Rönesans'tan modernliğe siyaset
Siyaset böylelikle, bugün kamusal adını verdiğimiz bir alanda temellenecek ve/veya temellendirilmeye çalışılacaktır. Böylelikle bu kamusal alanın, yani siyaset alanının kurucu ilkeleri sorunuyla yüz yüze geliriz.
DUVAR - Modernliğe ilişkin bakış açımızın konumunu, tarihsel bakımdan büyük oranda değiştirmiş olan Annales Okulu tarihçilerinden beri, modernlik, kendisinden hemen önceki bir dönem olan Rönesans’tan bağımsız bir biçimde ele alınabilir bir konu olmaktan çıkmıştır. Modernlik genellikle eskiye ilişkin bütün epistemolojik biçimlerin bir terki olarak okunur. Bununla birlikte eski semantik zeminin çökmüş, yeni bir semantik zemininin ise henüz inşa edilmemiş olduğu ve bu nedenle de bir bilgi dönemi değil de bir duyuş dönemi olan bir Rönesans olmaksızın, modernliği ne bir durum olarak ne de bir durumun içinden bir felsefe yapma etkinliği olarak -yerli yerinde- konumlandırmak olanaklıdır. Rönesans’ın, modernliğin bir tür kökeni ya da tarihsel dayanağı olarak incelenmesi, bu yazının kapsamını elbette aşmaktadır; fakat insanlık durumundaki değişimlerin keskin kopmalar biçiminde gerçekleşmediklerini ortaya koymak açısından, modernliğe ilişkin her söz alış, zorunlu olarak Rönesans’a da -göz ucuyla da olsa- bakmak durumundadır.
Burada esas olan Rönesans’la birlikte neyin parçalandığından çok Rönesans’ın parçalama işini nasıl gerçekleştirdiğidir. Rönesans, bir bilme tarzı olmaktan çok bir duyuş, hissediş tarzıdır. Eski bilme tarzlarını tam da bu duyuş gücüyle ve aracılığıyla parçalamıştır. Eski akılsallık modeli çökmüştür, ama henüz yeni bir Logos ortaya çıkmış değildir. Hatta biraz metaforik bir anlatımla, bu yeni-Logos’un içine yerleşeceği uzamın (ve elbette mekânın) inşa edilmesini beklediği ve bu inşa sürecini dışarıdan bir yerlerden seyrettiği bile söylenebilir: Modernliğin tininin Rönesans adı verilen bir kapının önünde, içeri girmek üzere beklemesi.
KIRDAN KENTE
Bu tinin mekânı kenttir ve adeta kentin, kent olarak kendi tamlığına ulaşmasını, yani aslında kendi içindeki köylülüğü ve kırsal unsurları tasfiye etmesini beklemektedir. Hobsbawm bu tasfiye sürecinin sonundaki durumu şu biçimde tarif etmektedir: “Gerçek bir kentli, çevresini kuşatan taşraya, zeki ve bilgili birinin güçlü, kalın kafalı, cahil ve aptal kişilere duyduğu küçümsemeyle bakardı. Kent ile kır, ya da daha doğrusu kent işleriyle tarım işleri arasında kalın bir çizgi vardı.” Hâlbuki Rönesans insanı -şu ya da bu biçimde- hâlâ köylüdür. “Girelim ve bakalım” der Lucien Febvre, “Tıpkı kırda olduğu gibi, her ailenin kendi evi var. Tıpkı kırda olduğu gibi, her evin arka tarafta bahçesi var, buralarda bostan yetiştiriliyor. Ve gene tıpkı kırda olduğu gibi -çünkü kent hayatı birazcık değişmiş kır hayatıdır- her evin ambarı ve bu ambarında saman, buğday, kış erzakını yukarı çıkartmak için bocurgatı ve üst katta kapağı vardır. Her evin, hanımın ve hizmetçilerinin bütün hafta boyunca yemek pişirdikleri fırını vardır. …İşte kent budur. Kır onu istila etmektedir. Evlerin içini bile istila etmektedir.”
Kentin kent hüviyetine kavuşabilmesi için hem bu istilanın sona ermesi, hem de kentin içine almış olduğu kırı öğütmesi, kendinin kılarak dönüştürmesi gerekmektedir. Bu dönüşümle birlikte yönetim aygıtları da farklılaşacak, somut bir toprak üzerindeki somut egemenlik tarzları, yerlerini yine somut bir toprak üzerinde, ama daha soyut bir uzamsallık içerisinde konumlanmış egemenlik tarzlarına bırakacaklardır. Bir merkezden çevreye doğru yayılan bir ağ, bir şebeke biçimindeki yeni siyasallık tarzı, sadece egemen olunan alanın sınırlarının belirlenmesinden sonra, bu sınırlar içindeki somut hükümranlık biçiminde beliren siyasallık tarzının yerini alacaktır. Kentler üzerinden biçimlenen yeni siyaset tarzı kendisine bir merkez (bir başkent) seçecek, diğer kentleri de bu merkeze bağlı bir biçimde bir siyasal örgütlenme içerisine kaydıracaktır. Coğrafyanın idari birimler biçiminde yeniden inşa edilmesi… Böylelikle Max Weber’in dünyanın büyüsünün bozulması olarak tarif ettiği durumun, siyaset alanındaki ilk görünümüyle karşılaşmış oluyoruz: Toprak üzerindeki kutsal egemenlik, yerini örgütlenmeye bırakmaktadır. Geleneksel toplumlarda görülen büyü ve tanrıların bulunduğu doğaüstü alana inancın sistematik ve akılcı düşüncenin baskısıyla ortada
n kalkması süreci olarak tanımlanan büyü bozum… Artık “uluslararası hukuk” biçiminde bir kavram da yavaş yavaş insan dünyasına girmeye başlayacak ve kutsal savaş doktrinleri, yerlerini haklı savaş doktrinlerine bırakacaklardır. Bu dönüşümle birlikte yeni siyasal birlik arayışları ve modelleri ortaya çıkacaktır. Din siyasal anlamda gerilemekte, bugün “özel alan” olarak tarif ettiğimiz bir alana doğru itilmektedir. Bu sürecin savaş teorilerindeki ve pratiklerindeki dönüşümle iç içe gitmesi bile başlı başına incelemeye değer bir konu; “Savaş mı siyasetin başka araçlarla devamıdır, yoksa siyaset mi savaşın başka araçlarla devamıdır” sorusu eşliğinde.
ÖZEL ALAN & KAMUSAL ALAN
Bu dönüşüm uğrağı, açıkça adlandırılmış olmasa ve henüz açık bir görünürlük edinmemiş olsa bile, belirsiz de olsa, bir ayrımı da beraberinde getirmiştir: Özel alan ve kamusal alan ayrımı. Bu uğrağın en önemli siyaset teorisyeni olan Machiavelli’nin de modern siyasal düşüncenin başlangıcına yerleştirilmesinin nedeni, ahlak ile politikayı birbirinden ayırması, yani kamusal olan ile özel olan arasında (kendisi bu sözcükleri kullanmasa da) açık bir ayrım yapması ve politikayı kamusal alana tahvil etmiş olmasıdır. Machiavelli’nin bunu yaparken yaslandığı siyasi model Roma İmparatorluğu’dur. Romalıların, kendi hukuksal sistemleri içinde medeni hukuk (özel hukuk) ile kamu hukukunu birbirinden net bir biçimde ayırmış oldukları ve bu ayrımı yapan ilk siyasal yapının Roma devleti olduğu dikkate alınmalıdır
Siyaset böylelikle, bugün kamusal adını verdiğimiz bir alanda temellenecek ve/veya temellendirilmeye çalışılacaktır. Böylelikle bu kamusal alanın, yani siyaset alanının kurucu ilkeleri sorunuyla yüz yüze geliriz. “Machiavelli, Orta Çağ siyasi düşüncesinin Tanrı’yla iktidarı kullanan arasında kurduğu meşruiyet bağını keser. Yöneticiyi yasallaştıran skolastik ilkeyi yok eder”, fakat “yok olan ilkenin yerine yeni bir ilke … oturtamaz. İktidarı kullanana “eski kural artık seni bağlamaz” der, ama onu bağlayacak yeni bir kural da bulamadığından, gücün sahibini sınırsızca özgür bırakır” diyor Cemal Bali Akal. Ulus devletin şafağıdır bu. Bu alacakaranlıkta doğa ve kozmolojinin değişimine siyaset alanının geleneksel kavramlarının çöküşü eşlik etmektedir.
'YERSİZ' KAVRAMLAR
Akal, Machiavelli’yi, aşkın hiçbir sınır tanımayan siyasi güç mantığını açığa çıkaran bir tarihçi olarak görüyor, bir siyaset felsefecisi olarak değil. Machiavelli’yi, tam da bir eşikte olması dolayısıyla, düşüncesini bir siyaset felsefesine dönüştürmesini sağlayacak kavramsal aygıtlardan yoksun bulmaktadır. Çünkü o, “iki düşünce tipi arasındaki boşlukta ya da Orta Çağ Hıristiyan düşüncesinden Yeni Çağ düşüncesine geçilirken beliren sıfır noktasında” yer almaktadır. Hâlbuki “Yeni siyasi evreni anlamak için onun yeni kozmolojisini oluşturacak ve geleneksel Hıristiyan ilkelerin bütünüyle yeniden değerlendirilmesini sağlayacak temel kavramların gün ışığına çıkarılması gerekir.” Siyasal ve toplumsal alan, bu yeni kavramlar keşfedilinceye kadar tahayyülün alanı olarak kalacaktır. Kanaatim odur ki bugün de böylesi bir devasa değişim-dönüşüm döneminden geçiyoruz. Eski kavramlarımız açıklamaya yetmiyor; yenilerini ise henüz üretebiliyor değiliz.