirdiği baskıyı, varlık kaygısıyla birleştirip, insani bir dile getirme çabası ile oluşturmuş metinlerini. Bu anlamda yazıları okuyanlar, kitap boyu bahsedilen, belleğimizin şimdisinde duran, feci olaylar nedeniyle hissettiği kendi sıkıntısını yazarın sıkıntısıyla ortaklaştırabilir.
DENEYİM
Aslı Erdoğan’ın çoğu zaman nasıl dolduracağını bilemediği tarumar kâğıtlara yazdığı yazılar, oturduğu yerden yazılmış hayıflanma yazıları da değil. Yazarın kendi deneyimleri ile oluşturduğu metinler. Örneğin; 1993’te Afrikalı siyahilerle yaşadığı yıl ile ilgili şöyle söylüyor; “Göçmenlerle yaşadığım yılı, tek bir köşe yazısı dışında anlatamadım. Defalarca denedim. Yerli yersiz, zamanlı zamansız… Aşağılanma, hakaret, dayak, taciz, tecavüz… Yalnızlık, çaresizlik, kimsenin yanına gelmediği, gelmeyeceği bir yerde bir başına kalakalma…” Orada yaşamak aynı duyguyu hissetmek, bedeninle, tüm duyuşlarınla olanı görmek demek. Bu çoğunlukla es geçileni gerçekleştirmek, konforlu koltuklardan bakıp değerlendirmeler yapmanın dışına çıkmak. Çünkü yaşananı içeriden deneyimlemek yine asıl yaşayana yaklaştıran ve başka olayları yorumlamayı sağlayan bir taraf içeriyor.
Erdoğan, bu konuda yazdıklarını gazetelere yolladığından ve o günlerde yayımlanmadığından da söz ediyor. Onun Afrikalı göçmenler ile ilgili tanıklıklarını, bugünlerde Suriyeli göçmenlere karşı takınılan tavırla birlikte değerlendiğimizde görüyoruz ki ırkçılık, yabancı düşmanlığı hiç hız kesmeden devam ediyor. Belki de gün geçtikçe daha çok artıyor.
EDEBİYAT VE KÖŞE YAZARLIĞI
Edebiyat ve köşe yazarlığı arasındaki farka da değiniyor Erdoğan, “Edebiyat, tanrılarıyla olduğu kadar şeytanlarıyla da hesaplaşmak zorundadır, kendi doruklarına göz dikmişken, çukurlarına yuvarlanmaya hazır olmak. Oysa köşe yazarlığında diyorum, böyle hesaplaşmalara vaktiniz yoktur. Hiç tanımadığınız biri, cezaevinde ölüyordur. Bir yazının neyi, nasıl değiştireceğine dair sorular sormazsınız. Yazmak zorunda olduğunuzu bilirsiniz o kadar.” Bu önemli bir dikkat çekiş hatta yazıya dair şimdiye kadar söylediklerimizi sıfırlayabilir. Ancak bu metinleri yazıldığı dönem takip edenler de hatırlayacaktır ki Erdoğan, edebiyatçı yanını çok kaybetmeden anlatabilmiş tanıklıklarını. Bunun en önemli nedeni ise, kendisini yazıdan dışlamamış olması...
Hissedenin hissinin parçası olabilmek, yaşananları, sadece başına gelmiş olanın sorunuymuş gibi değerlendirmemek önemli zannedersem. Bu yazıya bir son yazmayacağım, anlatılan her şey şimdide, tüm kederiyle dururken, hiçbir şey sonlanmamış ve hiçbir şeyle yüzleşilememişken, 'bitti' kısmına geçecek durumda değiliz gibi geliyor bana, o nedenle yazarın çok sık alıntıladığı, belki yazmak için güç bulduğu Rilke dizeleriyle bitirelim:
Anlatmak istiyorum seni, kırmızı toprakla ya da altınla değil,mürekkeple elma ağacı kabuğundan.