Kaç İstanbul var? Üç mü yalnızca?
Türkiye Cumhuriyeti, sır değil, tarih denen şeyle epey kavgalıdır. Uzunca bir süre tarih, bir hamaset makinesidir. Ondan daha da uzun bir süre ise tarih, “Bakın aslında bunlar oldu, siz yanlış biliyorsunuz/hatırlıyorsunuz,” bahanesinin gürültülü perdesidir.
DUVAR - Bettany Hughes, tarih meraklılarının yakından tanıdığı bir figür. BBC, National Geograpfic, The History Channel gibi kanallara filmler, belgeseller yapan bir figür. Aynı zamanda dünyaca bilinen bir yazar ve London King’s College’da araştırma görevlisi. “Üç Şehrin Hikâyesi” alt başlıklı İstanbul kitabı, İngilizceyle neredeyse eş zamanlı olarak Türkçede yayımlandı Alfa Kitap etiketiyle. Tercümesi Abdullah Yılmaz’a ait, editör Gökçe Çiçek Çetin.
Sert kapak, oldukça hacimli bir kitap bu; diziniyle beraber 824 sayfa. Toplam sekiz kısımdan oluşuyor, her kısım aslında İstanbul’un bir dönemini işaret ediyor: Byzantion, Konstantinopolis, Yeni Roma, Dünyanın Gözdesi, Savaş Şehri, Allah’ın Şehri, İmparatorluk Şehri, son olarak da Ayaklanma ve Fırsatlar Şehri. Tasnifler, sadece isimlerle değil, her bölümün başındaki oldukça isabetli alıntılarla da belirleniyor. Bütün kitabın epigrafları konumunda olanlar ise dört adet ve gene bütün zamanı –sanki– tarif ediyor. Von Hammer’in çevirdiği “Osman’ın Rüyası”, IV. Haçlı Seferi’nden Geoffrey’nin cümlesi, Lamartine’in ve IV. Murad’ın söyledikleri, kitabın alınlıkları olarak duruyor. 1280’e tarihlenen Osman’ın Rüyası alıntısı, Nedim’in meşhur dizesini anımsatıyor: “İki safir ve iki zümrüt arasına oturtulmuş bir elmas... bütün dünyayı kucaklayan koca bir hükümdarlığın yüzündeki paha biçilmez taş...” Nedim’i anımsatıyor insana der demez: “Bir gevher-i yekdâne iki bahr arasında”.
Akademik disiplin yahut kuramsal/kavramsal metinlerin üzerinde uzlaşılmış amentülerinden biri, yazanın malzemesine koyması gereken mesafedir. Sosyal bilimciler için bilhassa zor bir şeydir bu (ki, Türkiye sosyal bilim dünyası bu amentünün zıddıyla üretilmiş metinler cennetidir). Çünkü bahsi geçen mesafe, sırf sevmek gibi bir bağlamın sorunu değildir; esasen ideolojik bir durumdur. Türkiye Cumhuriyeti, sır değil, tarih denen şeyle epey kavgalıdır. Uzunca bir süre tarih, bir hamaset makinesidir. Ondan daha da uzun bir süre ise tarih, “Bakın aslında bunlar oldu, siz yanlış biliyorsunuz/hatırlıyorsunuz,” bahanesinin gürültülü perdesidir.
Nesnel iddia taşıyan metinlerin malzemesine mesafeli oluşunun epeyce karıştırıldığını da biliyoruz; bu, malzemeye zoraki bakmak, bir an önce metni nihayete erdirmek ve bilgi istifi yapmak da olmamalı. En azından okuyucuya (metinler nihai olarak okuyucuya yazılıyor, hocalara yahut jürilere değil) bunu hissettirmemesi gerekir. Mesafe ile sevgisizlik karışınca kuru, ne idüğü belirsiz, yavan ve çoğu zaman da metinler oraya çıkıyor. Hughes, hem malzemesine (İstanbul’a) büyük bir sevgi duyuyor, hem de akademik bir metnin her şeyden önce gerektirdiği mesafeye sahip. Bunun içinde sırf “Müslüman İstanbul”a mesafe yok, Yunanlı diskurunu da sarakaya alıyor: “Tarih denen şeyi icat eden ve bu yüzden onun içine kendilerini koymakta son derece mahir olan Yunanlar, antik Byzantion’un kendilerinin kurduğu bir yerleşim yeri olduğunu öne sürmüşlerdir.” (s. 44)
Kitapta İstanbul’un tarihine ve yakın geçmişine dair o kadar çok şey öğreniyor ki insan, alıntı yapmak bile güç. Sadece öndeyiş kısmında dört beş kısmın altını çizmişim. Mesela Bizans imparatorluk sarayının sürgünlerinin altın burunlu olması detayı çok acayip. Yahut “Rum Ateşi” detayı, yahut Meryem ikonlarının şehri koruduğuna dair inanç yahut Yüzüklerin Efendisi’nin esin kaynaklarından birinin İstanbul’la alakalı olması ve hatta 15 Ağustos günü Hıristiyan dünyanın her yerinde insanların Meryem’e şükran sunmasının İstanbul’la alakalı bir şey olması. Hususi alakamın olduğu ve pek rastlamadığım kimi etimolojik detaylar da oldukça bol. Şu da “özel isimler” açıklaması bölümünden: “Yunanların kendileri bu yere en azından MS 10. yüzyıldan itibaren Stinpolin, Stanbulin, Polin ya da Bulin demiştir. Osmanlıların fethi sonrasında, Türkçe Stanbulin, Stambol ya da İslam-bol arasındaki makul bir benzerlik vardır, İslam-bol’un dinsel tınısından hoşlanmakla birlikte, 20. yüzyıla kadar Osmanlılar şehre, Arapça el-Qustantiniyya’dan esinlenerek, Kostantiniyye ya da Kostantiniye de demiştir. (...) 1500 yılı aşkın bir süredir, konuşmalarda ve metinlerde bu şehir basitçe He Polis –O Şehir– ya da Ten Polis –O Şehre– olarak anılmıştır; Bizans İmparatorluğunun Çincedeki adı, Polin’in bozulmuş bir hali olan Fulin’dir.”
Uzun alıntılar yapmak çok mümkün ama şehrin etkilerine dair söylenen şu cümleler alıntıya değer: “Büyük olsun küçük olsun, nereden baksan, bu şehre ve yaşattığı kültüre sandığımızdan çok şey borçluyuz: lingua franca terimi, Bakire Meryem’e Tapınma, İznik Amentüsü, Roma adı, pasaportlar, çatal, şoven milliyetçilik [jingoizm], bazılarının kendilerini Beyaz Kafkasyalı diye tanımlaması, modern Batı hukukunun temeli... Bütün bunlar, İstanbul’un ateşinde tavlanmıştır. Yunan draması, Roma felsefesi, Hıristiyan metinleri, İslam şiiri...”
İstanbul açık bir kitap. Bu kitap, bu açık kitabın, şu an düştüğü bütün hallerine rağmen ne denli dehşet verici ve büyüleyici olduğunu söylüyor.