Faris Kuseyri: Orontes Irmağı'ndan akanlar...
Faris Kuseyri'nin kaleme aldığı Orontes Mensurları Islık Yayınları'ndan çıktı. Şair, dilin anlam, ritm ve ses özelliklerini, yörenin sözlü geleneğini şekillendiren Arapça deyimleri birer müzik notası gibi kullanıyor. Halk inançlarının, kadim geleneklerin kutsal kişi ve metin adlarını, konuşma dilinin öğeleri ile betimlemesi, zaman zaman lirizmin etkisini arttırmış, zaman zaman pastoral yapıyı güçlendirmiş ya da trajedi yönünü, ağıt tonunu yükseltmiş bulunuyor.
Neval Oğan Balkız [email protected]
DUVAR - “Orontes Mensurları” Faris Kuseyri’nin ilk şiir kitabı. Kitap, adını taşıdığı (Orontes) Asi ırmağı gibi, destan tadında okunan, her biri ötekine “ilmik atmış” tek bir ırmak oluşturan yirmi altı şiirden oluşuyor. Şair uzun şiirin yazınsal, yapısal olanaklarını kullanarak, aynı coğrafyada birlikte yaşayan farklı kültürlerin iç içe geçmişliğini, tarihsel olan ile güncel olanın aynı zamanın katmanları arasındaki sürekliliğini, şiir ile nesir/düzyazı arasında bir yerde duran “mensur (1)” tarzında dile getiriyor.
Ait olduğu bu coğrafyanın haritasını; kadim kültürlerin tarihten süzülüp gelen hikâyelerinden, matemlerinden, sürgünlerinden, toprağa olan sevdalanmışlıklarından, gizemleri ve inançlarından, özlemlerinden, sabırla taşıdıkları sır’larından, hüzünlü öfkelerinden ve umutlu başkaldırılarından imgelerle çiziyor; tecrübesi, hafızası, arzuları ile onu renklendiriyor, şiir ile tanımlıyor. Sabırla örülmüş, damıtılmış bir incelik ve imge yoğun bir duygusal ve düşünsel deneyimi, gerçekçiliği ve yaratıcı düş gücünü birleştirerek aktarıyor.
Kitabın başlangıç şiiri “Adınla başlarım” seslenilen öznenin; kutsal, sonsuz ve vazgeçilemez olduğunu, mistik olan ile gerçek olanı bir arada içerdiğini, sürekli olanın içinde eskimekte, yenilenmekte ve tamamlanmakta, belki bir anlamada üretilmekte olduğunu lirik bir şekilde dile getiriyor.
Şiir “toprağın da gölgesi olur” diye başlıyor. Tek başına bu mısra, şairin poetikasını açıklar niteliktedir. Varlıksal ve imgesel bir öz olarak gölgesi olan “toprak”; yaşamın gerçekleşmiş, kavranmış her anında, anlık güçlerimizin tümünü ifade etmektedir. Bu an içinde “geçmiş ve gelecek, yaşanmış kimi şeylerin korunduğu ve yaşanacak kimi şeylerin de tasarlandığı dayanak olarak” belirir. “Eskir anılar eskir yüzüm” derken şair, bir anlamda geçmişi ve geleceği, diğer bir deyişle tarihsel olanla imgelemsel olanı, kendi yaşadığı anda birleştirir. Yaşantının bu özelliği, diğer kişilerin yaşantılarını imgelemsel olarak yeniden üretirken de yinelenir. “yalnız kuyruğu yenilenir kertenkelenin” mısrası, bu yinelemeyi dile getirir.
Şair; “...kundakta sabreden yatağanın söyleyeceklerini ben de biliyorum” derken, geçmiş ile geleceği birleştirmiş olduğu an’ın bilgisine sahip olduğunu vurgular. Bu bilginin taşıyıcısı olan zamana; “ey beni zemberek zehrine gark eden katmerli zakkum. sana söylediklerimi onlara anlat” diye seslenir; “onlara de ki yürek parmakuçlarında atar bazen”! Şaire göre varıksal öz, gelip geçmektedir yüreğin parmak uçlarında attığı zamanlarda ancak, yankısı duyulmaktadır.
Tarihsel figürler, mitolojik kahramanlar ve kültürel unsurlar Kuseyri’nin şiirinde önemli imgesel karakterler olarak çıkıyor karşımıza. Örneğin “Antioch ad orontem” şiirinde, Antakya’nın kuruluş efsanesini, şehre gelen halkların ait oldukları kültürlerin simgelerini, epik ve lirik olarak ağıtçı bir anlatımla dile getiriyor. Bazalt Hitit aslanları, şarkı söyleyen Kaknus (masal kuşu), Fenike sakallı güzel adamlar, MÖ.3 yy. Antakya’yı işgal eden Palmira Kraliçesi Zenobia , Casius (Cebel Akra denilen yörenin önemli dağ zirvesi) Zeus Kartalı (Antakya şehrinin kurulacağı yeri işaret eden kartal), Darius (efsanevi Pers hükümdarı) ve Lazarus (İsa’nın dirilttiği kutsanmış erkek) çıkıyor karşımıza. Habib Neccar, sol elinde kendi başını tutarak (“Yadinci gece” adlı şiirde) “ve korkma hakikatın beyanından” diye seslenmektedir Silpius’tan.
Şair, imge ve anlatılarını sınırsız bir zamandan süzmüş, tarih ile bugün arasında an geçişleri yapmış olsa da, aslında aynı zamanın farklı katmanlarında geziniyor.
Eskinin şiirini yazmıyor Kuseyri. Eskiye yaptığı göndermelerle, eskinin bugüne getirdiği geleneği, duyguları, acıları, emekleri, gizemi ve sırrı; tarih bilinci ve bellek izleriyle bugün için yeniden keşfediyor, bugünün içinde yaşamı yazıyor. Yaşanmış olanı, yaşanmakta olanı ve yaşanacak olanı bir arada anlatan an’a odaklanıyor. An’ın soluğunu duyumsatıyor.
“ …bilin ki uyanacağını bilen lazarus gibi ölüme yatmaktan evladır, öleceğini bilerek tarihini yaşamak” diyor. “Yaşantı hali bizim kişiselliğimize bağlıdır. Bu hal belli belirsiz de olsa, içinde bulunduğumuz yaşama ortamından yükselir ve aynı ortam içinde yerini bulur”. Şairin bize söylemek istediği budur.
R.G.Collingwood’a göre; “tarih bilinci olmadığı zaman insanlar, işaretlenmemiş bir zaman denizi içinde yalpalayıp durmaya mahkum olurlar”(2).
Şair zaman denizi içinde yalpalamadan, işaretlenmiş, sağlam bir zaman düzlemine oturtuyor şiirini. Bir anlamda geçmişi ve geleceği, diğer bir deyişle tarihsel olanla imgelemsel olanı, kendi yaşadığı anda, eyleminde birleştiriyor.
“…her şairin hesabına bir şehir düşer” ( Taksız caddeler) diyor şair, kendi hesabına düşmüş olan Antakya’nın “kahramanlar çağına, hiç yaşamamış halkının tarihine ateş taşırken”. Hep “mağlup olmuş komutanların taksız caddelerden geçişlerine tanıklık eden “yaseminlere, sedirlere, defnelere de deniz suyu taşımaktadır” diğer yandan, bu ateşi söndürsün diye. Ancak, “akışsız suyun da hatırası var, demişti babam.unutmadım” dizesinde anlatılan bilge sabır, ağır basmaktadır şiirde.
ÜÇ DİLLİ DUALARIN MEMLEKETİ
Şairin şehri Antakya gibi görünse de, aslında çok daha geniş bir topografyaya uzanmaktadır şiiri. Zeytinin, yaseminin, turuncun, defnenin, zakkumun, karaincirin, mersin ağacının ve sığlanın toprağıdır anlattığı.“Denizden dağ öğrenenler” ile “dağda deniz düşleyenlerin” (Üç dilli dualar) memleketidir onun imgelediği. “Duvarların ardında üç dilli duaların” edildiği; “mar corcus’a bebek isa’ya, meryem’e” adaklar adandığı; “kayin ve evel’i anlatan ester teyzenin”; “sürülen son süryani’nin; ölen keldaniyi mezarsız kalmasın diye hıdır türbesine defneden arap alevi şıhının; çardak bayramını kutlayan yahudinin; “metruk rüzgarların uğuldadığı kadim kiliselerini” musa dağ’da bırakmak zorunda kalan ermenilerin ve yetmiş ikinin yarımının memleketidir. Çünkü “birdir onların öyküsü ve yazılmaz kitaplarda”. O nedenle anlatır şair
“güzelliği çürüyen astarte’yi”.
Bilir “karafaki ardındadır karagüneş. o neşeli sözler o gülüşlerle gizlenen hikaye” anlatılmalıdır. “Baktığı yerde taş duvarların ağladığı, yeminli kadınların gözlerine sürme çekmediği, hurma çekirdeğinden bin yıllık kolyelerin unutulduğu, acı suyun incir rakısını zehirlediği,sekili toprakların çiğnendiği ,bilenen bıçakların, yontulan kargıların rüyalara kan bulaştırdıkları o acılı toprağın hikayesidir bu. Dokunur bu toprağa şiiriyle, “unutulmasınlar diye” ses verir onlara. Tanıklığın ağırlığını taşır, acılarını duyar vicdanında, belleğinde; farkına varılsın diye dillendirir acıları ; farkına varılıp paylaşılsın diye, paylaşılıp azalsın diye. Bu coğrafyada yaşayan, dualarını üç dilde yapan farklı kültürlerin acılarını, ötelenmişliklerini, yok sayılmalarını siyaset dilinin basitliğine, tek düzeliğine tenezzül etmeden bütün tarihi imgelerle anlatır. Popülist söyleme asla girişmez.
Bir ütopyası vardır onun, gelecek acısız olacaktır, “güzellik uyanacaktır”..”sıcak yeller güneyden esiyor. uyan ey güzellik, şarkılara ve incir rakılarına uyan” diye haykırmaktadır (Güzelliği çürüyen astarte). Bu çağrısı “ çocuklar sabah çayının buğusundan, ekmekten ve hürriyetten uzak kalmasın” ; “diller ve gece şarkıları susmasın” diyedir.(Güzel yüzlü çocuklar). “Unutmadım” demektedir en çok. Çünkü umutludur; “yivli yaralar da iyileşir” (Adınla başlarım) bilmektedir. “O sarsılamaz sandığın kalelerin toz zerreleriyle yıkıldığını biliriz”.(Rüzgarın savurduğu). “Hatırlaman için” sözünü söylemektedir “…taş avlun solar düşmüşü kaldırmazsan, ekmek çürür çalışmazsan”( Yedinci gece). Haksızlığa karşı isyanını diri tutmaktadır. “…Dirilsin çelik hıncınla ve haram olsun uykular mazluma musallat olanlara” . Sabırla yinelemektedir. “durulmaz ruhlarımız ve saklı kalır gür sesimiz ve çözülmez olur yumruğumuz”(Ağıdını bulan ölü).
'ANNELERİNİN ÇİÇEKLİ DİLİNİ SIR GİBİ SAKLAYANLAR'
Onun tiplemeleri toprak insanlarıdır, köylülerdir, üretenlerdir. Gün gelip topraklarından zorla sökülüp götürülenlerdir. “Öğle sıcağında göğ uykusuna dalan topraksız fellahlardır”. Onlar “bir yılda üç defa hasad edip yine de yoksul olanlardır”(Buhayre). Onlar “adları güzel, ekmekleri güzel ve çocukları güzel” olanlardır. Onlar “ilençleri güzelleyen, övgüleri utançla unutmaya çalışanlardır”. Onlar “kıssaları dinlerken titremez miydi ellerim. kaburgalarım baş eğip gıcırdamaz mıydı” diye soran iman edenlerdir (Rüzgârın savurduğu).Onlar “kendi içime düştüm sonra , el alıp dedemin rahlesinden” diyen söz’ün izini sürenlerdir( Kara günler ve şiir). Onlar “sırrı biliyorum” diyenlerdir (Ağıdını bulan ölü). Onlar (askeri darbeler döneminde) “karanlığın saltanat kurduğu zamanlar da, ömürleri cürümleri kadar uzayanlardır”. Onlar “çocuk olmanın uslanmaz neşesini bir adımda geçenlerdir”. Onlar “evlatlarına aşkları ve lisanları yasaklananlardır”. (Eylülden sonra evimiz). Onlar“sular gibi yaşayıp mevsimlik kuşlar gibi ölenlerdir”. Onlar; “südü unutmuş bakraçlarıyla taşı sulayan” yüksek duvarlar arasında, sinemasız bazen radyosuz makyajsız bazen aşksız yaşayan” kadınlardır, kokularını “arap yaseminlerine” açanlardır (Taş sulayan kadınlar). Onlar ki “güherçile çiçekleriyle solmadan önce yurtları; “serin ağaçların gölgesinde uyuyan,,… tepeli üveyiklerden kardeş seçenlerdir”. “onlar bir sır gibi saklarlardı annelerinin çiçekli dilini”.(Güherçile çiçekleri)
HAFIZASI MÜZİK ŞİİR
Şair, anlattığı coğrafyanın atmosferine sesleri, renkleri, kokuları, tatları katar, onlar imgelerinin en güçlü özneleridir. .”bin yıllık buhurlar tüterdi toprak çanaklarda” ,”kara zeytinin çekirdeğine gizlenen mutluluk defne yaprağının damarında nabız uran tatlı sevinç”(Güherçile çiçekleri); “ pirinç havanlarda ezilen portakal çiçeği”, “ilk yaz asma filizi ve yasemin kokarken”(Güzelliği çürüyen astarte). “kadehlerde rayihalı şaraplar gördük”(Herkül’ün ayakları dibinde iki kesik baş). “baharlı çökelek ve yağsız ekmek yerken, antilübnan dağlarından gelmiş sedirlere çatarken çadırımızı”(Kara günler ve şiir). Bu imgeler, tıpkı toprak, dağ, deniz, şelale, güneş vb. gibi şiiri kendi içinde var eden “doğanın kendisinin de şiirde politik bir kimlik” (3) taşıdığının ifadesidir.
Şair, dilin anlam, ritm ve ses özelliklerini, yörenin sözlü geleneğini şekillendiren Arapça deyimleri birer müzik notası gibi kullanıyor. Halk inançlarının, kadim geleneklerin kutsal kişi ve metin adlarını, konuşma dilinin öğeleri ile betimlemesi, zaman zaman lirizmin etkisini arttırmış, zaman zaman pastoral yapıyı güçlendirmiş ya da trajedi yönünü, ağıt tonunu yükseltmiş bulunuyor. Arap müziği, şiirin hafızası olarak; “masamızda sağır ferit ve ümmü gülsüm var. kahire radyosunda, ehlen ve sehlen, hüzünlü şarkılar.”(Güzelliği çürüyen astarte). Mısralarında olduğu gibi, nağmelerde taşınan anıların gölge imgesini yansıtıyor.
ŞİİRLER AKLIMIZA ŞAİRLERLE GELİR!
Şiir nedir? Sorusuna Octavio Paz: “Gerçekte şiir diye bir şey yoktur. Ozanlar vardır.” şeklinde cevap verir. Bunun nedenini de M. Altıok (4) şöyle açıklar: “Şiir, şairin duyarlılığına, sözcük ve konu dağarcığına, şiir anlayışına ve bütün bunların biçimlendirilip şiir olarak ortaya konmasına bağlı olarak vardır. Şiirin varlığı, daima bir şair kişiliğinin imzasını taşır. Şiir her seferinde şairine bağlı olarak var olur. Şiirler aklımıza şairlerle gelir.”
“Orontes Mensurları”, bir şair kişiliğin imzasını taşıyor. Bu şiirler ve daha niceleri gelecekte aklımıza Faris Kuseyri ile düşecek. Zira, “İyi bir sanat eseri,” diyor T.S. Elliot (5): “Öz ve biçim bakımından kendine has yenilikler getirecek, çağının gerçeğini yarattığı halde, gelenek çizgisinden sapmayan eserdir.”
Karşımızda bunu iyi bilen bir şair var.
Kaynakça
1. “Mensur şiir, şiirin cümle yapısı ve ahengini koruyan, ancak ölçü ve kafiyeye bağlanamayan; şairâne bir konuyu, his, hayal ve düşünceyi kısa şekilde ve yoğun bir üslupla anlatan düzyazı türüdür. Mensur şiirde olay örgüsü de vardır. Bu özelliğiyle, öykü ile şiir arasında bir tür sayılır. Dil ve anlatım bakımından şiire benzer. Ancak ölçü ve kafiye yoktur. Düzyazı şeklinde yazılır.”
2.R. G. Collingwood, Tarih Tasarımı, Çeviren: Kurtuluş Dinçer, Doğu Batı Yayınları, Ankara 2007, S..281, 283
3.Kaya Özsezgin “Doğa ve Yaşam Perspektifinden Sanat” ,Cumhuriyet Kitap, Sayı 1193, 27.12.2012.
4. Metin Altıok, Şiirin İlk Atlası, Promete Yayınları, Ankara,1992,s.11.
5. Thomas Stearns Eliot', “Edebiyat Üzerine Düşünceler” Paradigma Yayınları, İstanbul, 2007. s.137.