Altyazı Dergisi: Dergicilikte en önemli şey iletişim ağı!

Fırat Yücel ile sanata ve siyasete, dergiciliğe ve yazar- editör ilişkisine dair pek çok şeyi konuştuk. Yücel, "200 sene çok uzun bir süre ama geriye dönüp baktığımızda herhalde en çok görmek istediğimiz şey, sinemanın dünyayla olan bağını hiç göz ardı etmeden, kültürel alanın özgürlüğü için mücadele eden, düşünsel çeşitliliği önemseyen ve teşvik eden, eleştirel aklı canlı tutmaya çalışan sorumlu ve zenginleştirici bir dergi olarak hatırlanmak olur" diyor.

Google Haberlere Abone ol

DUVAR - 2001 yılında Boğaziçi Üniversitesi’nde okuyan bir grup arkadaşın ortak çabasıyla oluşan Altyazı dergisi, aynı senenin Ekim ayından bu yana, her ay olmak üzere okuyucusuyla buluşuyor.

Film eleştirisi ve analize dair bir paylaşım yaparken, Türkiye’de vizyon gören filmlerin yorumlanışına ve filmlerin yaratıcıları ile yapılan söyleşilere de ayrıca yöneldi. Bu bağlamı ile günü ve günceli yakalayan dergi; kısa film, belgesel ve deneysel film üretimini de es geçmedi.

2003 yılından beri, Boğaziçi Üniversitesi Mithat Alam Film Merkezi bünyesine dahil olan dergi, teori ve pratik alandaki sıcak ilişkiyi de her daim üretiminin odağına alıyor. Senem Aytaç, Abbas Bozkurt, Ayça Çiftçi, Zeynep Dadak, Övgü Gökçe, Berke Göl, Enis Köstepen, Gözde Onaran, Nadir Öperli, Ali Deniz Şensöz, Aslı Özgen Tuncer gibi isimlerin yayın kurulunu oluşturduğu derginin genel yayın yönetmeni ise Fırat Yücel.

Fırat Yücel ile Altyazı’yı konu alan uzun bir söyleşi yaptık. Bu söyleşide sanata ve siyasete, dergiciliğe ve yazar- editör ilişkisine dair pek çok şeyi konuştuk.

Unutmadan şunu da ekleyelim: Altyazı dergisi, 30 Ocak akşamı Moda Sahnesi’nde bir dayanışma partisi düzenliyor. Şu günlerde kültür ve sanat alanında bağımsız bir üretim yapmak zorlaşırken, pek çok kurum desteğiyle “bağış” adı altında verilen desteklerle türlü sanat faaliyetleri oluşturulmaya çalışıyor! Altyazı’nın bu destek biçimden azade oluşu ve kendi varlığı ve biçimlenişi ile tutunmaya çalışması dayanışma kültürünün sürekliliği açısından ayrıca önemli. Son sözü Eduardo Galeano’ya bırakıyoruz: “Dayanışma yataydır; bağış yapma ise dikey. Dayanışma eşitler arasında yapılır, karşılıklı saygıdan doğar; bağış ise yukarıdan aşağıya doğru, tepeden inmeci bir şekilde.”

Fırat Yücel

İlk olarak, şunu sorayım: Kültür ve sanat üzerine herhangi bir yazı kaleme alan bir yazar, derginize nasıl ulaşıyor?

Çoğunlukla dergiye e-posta atarak. Öte yandan, geniş bir yazar ağımız da var ve sadece basında kendine yer edinmiş yazarlardan oluşmuyor. Birinin bir film üzerine söyleyecek sözü varsa bu bilgi bir şekilde bize ulaşır ya da kendimiz o insanı arayıp bulmaya çalışırız. Diyelim ki, herkesin üzerinde hemfikir olduğu bir film var. Bu filmle ilgili farklı bir bakış açısına sahip olan ve bunu paylaşmak isteyenleri bulmamız gerekiyor. Dergicilikte en önemli şey, bu kişileri bulmanıza ya da onların sizi bulmasına olanak sağlayacak bir iletişim ağına sahip olmanız. Bu kişiler illa bu yazar ağı içinde olmak zorunda da değil. Bazen daha önce hiç film eleştirisi yazmamış ama bir film ya da yönetmenle ilgili söz sarf etmek isteyen biri de bizi bulabiliyor. Sosyal medya hesaplarımızın çok sayıda kişi tarafından takip edilmesi bizi kolay erişilir kılıyor. Film eleştirisini bir uzmanlık alanı olarak görmüyoruz. Herkesin filmler üzerine söyleyecekleri olabilir. Farklı alanlardan insanların filmler üzerine yazması, sinemaya dair kemikleşmiş bir bakışa sahip olmadıkları için, kimi zaman çok daha zihin açıcı olabiliyor.

Bir eleştiri ya da kritik yazısında sizin için bağlayıcı olan temel felsefeyi nasıl nitelersiniz? Dünyadaki pek çok sinema dergisinin Marksizm’in ve Frankfurt Okulu’nun düşünsel yapısı ile şekillendiğini düşünürsek Altyazı’nın ideolojik altyapısını nasıl açıklarsınız?

Nurdan Gürbilek, edebiyat eleştirisi bağlamında eserin dünyası ile hayat arasında bağ kurmaktan, aradaki karşılıklı ilişkiye odaklanmaktan bahseder. Biz de esasında film eleştirisinde bunu yapmaya çabalıyoruz. Sanat eserlerine sanki hayattan kopuk, onun tarafından şekillendirilmemiş nesneler gibi bakan eleştirilere aşinayız. Aksi nasıl yapılır, somutlaştırmak, örneklendirmek pek kolay değil ama ideolojik bağlam üzerine şunu söyleyebilirim. Film eleştirisinde bizim için önemli olan temel bir kaide var: Yazar kendini filmleri iyi ve kötü olarak sınıflandıran bir otorite olarak konumlandırmamalı. Beğeniyi merkeze koyarsa kültür ürünlerine market ürünü muamelesi yapmış olur. Kendini de, iyiyi kötüden ayırma ehliyetine sahip bir otorite saymış olur; satış değeri ve beğeni mekanizmalarına bağlı hareket eden piyasanın taleplerine hizmet eder hale gelir.

Bize göre film eleştirisi filmleri anlamlandırmaya; filmin dünyasından, içeriğinden, estetiğinden yola çıkarak ona anlam katmaya çalışmalı. “Bakın bu budur, bu iyi, bu kötü” diyerek anlama açılan (ve her izleyicide farklı tezahür eden) yolların önünü kapatmamalı, filmlerin hikâye dünyalarının ardında saklı olan ideolojik ve toplumsal öğeleri deşifre ederek izleyiciye anlamlandırma sürecinde eşlik etmeli. Eleştirelliğin esasen burada yattığını düşünüyoruz. Bu anlamda evet, 50’li ve 60’lı yıllarda Marx’ın kuramlarından ve Frankfurt Okulu’nun teorilerinden yola çıkarak filmler üzerine yazan; içerik ve olay örgüsüne dayanan değerlendirmelerle sınırlı kalmayan, bunlarla beraber film estetiğinin de ideolojik arka planını analiz etmeye çalışan eleştiri ekollerine yakın olduğumuz söylenebilir.

Özellikle 80’lerden sonra gelişen, piyasa içinde bir otorite ya da kültür hamisi gibi davranan eleştirmen modeline ise az önce anlattığım nedenlerle mesafeliyiz. Yönetmenlere vurgu yaptığımız için yine 50’li ve 60’lı yıllarda ortaya atılan auteur kuramına yakın durduğumuz da söylenebilir belki ama bu kuramın filmi sadece yönetmenin bireysel dışavurumu olarak görmeye meyleden bir tarafı da var. Bizse Altyazı’da filmleri kendi tarihsellikleri içinde analiz etmeye çalışıyoruz. Hiçbir yaratıcının hayal gücü, içinde yaşadığı zamandan, coğrafyadan ve kültür endüstrisinin mekanizmalarından bağımsız değil. Ayrıca yönetmenin yaratıcılığı, birlikte çalıştığı, üretimini ortaklaştırdığı insanlardan da ayrıştırılamaz. İdeolojik anlamda böylesi bireysel sanatçı özgürlüğü anlatısına inanmadığımızı, bununla birlikte gelen tuzakları bertaraf etmeye çalıştığımızı da söyleyebilirim. Evet Yeni Türkiye Sineması’nın genç yönetmenlerine söz alanı açmaya çalıştık ve hâlâ da derginin en önemli işlevlerinden birinin bu olduğunu düşünüyorum. Ama bunu yaparken, bireysel gibi görünen ve bu şekilde pazarlanan yaratım süreçlerinin ardındaki ortaklıklara, kolektiviteye, etkileşimlere dikkat çekmek gerekiyor bize göre. Bunu yapmaya çabalıyoruz.

'EDİTÖR YAZARIN FİKRİNİ İYİ İFADE ETMESİNE YARDIMCI OLUR'

Dergicilikte editör-yazar ilişkisini nasıl yorumlarsınız? İlk kez bir dergiye yazı gönderen bir yazarın editörle ilişkisi, ona bakış açısı ne oluyor?

Kişiden kişiye değişiyor tabii ki. Ama ilk kez yazı yazanlar daha ziyade, ya kendilerine fazla güveniyor ya da çok güvensiz oluyor; ara noktalara ilk kez yazanlarda daha az rastlanıyor. Editör her iki durumda da kendisini, yazarın fikirlerini daha iyi ifade etmesi için ona yardımcı olan biri olarak konumlamalı. Önemli olan yazarın bakışıdır, biz editörler bu bakışın okura daha iyi ve doğru aktarılması için varız. Fikir çatışmaları da olabilir tabii ki, herhangi bir yayın organı ben her fikre açığım derse yalan söylüyordur.

Ama köşe yazarı mefhumu üzerine kurulu gazetelerden farklı olarak Altyazı gibi dergilerde önemli olan bir şeyi kimin söylediği değil, söylenilen sözdür. Yazara soru sorabilir, yazının yüzeysel kaldığını düşündüğünüz bir tarafını açmasını isteyebilir, hatta dayatmacı olmama koşuluyla onunla fikir tartışmasına bile girebilirsiniz ve bu, çoğu durumda yazının, yani sözün lehine işler. Dergiye ilk kez yazı yazanlarda bu süreç, çok daha fazla emek gerektirir. Yazar ve editör birbirlerini tanımaya başlayana, her iki taraf da yaptıkları işin söz ve düşünce lehine olduğunu kavrayana kadar meşakkatli bir süreç yaşanıyor.

Geçen seneki üretiminiz nasıldı? Ekonomik krizin yaptırımı oldu mu? Krizin sürekliliğinden ve üretiminizin niteliğini etkilediğinden bahsetmek mümkün mü?

Hem ekonomik krizin ve hem de tabii ki onunla bağlantılı olan siyasi krizin, Olağanüstü Hal’in norma dönüşmesinin, dergiye doğrudan ve somut etkileri oldu. Dolara endeksli kâğıt masraflarının giderek artmasından tutun, parçası olduğumuz Boğaziçi Üniversitesi’nde gerçekleşen bütçe kısıntılarına kadar derginin sürdürülebilirliğini tehdit eden birçok faktör var. Ekonomik krizin yanı sıra anti-entelektüelizmin ve siyasi baskıların şiddetini artırması, özellikle de akademisyenlere ve sinemacılara yönelik baskılar, bizim de üzerine bastığımız zemini kayganlaştırıyor. Düşünce üretiminin, film üretiminin önüne konan engeller, özellikle de büyük yayın gruplarına bağlı olmadan kültürel üretim yapan küçük oluşumların varoluşunu tehdit eder.

Tam da böyle dönemlerde söz üretmeye devam etmek lazım. Şu an daha çok bu duyguyla bu işi sürdürüyoruz. Ama ekonomik darboğazın dergiyi hiçbir dönem olmadığı kadar zor bir durumda bıraktığını, kapanmanın eşiğine getirdiğini de söylememiz gerek. Öte yandan geçmişte bu tür zorluklar yaşayan benzer yapıların dayanışma kampanyalarıyla hayatta kalmayı başarmış olması bize umut veriyor.

Sosyal medyanın okur ile iletişimde dergiciliğe ne gibi katkıları oldu? İnternetin üretim ve tüketim bağlamında dergiciliğe etkisi sizce nedir?

Sosyal medya, özellikle yaygınlaştığı ilk dönemlerde okurlara ulaşmamız için önemli bir araç oldu. Altyazı gibi reklam verme gücü sınırlı olan yapıların kendini duyurması ve okurla iletişim kurması için ciddi bir alan açtı. Bir bakıma hâlâ da öyle. Ancak ciddi bir handikabı da beraberinde getirdi. İnsanlar kültür sanat gündemini sosyal medyadan takip etmeye başladıkça kağıda gereksiz bir masraf gibi bakılmaya başlandı.

Şu an dijital yayıncılığa matbunun ikamesi gibi bakılıyor. Oysa matbu bambaşka bir mecra. Matbudan dijitale hızlı geçiş yapan yayınlar kitlelerini kaybediyor. Dijitalin başka, matbunun başka dinamikleri var. Dijitalde tıklanma sayısı temel ölçüt alınıyor; içeriğinizi buna uyarlamanızı talep eden bir tarafı var dijitalin. Yani entelektüel fikir üretimi üzerine kurulu yayınlar için esasında çok uygun bir mecra değil. Onun dinamiklerine göre yeni yapılar inşa ettiğinizde özgürleştirici ve etkili olabilen alanlar sosyal medya ve dijital yayıncılık. Ama var olan bir matbu modeli dijitalleştirmeye kalktığınızda ciddi uyum sorunlarıyla karşılaşırsınız.

Örneğin Arka Pencere’nin matbuya geçmesi, şu dönemde riskli olmakla birlikte mümkün oldu çünkü matbuyu çok iyi bilen bir ekip. Ama aksi yönde bir değişim pek mümkün değil. Matbu, olayları gözden geçirdiğiniz, üzerlerine enine boyuna düşündüğünüz, entelektüel mesafe aldığınız bir alan, sosyal medya ise çok daha büyük bir hız gerektiriyor. Dijital yayıncılığın hızını matbuya uyarlayamazsınız. Öyle ki bugün günlük gazeteler bile geriden geliyor. Ben kendi adıma, internetin illa hızlı tüketim anlamına gelmediğini, insanların internette de uzun ve yoğun yazılar okumaya alışabileceğini düşünüyorum. Ama işin üretim tarafı bu hızı şart koşuyor ve bunu uygulamak için de farklı yapılanmalar gerekiyor. Örneğin Altyazı, sosyal medya ve interneti oldukça erken etkin olarak kullanmaya başlayan yayın organlarından biri olmasına rağmen henüz böyle bir yapılanma oluşturamadı. Bu konuda altyapı çalışmalarımız olduğunu söyleyebilirim ama henüz yolun başındayız.

İçinde bulunduğumuz yıllar itibariyle portal ve dergi sayısının artması durumunu nasıl yorumlarsınız? 70’li ve 80’li yıllara nazaran, niceliğin ve niteliğin –olumlu ya da olumsuz- değiştiğini söylemek mümkün mü?

Aslında bu niceliksel artış, büyük ölçüde bağımsız blog yazarlarının ve film üzerine daha esnek yazma biçimlerinin web alanına uygun olmasından kaynaklanıyor. Kişisel bloglar ya da daha geniş bir kültürel içeriği kapsayan siteler dışında kalan çevrimiçi yayınlara ya da portallara baktığınızda, sinema alanında bir veri tabanı gibi çalışan ya da düzenli film, seans bilgileri veren haber siteleri dışında yalnızca film eleştirisi üzerine şekillenen az sayıda çevrimiçi dergiyle karşılaşıyorsunuz. Yalnızca matbu yayıncılık üzerine kurulu olan 70’li ya da 80’li yıllarla kıyaslamak o bakımdan zor ya da sadece olumlu-olumsuz değişiklikler üzerinden yaklaşmak belki doğru değil. Daha ziyade bu çevrimiçi ortamın daha önce sahip olmadığımız hangi eksikler konusunda film kültürüne katkıda bulunduğunu sormak zihin açabilir.

Örneğin, sinema konusunda teorik ya da eleştirel anlamda ufuk açıcı bir analiz zenginliğini beraberinde getiriyor mu, farklı dillerdeki kaynakların nitelikli çevirilerine ulaşmamızı sağlıyor mu, matbu yayınların cesaret edemediği farklı ölçeklerdeki ya da süreklilikteki içeriklere alan açıyor mu? Bunlara olumlu cevap vermek zor. Dolayısıyla büyük ölçüde beğeni beyanı üzerine kurulu bir online sinema yazma pratiğinin de okuyucu açısından ne derece zenginleştirici olabileceğini sorgulamak gerekiyor. Öte yandan, webin bir ifade alanı olarak, sinema üzerine fikirlerini ifade etmek isteyen insanlar için çok kolaylaştırıcı ve demokratik bir araca dönüşebilmesi elbette umut veriyor ancak bu aracı nasıl kullanmak gerektiği konusunda epeyce kafa yormak gerekiyor.

Yazın dünyasının özellikle Gezi Direnişi ile beraber insanların politikleşmesi sonrası, talep görmesinin dergiciliğe olan etkisi nedir sizce? Bu durum üretiminizi nasıl etkiledi?

Gezi’ye, sadece 2013 Haziran’ı olarak değil de, birkaç yıl öncesinden başlayıp çatışmaların, savaş dilinin ve milliyetçiliğin tekrar ülkeye hakim olduğu 2015’te ciddi oranda sekteye uğrayan bir toplumsal süreç olarak bakarsak eğer, bu dönemde kültür sanat dergilerine yönelik ilginin de doruğa çıktığını görebiliriz. Ama aslında Gezi’ye kültürel üretim ve tüketimi canlandıran bir olgu olarak bakmak doğru değil. Daha çok kültürel üretim ve tüketimin Gezi’nin harcı olduğunu söylemek, karşılıklı bir ilişkiden bahsetmek lazım. Bununla birlikte, Gezi’yi özgürleşme hareketlerinin toplumsal sınırlarını gördüğümüz, bu hareketler arasındaki ortaklaşmanın sınırlarını gördüğümüz bir süreç okumak da daha doğru geliyor bana. Kent hareketleri, sol siyasetler, LGBTİ hareketi ve Kürt hareketinin yan yana geldiği, birbirini tanımaya başladığı, beklenmedik karşılaşmaların olduğu bir süreçten bahsediyoruz.

Yani esasında hareketlerin birbirini tanımaya başladığı, bundan da öte kültür alanıyla politik alanın iç içe geçtiği ve bütün bunların aralardaki çelişkileri, ortaklaşma ihtimallerini ve ortaklaşmanın sınırlarını görünür kıldığı bir süreç bu. Bu süreç, insanların kendilerinin inşa ettiği, yani sermayenin ve devletin kurumlarına bağlı hareket etmeyen iletişim ve haberleşme ağlarını beraberinde getirdi. Bilgi ve haber alma akışının anaakım medyaya teslim edilmemesi, insanların kendi iletişim gruplarını kurması, birbirlerine haber taşımaya başlamaları, yurttaş gazeteciliği mefhumunun yaygınlaşması... Bütün bunlar, kurumsal yapılara tabi olmayan, tabandan gelişen bir iletişime işaret ediyor.

Bu iletişim, kültür hayatında da muazzam bir canlanma yarattı. İnsanlar kendilerini toplumsal süreçlerin izleyicisi değil, aktif bir parçası olarak görmeye başladıklarında daha büyük bir şevkle üretirler, yabancılaşma azalır, cesaret artar. Anaakımın dışında yer alan tüm dergiler gibi bizim de üretimimize doğrudan etkisi oldu bu sürecin. Sinema gündemine yönelik ilgi ve daha da önemlisi sinema alanındaki uygulamalara yönelik söz sahibi olma iradesi (örneğin sansür vakalarında) hiç olmadığı kadar yoğundu. Dergilerin içerik üretimi de bu iradeden beslendi hiç kuşkusuz. Bir sansür vakasında yüzlerce sinemacı yan yana gelip iradelerini ortaya koyarsa hiçbir yayın organı buna sessiz kalamaz, dergilerin içerik üretimi de buna bağlı olarak şekillenir, politik iradeyi sahiplenir hale gelir. 2014 ve 2015’in ilk yarısında olan buydu.

Gezi’deki karşılaşmalar ve politikleşmeyle birlikte çelişkiler de yüzeye çıktı, kültür alanında konuşulmayanlar konuşulmaya başlandı. Ancak 2015 yazıyla birlikte, bahsettiğim tabandan gelişen sosyal iletişim ağının, sınıfsal, bölgesel ve politik sınırları olduğunu daha net olarak görmeye başladık. Siyasi baskı, savaş dili ve özgürleşme hareketlerinin kendi sınırları, çelişkilerin üzerini örtmeye başladı. Kültür hayatı, karşılaşmalarla canlanıyor ve bunun sonucunda da çelişkilerin yüzeye çıkmasıyla. Bu ortadan kalktığında yeniden kutuplara çekilme, kurumsallık ve kemikleşme hakim oluyor kültüre. Örneğin, biz temelde bir film analizi dergisiyiz ve analiz ettiğimiz filmlerin önemli bir kısmı da bu ülkede meydana gelen olaylar üzerine. Eğer bir değişim ihtimali görmüyorlarsa insanlar niye analizle ilgilensin? Eylem ve teori birbirini besler, statüko hakim olmaya başladıkça teoriye ilgi de azalır.

Ancak yine de düşündüğünüzde, bugün siyasi iktidar güdümünde olmayan bilgi ve haber üreten oluşumlarının birçoğunun varlığının Gezi sürecine dayandığını görürsünüz, ya da sinema gündemi üzerine söz hakkı talep edilmesini sağlayan bir araya gelişlerin temellerinin bu süreçte atıldığını. Bugün bu oluşumlara kitlesel katılımın azaldığını söyleyebiliriz. Ancak kültür hayatının aktif bir parçası olma hali toplumsal bir mevzu; bu yüzden de yok edilebilecek bir duygu, silinebilecek bir hafıza değil. Bunun yeniden kazanılacağını düşünüyorum. Bu yüzden ekonomik krize rağmen, yayıncılığa bugün adım atanların bizden daha şanslı olduğunu söyleyebiliriz. Zira 2001’de biz Altyazı’ya başladığımızda hem ekonomik kriz vardı hem de sinizm ve atalet çok daha yoğundu, adeta kemikleşmişti. Bugünse farklı bir durum var, beklenmedik bir politikleşmenin ardından gelen siyasi baskılar, korku, kenara çekilmeler, sınırlar ve duvarlarla yüz yüze gelişler...

Politik gündemin ve kültür endüstrisine yansımalarının adeta korku duyulacak bir şey haline gelmesi; yeni politikleşmiş insanların reel toplumsal olaylara özel hayatlarını ve psikolojilerini tehdit eden haberler gibi bakmaya başlamaları... Bu gibi unsurlar, gündemle ilişkilenen dergilere ilgiyi azaltıyor kuşkusuz. Ancak bu ataletten çok bir kenara çekilme hali. Bugün dibe itilmeye çalışılsalar da Gezi sürecinde yüzeye çıkan çelişkiler, çok uzak olmayan bir zamanda tekrar su yüzüne çıkacak ve kültürel üretim de tekrar canlanacak diye düşünüyorum.

Yazın dünyasını biçimsel ve içeriksel olarak şekillendiren ilk ortamın dergiler olduğu düşünüldüğünde, yazarın yazdıklarını matbu bir mecrada ilk olarak dergilerde görmesinin etkisiyle, dergilerin yazara vaat ettiği şeylerden en önemlisinin özgüven olduğunu söylemek mümkün mü? Dergiler, yazara ne vaat eder? Ya da karşıtını da sormak mümkün: Yazar, dergilere ne vaat eder?

Tam aksine dergiler yazara özgüveninin törpülenmesini vaat ediyor diyebilirim. Zira matbu dergilerin, yazıların çoğu kez hızlı bir tashihin ardından yayımlandığı dijital ortamlardan temel farkı ardındaki editoryal süreç. Ya da bize göre olması gereken bu, diyelim. Geri bildirim, fikir alışverişi, maddi hata kontrolü ve ideolojik tartışmaları kapsayan bu yoğun süreçte yazarların kendine güveni kırılır daha ziyade. Yani bir yazınız yayımlandı ve özgüven sahibi oldunuz gibi bir durum yok. Matbu dergiciliğin yazara vaat ettiği daha çok, bir kolektifin parçası olma ve birlikte ürettiğini hissetme hali. Karşılıklı güçlü bir iletişim ve emek gerektiren bir şey dergiye yazı yazmak. Yazara kattığı da bu; ona belli bir film ya da konu üzerine uzunca düşünerek, başkalarıyla tartışarak söz söyleme, fikirlerini, kendini ifade etme yollarını sınama şansı veriyor. Bu süreç, aslında sadece işin mutfağında yani editoryal süreçte de bitmiyor, yazı yayımlandıktan ve okurla buluştuktan sonra da devam ediyor fikir alışverişleri.

'DÜŞÜNSEL ÇEŞİTLİLİĞİ ÖNEMSEYEN VE TEŞVİK EDEN...'

Türkiye’de dergi mefhumunun önemli bir gelenek olduğunu söylemek mümkün. Geçmişten bu yana, pek çok yazar bir araya gelerek ortak üretim yapmış, dergiler çıkarmıştır. Kendinizi yakın bulduğunuz bir gelenek oldu mu? 200 sene sonra bugünlerden bahsedildiğinde, üretiminizin hayatla olan ilişkisinin nasıl tanımlanmasını istersiniz?

Türkiye’de 60’lardan itibaren çıkan dergileri hatta daha eskilerini kişisel meraklarımız ölçüsünde takip etmişizdir. Özellikle 60’ların sinema ortamını büyük ölçüde belirleyen Sinematek Derneği ve Onat Kutlar’ın başını çektiği Yeni Sinema dergisi o dönemki tartışmaları konumlandırmak açısından kayıtsız kalınamayacak bir öneme sahip. Sinema yazınıyla ilgilenen herhangi birinin 80’lerde çıkan Ve Sinema ya da 90’larda 25. Kare’yi eline almamış olması, aldığında heyecan duymaması mümkün değil. Halen geriye dönüp bakıldığında saklı hazineler barındırır bu dergiler. Ancak bizim doğrudan dayandığımız bir gelenek olarak bunların herhangi birini zikretmek de doğru olmaz herhalde.

Altyazı büyük ölçüde film teorisinden beslenen, Türkiye’deki tarihsel örneklere bakmakla birlikte, film eleştirisinin dünyadaki önemli örneklerinden ve ekollerinden ilham alan ve Boğaziçi Üniversitesi Mithat Alam Film Merkezi etrafında kendi içinde paylaşımcı, tartışmacı bir film kültürü ortamında üretmeye başlayan insanlar tarafından kuruldu ve bu ‘sinema üzerine düşünme ve tartışma’ tarafını hep ilk günkü gibi canlı tuttu. 200 sene çok uzun bir süre ama geriye dönüp baktığımızda herhalde en çok görmek istediğimiz şey, sinemanın dünyayla olan bağını hiç göz ardı etmeden, kültürel alanın özgürlüğü için mücadele eden, düşünsel çeşitliliği önemseyen ve teşvik eden, eleştirel aklı canlı tutmaya çalışan sorumlu ve zenginleştirici bir dergi olarak hatırlanmak olur.