Uğur Erbaş: Hayal kırıklıklarına ihtiyacımız var

Uğur Erbaş'la ilk kitabı Gozo ve Sagre hakkında konuştuk. Erbaş, "Mutlu sonlar okuru ne kadar tatmin etse de gerçek hayat bize haddimizi bildirmiştir. Olgunlaşmanın, gelişmenin ve değişimin yolu da bu acılardan geçer" dedi.

Google Haberlere Abone ol

Celal Galipoğlu

DUVAR -Uğur Erbaş’ın ilk kitabı Gozo ve Sagre geçtiğimiz günlerde İletişim Yayınları tarafından yayımlandı. Seyyah olup güneşin doğduğu yere varmak için yola çıkan Sagre’nin fantastik ve sürükleyici hikâyesini anlatan Erbaş ile bu grafik romanı oluşturma sürecini, hikâyenin çıkış noktasını, bugüne kadar ne gibi çalışmaların içinde yer aldığını ve yeni projelerini konuştuk. Erbaş, "Senaryo bittikten sonra kurşunkalem ile sayfa düzenini çalışmaya başladım. Bilgisayarda asıl sayfaları çizme aşamasına aylar sonra geçebildim. Bir buçuk yıl boyunca ortalama 1300 kare çizmek yorucuydu ama sona yaklaştıkça beni bekleyen daha büyük bir sorunla karşılaştım. Son sayfalarım ile ilk sayfalarım arasındaki üslup farkı sebebiyle yaklaşık ilk 100 sayfayı yeniden elden geçirmek zorunda kaldım" diyerek üretim aşamasında yaşadıklarını anlattı.

Uğur Erbaş:U zun bir süre okuma, araştırma ve hazırlık ile geçti. Senaryoyu yazarken belli bir seviyeye gelmesi için altı taslağı geride bıraktım. Bu süre zarfında karakterleri ve mekânları tasarlamaya devam ettim. Karakter ve mekânların, klasik çizgi roman üslubundan farklı olarak daha sade olmasının beni hızlandıracağını düşünmüştüm ama bağlı kalmam gereken bir renk paleti de olunca çalışma tahminimden fazla zamanımı aldı.

Sizi tanımayan okurlarımız için biraz kendinizden bahseder misiniz?

80’li yıllarda Ankara’da varlık gösteren bir mizah dergisinde çizmeye başlamıştım. Önceleri amatör çizimlerimi götürüp yorumlar alırken sonra ısrarlarım sonucu üç karelik bir bant sahibi olmuştum. Çocuk yaşta olmam sebebiyle doğal olarak üretimlerim de çocukça bir çizgideydi. 1991 yılında dergi kapanınca İstanbul’daki bazı büyük dergilere amatör çizimler göndermeye devam ettim. Hacettepe Üniversitesi Grafik Bölümü’nde grafik ve animasyon eğitimi aldıktan sonra henüz daha mezun olmadan Ankara çıkışlı haftalık bir dergide kendime ait bir sayfam oldu ama yayın hayatı çok uzun sürmedi. Yüksek lisans tezimi animasyon üzerine yaptım ve 2001 yılında bu çalışma kısa film animasyon dalında Altın Portakal’a layık görüldü.

İkinci Altın Portakal’ı uzun metraj görsel efekt dalında Derviş Zaim’in “Cenneti Beklerken” filmindeki çalışmamızla Sinefekt ekibiyle kazandık. 2007 yılında Can Atilla için yaptığım üçüncü müzik videosu “Aşk-ı Hürrem” ile Kral Tv Video Müzik Ödülleri’nde “Yılın Video Klibi” ödülünü aldık. Bundan sonraki çalışma hayatım sinema ve televizyon için görsel efektler, kısa animasyonlar, belgeseller, reklam filmleri, tanıtım videoları, kitap kapakları, afişler arasında geçti. Bu işleri yaparken elimden geldiğince çizgi üslubumu devam ettirmeye çalıştım.

'ÇALIŞMA TAHMİNİMDEN UZUN SÜRDÜ'

Gozo ve Sagre, Uğur Erbaş, İletişim Yayınları, 2018.

Çalışmanın üretiminden söz edebilir miyiz? Ne kadar zamanda bitirdiniz?

Fikrin çıkışı ve olgunlaşmasını da sayarsak dört buçuk yıldan fazla zaman olmuş. Uzun bir süre okuma, araştırma ve hazırlık ile geçti. Senaryoyu yazarken belli bir seviyeye gelmesi için altı taslağı geride bıraktım. Bu süre zarfında karakterleri ve mekânları tasarlamaya devam ettim. Karakter ve mekânların, klasik çizgi roman üslubundan farklı olarak daha sade olmasının beni hızlandıracağını düşünmüştüm ama bağlı kalmam gereken bir renk paleti de olunca çalışma tahminimden fazla zamanımı aldı.

Senaryo bittikten sonra kurşunkalem ile sayfa düzenini çalışmaya başladım. Bilgisayarda asıl sayfaları çizme aşamasına aylar sonra geçebildim. Bir buçuk yıl boyunca ortalama 1300 kare çizmek yorucuydu ama sona yaklaştıkça beni bekleyen daha büyük bir sorunla karşılaştım. Son sayfalarım ile ilk sayfalarım arasındaki üslup farkı sebebiyle yaklaşık ilk 100 sayfayı yeniden elden geçirmek zorunda kaldım.

Senaryo ise neredeyse kitabın basımına yakın bir zamana kadar ufak tefek değişimlerden geçmeye devam etti.

Hikâye için fikir olarak çıkış noktanız neydi?

Yeni ya da toprak altında kalmış fikirler tıpkı tohumlar gibi filizlenmek için uygun ortamı, ısıyı, nemi ve dönemi beklerler. Bir dönemin altın çağı kapanırken, bir diğeri altın çağına başlar. Bu döngü böyle sürer gider. Ben bir altın çağın kapanışını fantastik bir evrende anlatmak istedim.

Hikâyenin başkahramanı Sagre’nin paranoid şizofreni eğilimli olması onun karakterini içe kapanık bir hale getirmiş, narsisizm ve grandiyöziteden (kendini büyük ve yüce hissetme hezeyanı) muzdarip olması eşsiz bir özgüvene kavuşmasına neden olmuş. Sagre’nin yolculuğu neleri değiştirebilir, değişmekte olan dünya dinamikleri nelerden etkilenebilir sorusu üzerinde durdum.

İyi niyetli, yaşayanların iyi şeyler yapabilme fikriyle kurulmuş bir uygarlık yaratma gayreti gösteriyorsunuz çalışmanızda. Neden başarısız oluyorlar sizce?

Mevcudiyetini sürdürmek için türüne ve çevresine zarar vermeyen özgür insanların yaşadığı, erklerin bulunmadığı, kimsenin diğerine üstünlük kurmadığı bu ütopya, demokrasinin kendini öğütebilme tehlikesi ile karşı karşıya. Yalnızca insana değil, doğaya odaklı bir sistemin kırılgan yapısı, güvenlik ihtiyacı gibi bir sınavdan geçiyor. İçinden şiddetin tamamen çıkarıldığı bu sistem yalnızca eğitim ile ayakta kalabiliyor. Sistemi lehine çevirmek isteyen biri önce mevcut bilgi öbeğini kendine göre değiştirmelidir. Atacağı ikinci adım ise şiddeti ve korkuyu tesis etmek olacaktır. Taraftarlarının da desteği ile diktayı getirdiğinde ise bilginin ve sorgunun hükmü yoktur artık. Machiavelli “Hükümdar” adlı kitabında bir erkin hangi özelliklere sahip olması gerektiğinin altını çizmiştir.

Uzunca bir süredir toplumsal şiddet yaşamamış bir topluluk saldırıya savaşçılar kadar hazırlıklı olamayabilir. Bu halleriyle suistimal edilmeye açıktırlar. Üzerine kanunların gerekçeler (dış tehditler – terör - ekonomi) gösterilerek yıpratılması da eklenirse, şiddeti en güçlü taraf ya da kişi egemen, çaresizler ise uyruk oluverir.

Zor dönemler kişisel hırslarla birleştiğinde öngörülemez bir tepkimeye girer. Bu durum medeniyetler yaratabilir ya da sonlandırabilir. Halkın zaaflarını iyi analiz etmiş bir lider ise yaşanan tüm olumsuzlukları lehine çevirip karşıtlarını ustalıkla etkisiz hale getirebilir. Felaketler arasında savrulan halk en iyi ihtimalle bozulan demokrasiyi yeniden inşa eden müşfik bir öndere sahip olacak ya da yeni bir çobanın değneği altında varlığını sürdürecektir.

'MASALLAR, MİTOLOJİLER VE FANTASTİK ROMANLAR AYNI KÖKTEN BESLENİYOR' 

Gozo ve Sagre bir masal olarak nitelenebilir mi? Fantastik edebiyat, masal türünün yeni bir yorumu olarak görülebilir mi sizce?

Bana göre mitolojik hikâyeler, masallar, fantastik romanlar, sinema filmleri tamamen aynı kökten besleniyor. Kahraman bazı sebeplerle bilinmeyen bir yolculuğa çıkar, evine döndüğünde artık farklı biridir. Okuyucu da hikâye bitiminde artık farklı biri olmuştur. Kahramanlar insanlığın en altta kalmış duygularının yansımalarından şekillenir. Herakles, insanın doğaya karşı kazandığı zaferin simgesidir. Pegasus ve Bellerophon efsanesi ise iktidar hırsının sonuçlarını fantastik bir dille anlatır örneğin. Antik dönem tanrılarının günümüzde süper kahramanlarda karşılık bulması da bu köken birliğini destekliyor bence. Adına masal diyelim, fantastik edebiyat diyelim tıpkı rüyalar gibi insanlığın şifresi, ortak hafızası bu öykülerin içinde gizli.

Albümü bitirince olup bitenlerin bir nedeni de aşk ve hayal kırıklığı... Kavuşamama, itiraf edememe, kabul edilmeme aşk acısını artırarak insanları olumsuz yönde etkiliyor olabilir  mi?

Aşk, edebiyatta fazlaca yer edinen bir duygu. Çünkü içinde sevgi, öfke, kıskançlık, özlem, heyecan gibi birçok katmanı var. Olay kurgusunun ateşlenmesinde aşkın kullanılmasının bir çeşit okuyucuyu yakalama garantisi var. Varoluşsal acılar çeken bir karakterle özdeşleşmek, aşk acısı çeken karaktere göre daha sınırlı bir kitleye nasip olabilir. Aşk en bol bulunan travmamızdır. Diziler, filmler, kitaplar bu nedenle sıklıkla kullanıyor bu temayı.

Hikâyenin akışında kendimizi karakterlerin yerine koymaya başlarız. Onlarla canımız yanar, kendi hayatımızı toparlar gibi hikâyenin de sonunun mutlu bitmesi bizi tatmin eder. Mutsuz sonlar, birçok okuyucuda sanki yarım kalmış gibi bir hissiyat bırakır. Hayatta karşılaştığımız yenilgileri en azından kurguda telafi etmek istiyoruz belki de. Fakir - zengin aşkı temasının uzun yıllar sevilmesinin altında bu neden yatıyor olabilir.

Bu hikâyede de aşk teması itici güç görevindeydi. Sagre, kendini ispat etme, varlığını başkası aracılığıyla teyit etme ihtiyacıyla, seyyah olup güneşin doğduğu yere doğru yola çıkar. Sevgisizlik canlıları hırçınlaştırır, Sagre’nin karakterini şekillendiren de bu değersizlik duygusu olur.

Mutlu sonlar okuru ne kadar tatmin etse de gerçek hayat bize haddimizi bildirmiştir. Olgunlaşmanın, gelişmenin ve değişimin yolu da bu acılardan geçer. Hayal kırıklıklarına da ihtiyacımız var.

Hikâye devam edecek mi?

Hikâye ilk taslak aşamasındayken üç parçadan oluşuyordu ama her bir parça kendi içinde bağımsız bir sona sahip. Şimdilik enerjim ilk parçayı bitirmeye yetti. Bu nedenle ikinci ve üçüncü kitabın konularına yoğunlaşamadım. Hepsini bitirmek gibi bir itici gücü bulabilir miyim, yoksa Gozo ve Sagre’ye veda edip farklı konulara ve projelere mi yönelirim bunu zaman gösterecek.