Arzu, siyaset, yıkım

Kutsal, seküler dünyanın en kritik öğelerine, metaya ve paraya musallat olarak, kapitalizmi korkunç bir dine dönüştürür. Bu nedenle, her şeyden önce, bizzat ‘dünyevileştirilmiş’ olanın dünyevileştirilmesi gerekmektedir. Hayaletlerden kurtulmak için…

Google Haberlere Abone ol

DUVAR - Arzunun yapısını “Kürt anasını görmesin” fıkrası kadar net bir biçimde ortaya koyan pek az örnek vardır. Arzunun yapısı bir arzulayan özne ile bir arzulanan nesne arasındaki bir ilişkiden, bir elde etme çabasından müteşekkil değildir çünkü. Arzu en nihayetinde biricik olma arzusudur. Asli öğe, bir başka özneyle (ya da öznelerle girilmiş) rekabettir; nesne değil. Nesne, elde edilse bile, bir başkasına karşı üstünlüğün bir göstergesi haline gelerek anlamlanır; rekabet ilişkileri yoksa nesnenin kendi başına bir anlamı yoktur. Elde edilen nesne, bir başkasının onu elde edememişliğini; dolayısıyla da elde etmiş olanın elde edememiş olana karşı üstünlüğünü ortaya koyduğu için; yani tuhaf bir biçimde bir ‘yokluk’, bir ‘eksiklik’ durumuyla anlamını bulur. Elde edilmiş bir nesne, onu elde edememiş bir özneye işaret eder her şeyden önce. Veblen’in ‘gösterişçi tüketim’ adını verdiği olgu da böylesi bir mantığın içerisine yerleşiktir. Özne, sahip olduklarını ve tüketebildiklerini göstererek kendi farkını, kendi özgüllüğünü göstermeye çalışmaktadır. Nesneler, aslında onun zenginliğinin değil, biricikliğinin göstergeleri durumundadır.

BİR DİN OLARAK KAPİTALİZM

Bu türlü bir rekabet kapitalizmin icat ettiği bir şey değildir; fakat kapitalizm bu rekabeti ‘metaya’, metanın hayaletimsi niteliğine doğru kaydırarak, bu türlü bir rekabete siyasal ya da dinsel olanın dışında, ekonomik bir zemin sunmuştur. Fakat diğer ikisini (ki bana göre aynı şeydirler) yok edip yerlerine geçerek değil, diğer ikisinin oluşturduğu bir mantığın kurucu merkezine metayı yerleştirerek yapmıştır bu işi. Hiçbir dünyevi güç, bir dünya yaratmayı başaramaz çünkü; ama onu dönüştürür, anlamını yeniden kurar. Agamben’in bir ifadesiyle Tanrı ölmez, paraya dönüşür: “Olan biteni anlamak için, Walter Benjamin’in kapitalizmin düz anlamıyla bir din; ne mütarekeyi ne de selameti tanıdığı için şimdiye kadar var olmuş en vahşi, en amansız ve en akıldışı din olduğu biçimindeki fikrini yorumlamak zorundayız. Onun adına daimi bir tapınma hali yürütülüyor; ayini emek ve nesnesi de para olan bir tapınma hali.”

Eskiden, ‘kutsal’ ile ayrıcalıklı bir ilişkiye, bir bağa sahip oldukları iddiasıyla sivrilen figürler, kapitalizmin kurduğu göstergeler evreninde metayla ve parayla ayrıcalıklı bir bağa sahip olarak sivrilirler. Hem metanın hem de paranın “hem o, hem bu” biçimindeki hayaletimsi yapısını borçlu olduğu yer kutsal’ın envanteridir. Kutsal, seküler dünyanın en kritik öğelerine, metaya ve paraya musallat olarak, kapitalizmi korkunç bir dine dönüştürür. Bu nedenle, her şeyden önce, bizzat ‘dünyevileştirilmiş’ olanın dünyevileştirilmesi gerekmektedir. Hayaletlerden kurtulmak için…

BİRİCİKLEŞME EĞİLİMİ VE SİYASET

George Balandier, yukarıda sözünü ettiğim rekabetin frenlenmesi ve dolayısıyla da toplumun kendisine karşı korunması için icat edilmiş bir şey olarak tanımlıyor ‘siyaseti’. Çünkü toplum, en nihayetinde, bizzat kendisine karşı da korunması gereken bir şeydir. Yine o dev Platon, biricikleşme eğiliminin siyasal karşılığının tiranlık olduğunu çok net görmüş ve insanın, gide gide insanlar içinde bir insanın her şeyin ölçüsü olduğu fikrine ve bu türlü bir siyasal olasılığa karşı, herkesi birden kuşatacak bir ‘hakikat’ fikrini öne sürmüştü. Balandier’in tanımını dikkate alırsak, felsefe zaten doğası gereği siyasal bir şey olarak beliriyordu, daha ortaya çıktığı uğrakta. Frenleyici bir şey olarak felsefe, zaten siyasaldır. Çatışmayı önlemeye veya en azından başka araçlarla (konuşma, tartışma, söz) sürdürmeye yönelik bir motif bulunuyorsa siyasetin temelinde, Platon, ‘siyasal olan’a büyük bir sadakat besleyen bir figür olarak belirir. Onu büyük yapan da zaten bu büyük sadakatidir.

SİYASALIN SONU

Siyasal Antropoloji, Georges Balandier, çev: Devrim Çetinkasap, 216 syf., Türkiye İş Bankası Yayınları, 2016.

Bu anlamıyla siyasetin ortadan kalktığı bir dönemden geçiyoruz. Ranciere bundan 10-15 sene kadar önce, siyasetin artık ‘siyaseti ortadan kaldırmanın siyasetine’ dönüşmüş olduğunu söylüyordu. Benzer bir biçimde Giorgio Agamben de Batılı-modern devletlere bir ‘istisna halinin’ damgasını basmış olduğunu söylüyor; olağan durum içerisindeki ‘kanun hükmünde kararnamelerin’ bile bir felaketin göstergesi olduğunu belirtiyordu. Çünkü KHK’lerin, yasama ile yürütmenin birbirinin içinde erimesi ve ‘yürütmenin’ giderek ‘yasamanın’ yetkileriyle donanması anlamına geliyor. Yani klasizm, gerçekten de net ayrımlar yapabilmekle tanımlanan bir şeyse, klasik devletin sonuna gelmiş olduğumuz pek çok kuramcı tarafından dile getirilmişti. En son Etienne Balibar da Avrupa’nın sonundan söz etti.

Siyasal olanın çökmüş olduğu uğrakta, Türkiye’de, modern öncesi bütün arkaik imgeler olanca güçleriyle sökün ettiler. Bir vakitler kendi kendisiyle özdeş bir toplum –böyle bir şey mümkünmüşçesine– varmış da birileri bunun yeniden belirebilmesinin önüne geçmek için konumlanmış ve konumlanıyormuş. Eh, o halde bu birilerine her şey yapılabilir. Çünkü bunlar, bir Osmanlı fantezisiyle varlık bulanların kendileri ile arzuları arasındaki engel gibi konumlandırılıyor. Görüldüğü üzere, arzunun gerçek bir nesnesi yok. Arzunun yapısı, daima ötekinin arzusuna ilişkin bir varsayıma dayanır.

GERİ GELEN KÖKENLER

Sahneyi dolduran arkaik imgelerin en göze çarpanı Enfal Suresi oldu. Her başlangıç iddiası bir köken takıntısıyla malûl olduğu için, Enfal Suresi aracılığıyla Bedr’deki savaşçılarla özdeşleşen Türk güvenlik kuvvetleri, bu suretle kökende olanı taklit ediyorlardı; çünkü yeni bir başlangıç aynı zamanda şeylerin kendi kökensel koşullarına geri götürülmesi anlamına gelmektedir. “Sonra onları siz öldürmediniz, fakat Allah öldürdü. Attığın zaman da sen atmadın, fakat Allah attı. Bu da müminlere güzel bir imtihan geçirtmek içindi. Allah işiten-bilendir” (Enfal, 17). Bu yolla ‘düşmanı’ da Bedr Savaşındaki ‘müşriklerle’ özdeşleştirmiş oluyorlardı. Fakat egemen devlet şiddetini meşrulaştırmak için yapılan bu dinsel gönderim teolojik bir felaketle de sonuçlanıyor. Çünkü bu Söz’ün Bedr Savaşının ardından Peygambere hitaben Allah tarafından dile getirilmesi ile bir şiddet biçimini meşrulaştırmak için bile olsa insanlar tarafından dile getirilmesi arasında teolojik açıdan muazzam bir fark bulunuyor.

Çünkü Türk askerlerinin Bedr’deki Müslüman savaşçılarla özdeşleşmeleri durumu, ifadenin, Sözün kendi üzerine katlanması nedeniyle, bir adım daha ileri giderek bizzat Allah’la özdeşleşme sonucunu doğuruyor. Bir grup insan, bir inanç adına hareket ederek o inancın Allah’ının yerine koyuyor kendisini, inancın İman boyutunu da iptal ederek. Žižek’in müthiş öngörüsüyle, “bir topluluğu bir arada tutan şey, bu topluluğun üyelerinin, topluluğun normal gündelik hayatını düzenleyen kamusal ya da simgesel Yasayla değil, bu Yasanın askıya alınmasıyla özdeşleşmeleridir.” Mevcut durumda, Allah’ın koyduğu yasayla değil, kendi koyduğu yasanın dışında duran Allah’la özdeşleşme durumudur bu. En sinsisinden bir şirk hali… Ayrıca bu şiddete eşlik eden ilahi kelam, aynı zamanda Bedr’in biricikliğine bir ihaneti de içerir. Bu ihanetin temelinde de Mehmet Akif Ersoy’a “Bedr’in aslanları ancak bu kadar şanlı idi” dedirten ideoloji ve söylem örüntüsü bulunuyor. Dikkat ediniz, Bedr bir ölçü değil, aksine “ancak bu kadar!” Kökenin taklit edilmesiyle gerçekleştirilen kendi kendini yüceltme hali o kadar rayından çıkıyor ki suret aslından muteber bir hal alıyor. Şimdiye musallat olan hayalet şimdinin kendisini hayaletleştiriyor.

KOLEKTİF FANTEZİDEN SAVAŞA 

Şimdi de kendi bağlamından bütünüyle koparılmış bir biçimde Fetih Suresi devrede. Dinsel motiflerin ve simgelerin bu kadar dolaşımda olması, mükemmel bir köken durum fantezisinden kaynaklanıyor, bir taraftan da. Irkçılığın altta yatan temel argümanıdır bu: Eğer onlar olmasa hayat mükemmel olacak, toplum yeniden kendi kendisiyle uyumlu hale gelecektir. Türk İslamcılarının bütüncül, kendi kendisiyle özdeş, bölünmemiş bir toplum rüyasının Osmanlı rüyası olduğu malum. “Bir zamanlar mükemmel bir toplumumuz vardı” rüyasıdır bu. Irkçı figür için fantezi, böylesine bütüncül bir toplumun imkânsızlığını, kendi üzerine kapanarak bütüncül hale gelen bir Simgesel Düzenin mümkün olmadığını gizleyen bir perde işlevi görür. Bu yanılsama öyle bir ‘anksiyete’ yaratır ki gerçeklik üzerindeki bir iddia ve bir talep ile gerçekliğin kendisi arasında beliren mesafeyi, boşluğu kapatma çabası savaş biçimini dahi alabilir (yaralı bir öz-imgeyi de ele vermektedir bu durum). Elbette bu türlü bir boşluk ancak kolektif bir fanteziyle kapatılabilir ve ‘milli’ Türk kimliği de bu kolektif fantezi aracılığıyla inşa ediliyor ve yeniden inşa ediliyor.