Murat Saat'in yıktığı hücre duvarları

Murat Saat’in yayınlanmış ve yayına hazırlanmakta olan kitapları, rahatlıkla söylenebilir ki, 2000 yılında gerçekleştirilen ve adına ironik biçimde ‘Hayata Dönüş’ dedikleri operasyonla hücrelere alınan ‘90 kuşağının edebiyatında, ipi göğüsleyen eserlerdir. İlk kitabı ‘Yoksa Sen Benim En İyi Arkadaşım Mısın’ ne kadar dışarıya, sokaklara, caddelere ve dünyaya dönük ise, ikinci kitabı Ters Kule de o denli insanın içine, daha içine, zihninin ve benliğinin derinliklerine dönüktür

Google Haberlere Abone ol

Sibel Öz [email protected]

DUVAR - Murat Saat’in ikinci kitabının adı, Portekiz’in Sintra kentindeki 27 metrelik Ters Kule’den esinlenerek konulmuş olmalı. Yukarıdan kuşbaşı bakıldığında toprağın derinliklerine uzanan bu kuyu, aşağıdan bakıldığında ise gökyüzüne açılan bir ışık kulesi. Ters Kule, diğer kulelerin aksine, gökyüzüne değil yerin altına uzanıyor. Tıpkı Murat Saat’in ömrünün 23 yılını geçirdiği hapishane hücresi gibi. Hiç hücrede kaldınız mı? Helezonik olmasa da, daracık bir havalandırmayı çeviren metrelerce yükseklikteki duvarları, çıkışsızlığı ve karanlığıyla gerçek bir kuyudur hücre. Ters Kule aynı zamanda insan zihnine benzer; kah sınırsız derinliklere inen, kah yükseklere, ışığa uzanan yapısıyla insan zihnini anımsatır. Hapishane hücresindeki insan, yukarı baktığında ışıklar içinde, aşağı baktığında ise diptedir; kulesine tırmandığında yıldızları tutabilecek kadar özgürken, kuyusunda çıkışsızdır. Kule ve kuyu metaforu Murat Saat’in Ters Kule adlı kitabında, ömrünün yarısını geçirdiği, kapatıldığı hücre/kuyu gerçekliğinden olsa gerek, kendini kuvvetli bir şekilde hissettirmektedir.

Yazarı hapiste, hapishanenin bir hücresinde, yani sonsuz uzay boşluğunda, yani dipsiz bir kuyuda, yani sel sularının doldurduğu son milimetre karede ölmüş olan bir kitabı, objektif değerlendirmek kolay değil. Bileklerinden sızan kana batırdığı kalemiyle kanaya kanaya yazan bir insanın kızıl mürekkeple yazılmış cümlelerini, salt ‘edebi’ bir okumayla anlamak kolay değil. O, yazdığı her kelimenin bedelini ödemiş ve sağlamasını dakikalara, saatlere, günlere, yıllara bölünmüş hayatıyla yapmışken, ‘kitabı’ hakkında konuşmak kolay değil. Ters Kule’yi, yutkunmadan okumak kolay değil. Gözleriyle değil, canıyla gören ve gördüklerini de canıyla ödeyen bir yazarın kitabı hakkında yazmak kolay değil… O, yürüyüp gitmişken, yüzü ota, kuşa, ‘doğu’ya karışmışken, kitabını okumak kolay değil! “Akıntının koynunda oynaşan baloncukları, aşağıdan mı yukarıdan mı onlara renk veren, herkesin arzuyla ve korkuyla aradığı o yeri gözleriyle değil canıyla görüyordu. Artık bir yere bakmayan gözlerini yukarı kaldırdı. Uzak bir benliğe sızar gibi ağzından mırıl mırıl sesler döküldü, doğuya hemen önündeki doğuya karıştı. Bu ot, bu kuş, bu yüzüm.” (Ters Kule, Canımın Canı öyküsünden.)

'YAZAR, SESİNİ ARACISIZ OKURA ULAŞTIRABİLMELİ'

Ters Kule, Murat Saat, 203 syf., Dedalus Yayınları, 2018.

Bu yazı sadece, Murat Saat’in ikinci kitabı olan Ters Kule’de yer alan Canımın Canı öyküsü üzerinden ilerleyecek. Alışılagelmiş eleştiri yazılarından farklı olarak, kitabın bütününde yer alan öykülerin tümünü ‘anlatma’ yolunu tercih etmeyişimizin bir nedeni var: Hapishanede bütün ütopik anlamlarını yüklenerek yok-okura; yani hiçbir zaman dokunamayacağı, göremeyeceği, konuşamayacağı okura yazan Murat Saat de artık yok. Yok-okur, hangi evrende ise, Murat oraya gitti. Mevcut edebiyat dünyasındaki reel okura, içinde bulunduğu şartlardan dolayı ulaşma şansı olmayan yazar, ütopik ve reel zamanda yaşamayan okurunun bulunduğu sonsuzluğa doğru yol aldı. Bu nedenle öyküleri ve kitapları, birilerince anlatılmamalı, okunmalı. En azından bu andan itibaren yazar, sesini aracısız okura ulaştırabilmeli.

Bir röportajında “buraya (hücreye) ve hiçbir yere ait olmadığını” dile getiren yazar yine Canımın Canı öyküsünde, hayal ettiği “o yer”i aynı öyküde şöyle anlatır: “Yaptığımız ettiğimiz her şey burada kalmaya, bu neredeyse ıssız ve cansız köşedeki yaşamımızı olduğu gibi sürdürmeye yönelik. Bize gitmek istememize rağmen gidemeyeceğimiz, uzun zamanlar uğraşıp didinip asla ulaşamayacağımız bir yer gerekiyor. Daha iyi bir yer; arzulamak, oradan tüm arzuları türetmek için. Daha kötü bir yer, çok kötü bir yer; oradan tüm korkuları, kötülükleri çıkarmak, oraya tüm korkuları, kötülükleri atmak için. Var olan her yerin ötesinde bir yer hayal etmek mümkün sonuçta. Hep ötelerde bir yerleri düşlemek, gittikçe daha uzağı istemek; bu nasıl bir arzudur ki aslında hiçbir yere sahip olmamakla eşdeğerdir?

Bu öyküyü, bambaşka bir kurguya sahip olsa ve başka bir hikayeyi anlatsa da, bütünüyle bir hücre öyküsü olarak okumak da mümkündür. Öyküde, bildiğimiz dünyanın ötesinde başka bir dünya, başka bir evren, başka bir yaşayış anlatılmaktadır. Öyle ki suyun her şeyi, tüm boşlukları doldurduğu, kimileyin yuttuğu bu başka dünyanın tepesinde, ötesi bilinmeyen bir karanlık evrenin olduğu, her şey göz önünde olduğu halde sırf yaşayışın getirdiği alışkanlıklar nedeniyle inanılası olmayan karanlığın hakimiyetinin sür git devam ettiği anlatılır. Su, genelde olduğu gibi söz konusu metinde de hayatı anlatmaktadır; ancak bu ‘hayat’ her şeyi yutan, saran, dolduran bir baskıncı, işgalci karakteri taşımaktadır. Anlatılan dünyada ‘hayat’ öldürendir, ölüm ise özgürleştirici.

Hücrede suyun gideceği, akacağı bir yer yoktur; bu yüzden hücreyi dolduran suyun içinde yaşamak kaçınılmazdır. Oksijensizlik, oksijenin birileri tarafından her an kesilebilecek olması tedirginliği, adeta öykünün her cümlesinde hissedilmektedir. Öyküde suyun içinde bir hayat tasvir etmiştir Murat Saat. Çıkışsızlığı bilinse de boğulmamaya çalışılan, ölümün bile yasak olduğu, yaşanılası değil yaşanılmak zorunda olunan, katlanılan bir hayatı anlatmıştır. Korkma Kimse Yok adlı kitapta ağırlaştırılmış müebbet 16 mahpusun hücreyi anlattıkları metinleri vardı. O kitapta bir yazarın hücreyi, okyanusa benzetmesi akla geliyor burada. Bir başkası çöle, diğerleri taş oyuğa, çukura, geniş mezara, yalnızlığın rahmine… Murat Saat de, suyun içinde bir hayat tasvir etmiş öyküsünde. Aynı boğulma hissi doldurmuştur satırları. İnsan, toprak yaratımıdır ya, ayak basacak bir karış kara parçası, tutunacak bir dal arar, ne ki okyanusta yoktur bunlar, sadece sonsuz boşlukta savrulup gitmeye karşı direnmektedir insan.

MURAT SAAT'İN YAŞADIĞI HÜCRE

Oraya bakıyordum. Ama şimdi orası diye başka her yerden bir nedenle ayırt edebileceğim bir yer yoktu. Tüm durağanlığı ve doygunluğuyla su her yeri kaplıyordu. Her şey olağan, her şey yerli yerindeydi. İçindeki bütün varlığıyla nefes alıyormuş gibi her yerden aynı şiddetle duyulan uğultu dört yana yayılmakla kalmıyor; bunu düşündüğümde, buna odaklanarak bir an dikkatle dinlediğimde sanki bir nefesten çok sabırlı, inatçı bir konuşma tonunda akıp gidiyordu. Büyük parlamanın, bu konuşmanın bir yerindeki öfke patlaması olduğunu düşündüm. Kimsenin önemsemediği mırıltıları dinliyor dinliyor, bu sabırlı bekleyiş, bu büyük susuş biriktiği yerde şişiyor, geriliyor ve sonunda o büyük parlamayla bütün yüzeye yayılıp yok oluyordu.”

Yazar, burada durağanlık diyor, doygunluk diyor, uğultu ve parlama diyor, susuş, şişme, gerilme ve patlama diyor, sabır diyor. Tüm bunlar Saat’in yaşadığı yerdir; hücredir.

O koyu ıssızlığı, tek başınalığı, dışardaki dünyanın sözcükleriyle anlatmak mümkün müdür? Murat Saat bu öyküde ayrı bir sözcükler evreni kurarken, görüp görebileceğimiz en başarılı metinlerden birini ortaya çıkarmıştır. Uğultu, sonsuz boşlukta dönüp durmak ve suyun içinde can çekişen ayrı bir suyun varlığı, asırlarca boşlukta dolanıp durmak, tecridi yaşamışbir yazarın benliğinden sözcüklere dökülenlerdir. “Onu aramak uğruna kendisini helak etmemesini, ışığın doğuda değil; kulaklarına her saniye, nerede olursa olsun hemen aynı şiddetle dolan uğultunun bir köşesinde öylece durduğunu; o gariban, zavallı, kılıksız haline bir bakıp derin suları, vadileri, dağın doğusunu bir zaman aydınlatacak olsaydı bile artık buna mecalinin kalmadığını görmesini; yakında öyle sönükleşeceğini, öyle sönükleşeceğini ki belki onu başkasıyla mesela suyla karıştıracaklarını, suyun içinde duran ayrı bir su gibi asırlarca daha can çekişerek bu boşlukta dolanıp duracağını söylemek istiyordum.”

Yoksa Sen Benim En İyi Arkadaşım Mısın?, Murat Saat, 240 syf., Dedalus Yayınları, 2015.

Kıyıya Vuran Dalgalar adlı kitapta yer alan Herkes Gitti öyküsünde ise şöyle anlatacaktır o boğulmayı: “Dünya zehirli, sarı bulutlarla kaplanmış. Başka renk kalmamış. Ses yok. İğrenç bir uğultuyla dolmuş her boşluk. Bir dağın tepesinde cam bir odaya kapatılmışım. Zirveden aşağıya bakıyorum. O zamana kadar görmediğim büyüklükte bir gemi. 'Uzay gemisi bu,' diyorum. Dizilerden, filmlerden… Ve insanlar… Her yerde, her yönde insanlar. Gemiye yürüyorlar. Çocuklar, ihtiyarlar, anneler, kardeşler, hastalar, yaralılar… Her renkten, her boydan insanlar… İnsanların her haliyle insanlar… Bazıları sevinçli, bazıları ağlamaklı, bazıları kahrolmuş… Gemiye yürüyorlar. Milyonlarca insan o acayip geminin devasa ağzından içeri giriyor. Bir anda kimse kalmıyor geride. Tek bir insan. Bağırıyorum. Sesim cam odada boğuluyor. Gemi havalanıyor. Her taraf toz duman. Bir sinek gibi bir anda ivmelenip uçuyor. Ben bir dağın tepesinde cam bir odada zehirli, sarı bulutlara bakarak ağlıyorum. Herkes gitti diyorum.

ÇAĞINI GÖĞÜSLEYEN ÖYKÜLER

Murat Saat’in yayınlanmış ve yayına hazırlanmakta olan kitapları, rahatlıkla söylenebilir ki, 2000 yılında gerçekleştirilen ve adına ironik biçimde ‘Hayata Dönüş’ dedikleri operasyonla hücrelere alınan ‘90 kuşağının edebiyatında, ipi göğüsleyen eserlerdir. İlk kitabı ‘Yoksa Sen Benim En İyi Arkadaşım Mısın’ ne kadar dışarıya, sokaklara, caddelere ve dünyaya dönük ise, ikinci kitabı Ters Kule de o denli insanın içine, daha içine, zihninin ve benliğinin derinliklerine dönüktür. Yazarın yazma serüveninde içerisi ve dışarısı arasında sınırlar yoktur. Bir mektubunda bu durumu, ilk kitabından yola çıkarak şöyle anlatır; “Kitaptaki öyküler, yaptıklarından dolayı vicdanı yaralanmış ve bunu intihar ederek telafi edebileceğini düşünen, gerçekte böyle düşündüğünü sanan bir adamın öyküsünden çıktılar. Bu adam caddelerde dolaştı, insanlara çarptı, bana o insanları getirdi; onları yazdım.

Onlar da dünyayı dolaştılar, kendilerinden kaçtılar, birilerini arayıp bana getirdiler; onları da yazdım. Bu arada benim gün gün birikmiş sıkıntılarımı, duygularımı, bıkkınlığımı, kendi hayatımdan süzülenleri giydiler, biraz bana benzediler, ben de biraz onlara benzedim. Bu yüzden bütün karakterler “ben”im veya “onlar” olacak kadar çok düşündüğüm kadınlar, erkekler. Onlarla biraz özgür oldum, onlar da benim yüzümden biraz hapsoldular. Belki de bu yüzden iki dünya arasında süreklileşmiş sınır ihlalleri buluyorum yazdıklarımda. Sınırları tanımamak, onları umursamamak ve her fırsatta çiğneyip geçmek, yazmaktan aldığım zevke de zaten çok benziyor.”

Hapishane hücrelerinde yazılan ve artık edebiyat tarihinde de kendine yer açmaya çalışan hücre edebiyatında, önemli karakteristik özellikler ortaya çıkmıştır. Murat Saat’in eserlerinde rastladığımız muazzam soyutlama yeteneği, ayrıntı zenginliği, sonsuzluk ve özgürlüğü arayış, yabancılaşma, monolog ve yazarın kendi ‘içini’ karıştırırken diğer yandan okurun içini de karıştırarak inceleyip durması dikkat çekicidir. On küsur yıldır hücrede tek başına yaşamaktan kaynaklı, kendisinin tanığı, kendisinin düşmanı, kendisinin arkadaşı, kendisinin her şeyi ve kimi zaman da hiçbir şeyi olan insan, elindeki bu malzemeyi –kendisini- insanlık tarihinde görülmemiş bir sabır ve inatla çözümleyecek, yazma edimiyle de kesişen bu ‘kapanma’ sürecini, ortalama yazarın çok üstüne çıkarak değerlendirecektir. Kendisiyle kimi zaman başka bir insan gibi konuşacak, kimi zaman kendisini başkasının gözüyle görecek denli yabancılaşacak, yabancılaştıkça da özgürleşecektir. Murat Saat’in satırlarında bu yabancılaşma halinin zirvesini görürüz; “Nereden düştüğünü bilmediği bir yaprak sağa sola yumuşak kavisler çizerek geldi, ayaklarının dibine düştü. Eğildi, aldı yaprağı, burnuna götürüp kokladığını gördü.”

HÜCRE - YAZAR MURAT SAAT

Sinemacının bir yerde ‘kamera-göz’ olması gibi, yazarın da hücre-yazar olduğu bir durumu görürüz Murat Saat’in öykülerinde. Hücre-yazar, kendisini ve insanı hücrelerine kadar çözümlemiş, bunu yapma imkanına sahip, bütün duyargaları bunu yapmaya yetecek çıldırtıcı bir açıklıkta, bunu yapmak zorunda olan yazardır. Ayrıntıları, onun gördüğü yerden ve onun kadar görmek mümkün değildir. Bir yaprağın düşüşünü, bir kar tanesinin savruluşunu görmek, duymak için açılmış binlerce göze, kulağa sahiptir hücre-yazar. Hangi yazar bir kahvehaneyi şöyle tanımlayabilir; “Yarı aralık kapısından, sarı ışık demetlerinin ve ilk anda yeni bir dil izlenimi veren havada dolaşık kelimelerin arasından nükleer bir sonsuzluğa sahipmiş gibi yoğun bir duman boşalıyor.”

Duyguları katılaştırma, katı cisimlere/eşyaya ise duygu yükleyerek zamanın içinde eritme, soyutlaştırma, zamanın ve mekanın birbirinin içinde eridiği bir yerde yazılabilir ancak. “Taş sesleri arasında dalgınlığından oyulmuş bir sandalın içinde kıpırtısızdı. Uyuşukluğu öyle katıydı ki, başı önündeki taşlara duvardan sarkan bir örümcek gibi ağır çekim düştü.” Ve ayrıntılar… Gerçek zamanlı bir film gibi her ayrıntının ince ince betimlenmesi, bir yerden sonra sıkıcı olabilir. Ancak Murat Saat’in öykülerinde bu durum yaşanmıyor. Ayrıntıları öyle güzel betimliyor ki, belki her gün yürüdüğünüz yolu, oturduğunuz kahveyi, gördüğünüz duvarı bu kez yazarın gözüyle görmeye çalışıp, edebiyatın olmazı olur eden, olanı başka bir şeye çeviren gücünü bir kere daha teslim ediyorsunuz.

Yazar, yazmakla bir kez hücreden çıkmıştır, geri dönemeyecektir. Bir kez hücreden çıkan, artık orada yaşayamaz. Murat Saat de yaşayamadı. Yazarken yabancılaştığı kendini, hücrede bırakıp yürüdü gitti sonsuzluğa.

Dağın doğusuna yürümeye başladım. Bunu neden yaptığımı bilmiyordum. Bir amacım yoktu. Oraya, doğu denilen yere varabileceğime inanmadan vadi sakinlerinden ayrılmak tek bir anlama geliyordu: Geri dönemeyecektim bir daha. Giysimdeki hava bir yerden sonra dönmek istesem de bunu imkânsızlaştıracak kadar sınırlıydı. Öyle de olsa bir karar almıştım. Başka bir benlikten hüzünlü, kederli sözcükler sızdı sanki o an canıma. Ürperdim. Vazgeçecek oldum, bir an vazgeçtim sandım. Geri geri yürüdüğümü hayal ettim, hatta gördüm. Bunu yapmadığımı anladığımda ardıma dönüp baktım. Hiçbir şey kalmamıştı görülecek. Vadim, kubbem, dağım yok olmuştu.

Etiketler murat saat ters kule