Ümit Ünal: Vampirleri 'kurban' yaptım
Senarist - yönetmen Ümit Ünal ile Everest Yayınları’ndan çıkan en son kitabı ‘Bana Göre Kıyamet’i konuştuk. Ünal, "Toplumsal arka planı olan bir vampir hikâyesi tasarladım" dedi.
DUVAR - Farklı disiplinlerde üretim yapmayı, varoluşu olarak tanımlayan yazar, çizer, senarist, yönetmen Ümit Ünal ile Everest Yayınları’ndan çıkan en son kitabı ‘Bana Göre Kıyamet’i konuşmak için buluştuk. Tabii bu buluşmada sinemayı, şuanda vizyonda olan ‘Sofra Sırları’ filmini de konuşmadan geçmedik.
Teyzem, Anlat İstanbul, Nar gibi filmleriyle; Işık Gölge Oyunları, Amerikan Güzeli gibi kitaplarıyla ve Gecenin Gecesi, Abuk kitaplarına olan çizimleriyle tanıdığımız Ümit Ünal, uzun bir aradan sonra iki farklı üretimle karşımızda. ‘Bana Göre Kıyamet’ de bir film yıldızının kayboluşu ardından bir kasaba halkı konuşuyor diyen Ünal, “Ülkemizin içinden geçtiği çalkantılı ve gergin dönem herkes gibi beni de çok etkiliyordu. Bunun bir şekilde işlerime yansımamasına imkân yoktu. Yaşadıklarımızı sinemada çok kullanılan bir türde anlatmak istedim. Vampir… Ama ben vampirlere ters bir açıdan bakmak istedim. ‘Toplumsal arka planı olan bir vampir hikâyesi’ tasarladım” dedi. Şuanda vizyonda olan ‘Sofra Sırları’ filmi için ise, “Filmde kendi hayatını hayalindeki kadının gözüyle anlatan bir kadın var. Ama bir gün o kurduğu hayal dünyası yerle bir oluyor ve hayatındaki gerçeklerle yüzleşmek zorunda kalıyor” dedi ve ekledi: ‘Sofra Sırları’ 10 yılı aşkın bir sürecin ürünü…
Bir yanda en son çıkan kitabınız Bana Göre Kıyamet, bir yanda ise bugünlerde vizyonda olan Sofra Sırları filminiz… Kendinizi nasıl hissediyorsunuz?
Bu aslında çok uzun bir sürecin sonucu… Sofra Sırları üzerinde üç yıldır çalışıyorduk, geçen kış çektik ve yaz aylarında tamamen bitmişti. Aslında sonbaharda çıkacaktı ama son anda vizyon tarihi Şubat’a kaydırıldı. Romanda 2014’den beri süren bir çalışma, o zamanlarda çıkmış bir hikâye… Her zaman farklı disiplinlerde ürün veriyorum. Fakat şimdi hepsi sanki böyle bir anda olmuş gibi üst üste geldi. Filmin ve kitabın tanıtım çalışmaları, ön gösterimler vb. bir parça yorucu oldu elbette ama güzel bir yorgunluk.
'TOPLUMSAL ARKA PLANI OLAN BİR VAMPİR HİKÂYESİ…'
Sarı Melek (Bahar) dönemin kasıp kavuran dizisinde başrol oyuncu ve diziyi izleyen herkesin gözde karakteri... Fakat bir gün öyle bir şey oluyor ki bu yıldız karakter bir anda apar topar dizide öldürülüyor ve Bahar’ın peşinden Bursa’ya gidiyoruz. Bu hikâyenin çıkış noktası neydi?
Bana Göre Kıyamet'in hikâyesini 2013-14 arası senaryo olarak yazdım. Ülkemizin içinden geçtiği çalkantılı ve gergin dönem herkes gibi beni de çok etkiliyordu. Bunun bir şekilde işlerime yansımamasına imkân yoktu. Yaşadıklarımızı sinemada çok kullanılan bir türde anlatmak istedim. Vampir, biliyorsunuz sinemanın gözdelerinden bir figür. Ama ben vampirlere ters bir açıdan bakmamak istedim. ‘Toplumsal arka planı olan bir vampir hikâyesi’ tasarladım diyelim.
Filmlerimi bilenler, ‘9’u görmüş olanlar belki hatırlar. Orada da çoklu anlatıcı yapı vardı. Tek bir olayı, bir cinayeti bir mahalleden altı kişinin ağzından dinliyor ve bir ülke panoraması edinmeye çalışıyorduk. ‘Bana Göre Kıyamet’ te de bir film yıldızının kayboluşu ardından bu sefer bir kasaba halkı konuşuyor. Senaryoyu bitirdikten sonra bir dönem yapımcı aradım ve filmi kısa vadede yapamayacağımı anladım çünkü büyük bütçeli bir iş ve konusu da günümüz ticari sineması için aykırı. İlerde bir gün yapılabilir diye umuyorum ama bu hikâyeyi bir an önce anlatmak istiyordum ve oturup roman olarak yazmaya başladım. Sonra araya film ve başka işler girdi. Derken Everest Yayınları’ ndan arkadaşlarla bir konuşmada “Yarım kalmış bir romanım var” deyince “Bitir onu, basalım” dediler. Onların cesaretlendirmesiyle bir yıldan kısa sürede oturdum ve bitirdim.
Kitapta Bahar’ın yanında anlatıcı olan her ismin de bir hikâyesi var. Gül, Zehra, Mualla, Maya… Biri işinden oluyor, biri ‘Sarı Melek’in aşığı, biri kapı komşusu, bir diğeri ise Bahar’ın mülteci aşkı… Romanda yaratılan yan karakterlerle, sinemada yaratılan yan karakterlerin arasında farklar oluyor mu?
Sinemayla edebiyat tabii ki çok apayrı sanatlar. İkisi de bambaşka anlatım yolları kullanıyorlar ve seyircide-okuyucuda yarattıkları etki de farklı oluyor. Edebiyat, dil üzerinden ilerlemek ve dille seyircisini etkilemek zorunda. Sinema, bütün sanatların karması... İçinde sözlü dil de var ama sinemasal anlatım, sinema dili dediğimiz şey bambaşka. Hikâyeyi roman olarak yeniden yazarken öncelikle edebi karşılığını bulmam gerekiyordu. Her karakterin dilinin farklı olması gerekiyordu onunla çok uğraştım. Yazdığım senaryoda yan karakterler hem daha azdı, hem de daha az işlenmişti. Sinemada bazen bir insanın sadece dış görünüşünü, duruşunu, bir bakışını görerek bütün hikâyesini anlayabiliriz ama romanda hikâyesini, geçmişini detaylı bir şekilde seyirciye aktarmak lazım…
Romanda mülteci bir karakter var ve Bahar bu mülteci kadın karaktere âşık oluyor. Her şey ilk başta çok güzel çok hoş gözüküyor ama sonradan o ilişki, karakteri bir vampir gibi emerek bitirip karakterin kıyameti olacağı yerde romanda ters köşe yapıp onun özgürlüğü oluyor.
Hikâyelerde, filmlerde vampir tehlikeli ve yok edici bir mahlûk. İnsanın kanını emip öldürüyor. Benim vampirler, insanın tabiatta yarattığı tahribatın kurbanı olmuşlar. Artık insan öldüremiyorlar, insan kanı ememiyorlar dolayısıyla insanlardan gizlenip korunmaya çalışıyorlar. Gerekirse, yerine göre çok güçlü de olabiliyor ama tersine çevirmek derken aslında bunu kastediyordum, benim vampirler, kurban… Baş kadın karakter Bahar için bu vampirle yaşadığı aşk kurtuluş oluyor. Onun için başka bir hayatın başlangıcı oluyor.
Zehra karakterine yarattığınız konuşma, o karakterin hastalığından dolayı farklı ve etkileyici. Bunu nasıl başarıyorsunuz?
Her karaktere farklı bir konuşma tarzı bulmam gerekiyordu. Yazıda da geçerli olabilecek birer tarz… Bazı yerlerin sesli okunmasını isterim. Yazıda kullandığım noktalama işaretleriyle onun konuşmasının ritmini vermeye çalıştım ama bence mesela Zehra’nın konuşması sesli okunursa o karakter daha iyi ortaya çıkar. Ana anlatıcı da aynı şekilde… Bütün anlatıcıların bir ismi var ama bir tanesinin ismi yok. Onun konuşma tarzını bulduğumda bu kitabı yazabileceğime ikna oldum. Daha önceden romana dönüştürebilir miyim diye emin değildim fakat romanın finalinde anlatıcının diline ilişkin yaptığım bir dilsel oyun var, onu bulduğumda “Tamam ben şimdi bu romanı yazabilirim” dedim.
'DENİZE AÇILIP YENİ BİR KITA KEŞFETMEK GİBİ MACERALI BİR İŞ…'
17 yıl aradan sonra gelen bir roman Bana Göre Kıyamet… Roman yazmaya neden bu kadar ara verdiniz? Senaryo yazmak ve sonunda onu kanlı canlı görebiliyor olmak sizin için daha mı değerli?
Benim için değerli olan; hikâyelerimi herhangi bir şekilde insanlara, okuyucuya ya da seyirciye aktarabilmek ve onlarda belli bir etki yaratmak. Bunun roman ya da sinema filmi olması benim için fark etmiyor. Tabii ki sinema filmi yaparken eğleniyorum. Roman yazmak çileli, acılı bir iş... Sinemada da senaryo yazma kısmı çileli fakat sonrasında canlı ve hareketli ortamda, bir ekiple çalışıyorsunuz, denize açılıp yeni bir kıta keşfetmek gibi maceralı bir iş… Sinemanın eğitimini aldım. Sanırım yazardan çok yönetmen gibi düşünüyorum ama yazmaktan da çok büyük zevk alıyorum.
Edebiyat büyük bir yoğunlaşma istiyor. Eve kapanıp, her gün masa başına oturacaksın ve disiplinli bir şekilde yazacaksın, sadece zevk için ara sıra yazmakla olmaz. Benim de hayatımda 2001’den beri sinema diğer bütün işlerin ister istemez önüne geçti. Ama bundan sonra kitaplarla filmler arasında bir denge kurmaya çalışacağım.
Romana eşlik eden çizimleriniz var. Peki, bütün üretimlerinizin yanında resim yapmayı hayatınızın neresine koyuyorsunuz?
Çocukluğumdan beri sürekli bir şeyler çiziyorum. Sinemacı olmadan önce hayalim ressam olmaktı. Sonradan hikâye tarafım ağır bastı sinemada ve edebiyatta… Resim eğitimi almadım ama iyi bir resim izleyicisi oldum. Sergileri takip ettim, resim, sanat tarihi üzerine çok okudum. Resim yaparken çok eğlenip kendimi kaybediyorum ve yazıda ya da sinemada yaptıklarımdan farklı bir şeyler anlatabildiğime inanıyorum.
2016’da ‘Mahlûkat Bahçesi’ adında bir sergi açtım. Sonra bir şair arkadaşım Mehmet Yaşin, birlikte bir kitap yapmamızı önerdi. Onun, ‘Abuk’ adlı şiir kitabını resimledim. Hasan Ali Toptaş’ın Gecenin Gecesi kitabını da resimledim. Bu kitabı çalışırken de geçen bahar ve yaz devamlı çiziyordum. Bunlar bilinen manada illüstrasyonlar değil. Romanın içinden sahneleri ya da karakterleri tasvir etmiyorlar. Ama bu desenlerin kitabın atmosferini anlatmak için iyi olacağını düşündük Everest ile birlikte. Resim konusunda büyük bir iddiam yok ama çok keyif alıyorum ve bundan sonra da çizmeyi sürdüreceğim.
'DİLDE ÇOK KOLAY YAPABİLDİĞİMİZ AMA SİNEMADA ANLATMASI ZOR OLAN BİR SÜRÜ ŞEY VAR'
Hasan Ali Toptaş dedik... Yönetmenliğini yaptığınız ‘Gölgesizler’ kitaba sadık kalmış bir filmdi. Genel olarak bir kitabı filme uyarlamak konusunda çok fazla eleştiriler döner. “Kitabı okurken hayal ettiğim karakterler filmdeki karakterle çok alakasızdı”, “Film, kitabın resmen aynısıydı” tarzında eleştirilerdir bunlar… Bu noktada siz bir kitabın dizi/film olması konusunda neler düşünüyorsunuz?
‘Gölgesizler’ çok yoğun bir şiirsel dille yazılmış. Uyarlayabilmek için, sadece oradaki politik bir katmanı ve olay örgüsünü ele aldım. Her zaman da şunu dedim: Bu benim versiyonum, benim ‘Gölgesizler’ yorumum bir başka yönetmen gelse bambaşka bir katmandan çok farklı bir film çıkartabilir.
Bir yazarın elinde kelimelerin güçlü büyüsü var. Yazar bir kapı dediğinde her okurun aklında farklı bir kapı imgesi canlanıyor. Ama bir yönetmen somut bir kapı göstermek zorunda… Senaryo derslerimde verdiğim bir örnek var: “Ahmet sevgilisini bir süre bekledi ve sevgilisi gelmeyince sıkılıp gitti.” Bu mesela bir hikâye cümlesi olabilir ama bunu senaryoya uyarlamaya kalktığınızda o ‘bir süre’yi nasıl anlatacaksınız? Sevgilisini beklediğini nasıl anlatacaksınız? Derslerde öğrencilere, bir paragraflık küçük bir hikâye verip diyorum ki “Bundan bir kısa film senaryosu yazın.” Anlatılan hikâye yazılı dilin unsurlarıyla anlatıldığı için aslında çok kolay anlaşılıyor. Fakat dilinde o ‘bir süre’ gibi tuzaklar var. Kısa film olarak yazmaya, sinema diline çevirmeye kalkınca insanlar zorlanıyorlar. Dilde çok kolay yapabildiğimiz ama sinemada anlatması zor olan bir sürü şey var. Ama bunun tersi de geçerli. Bazı konularda da sinemada sadece bir manzara, sadece bir yüz gösterirsiniz edebiyatta onu anlatmak için sayfalar harcamak gerekebilir. Sinemanın da gücü ayrı…
Gelelim şu anda vizyonda olan yeni filminiz Sofra Sırları… Neslihan (Demet Evgar) nasıl bir karakter? En son filminiz ‘Nar’dan sonra gelen ‘Sofra Sırları’ kaç yıllık bir çalışmanın ürünü?
Neslihan hayallerinde yaşayan bir kadın… Çok sıradan ve sıkıcı bir hayatı var fakat kendisini televizyondaki yemek programı yapan ünlü, zeki, esprili bir aşçı gibi hayal ediyor. Kendi hayatını da bize hayalindeki kadının gözüyle anlatıyor. Ama bir gün o kurduğu hayal dünyası yerle bir oluyor ve hayatındaki gerçeklerle yüzleşmek zorunda kalıyor. ‘Sofra Sırları’ 10 yılı aşkın bir sürecin ürünü… Senaryoyu 2006'da yurt dışında yabancı yapımcılarla gerçekleştirmeye uğraştım, olamadı. Uzun süre beklemedeydi, şu anki yapımcımla da 2014'ten beri üzerinde çalıştık.
'BENİM BÜTÜN İŞLERİMDE KARA MİZAH TARAFI VAR'
Bir röportajınızda “Yönettiğim filmlerde her şeyden biraz olsun istiyorum” demiştiniz. Sofra Sırları’nda da komik bir olaydan gerilimli bir ana, gerilimden komediye geçişler var. Peki, roman yazarken de aynı şeyi düşünüyor ve uyguluyor musunuz?
Uyguluyorum. Bana Göre Kıyamet hem toplumsal arka planı olan, günümüz Türkiye’sinden çok izler taşıyan, toplumsal eleştiri içeren bir kitap. Yükselen bir ırkçılık, yabancı düşmanlığı bununla ilgili ciddi bir eleştiri var. Ama bir yandan da vampir romanları ya da vampir filmlerindeki ürkütücü ya da gerilimli unsurları kullanıyorum. Diğer yandan benim bütün işlerimde bir kara mizah tarafı var. Bu kitapta da yer yer bazı karakterlerden komik bir duygu geçiyor. İçinde vampirler olmasına rağmen bir vampir romanı ya da korku romanı değil. Kendine özgü bir kitap olduğunu düşünüyorum.
Kitaplarınızı okuyan, filmlerini izleyen insanlar, hikâyelerinizin ana karakterlerini güçlü, özgür kadınlar üzerine kurduğunuzu görüyor. Hikâyelerinizi kadın karakterler çevresinde kurguluyor olmanızın nedeni nedir?
İlk işim ‘Teyzem’den beri kadınlar benim işlerimde bir şekilde başrolde oldular. Onları anlatmayı kendime daha yakın hissediyorum. Aslında kendi dertlerimi, kendi dünyaya bakışımı kadın karakterler üzerinden anlatıyorum. Bana “Kadınları nasıl bu kadar iyi tanıyorsunuz?” diye sordular bir yerde ben de “Aslında tanımıyorum” diye cevap verdim. Sadece onları kendimden ayırmıyorum. Birçok erkek yazar ya da yönetmen kadınları böyle ayrı, uzak bir varlık gibi konumluyor ve dışarıdan bakıyor onlara… Ben içeriden bakmaya çalışıyorum. Bir yandan da kitaptaki orta yaşlı Eczacı karakteri… Orada da kendime dair çok şey görüyorum ya da Kamil karakteri… 15 yaşında kasabalı bir çocuk… Onda da kendimden iz görüyorum. Aslında yazdığım herkesle özdeşleşerek onların gözünden dünyaya bakmaya çalışıyorum.
Bu yıl 6-17 Nisan tarihleri arasında düzenlenecek olan İstanbul Film Festivali’nde Ingmar Bergman’ın 100. doğum yılına özel bir seçki olacak. Türkiye’nin önemli sinemacıları, kendilerini en çok etkileyen Bergman filmlerini izletecek ve bizzat sunacak. Bu yönetmenler arasında siz de Bergman’ın ‘Utanç’ filmiyle varsınız. Bergman’ın sineması için neler söylersiniz?
Bergman’ın ilk gördüğüm filmi ‘Utanç’ı çok gençken televizyonda seyretmiştim ve çarpılmıştım çünkü o güne kadar hiç öyle bir film görmemiştim. Sonradan da Bergman’ın bütün filmlerini videodan seyrettim. Bu etkinliği özellikle bu yüzden önemsiyorum. Bugünün genç seyircileri, belki Bergman’ı bilmeyen insanlar, olması gerektiği gibi filmi sinema perdesinden izleme şansına kavuşacaklar.
'BAŞKA TÜRLÜ BİR VAROLUŞ BİLMİYORUM'
Peki, bu noktadan sonra Ümit Ünal’ı daha çok nerelerde göreceğiz?
Yapımcılarla yeni projeler hakkında konuşuyoruz, geliştirdiğimiz projeler var. Birisinden biri öne geçecek. Bir yandan yazmaya, çizmeye devam ediyorum. İki senedir çizdiğim yeni desenler bahar aylarında bir kişisel sergide olacak. Yine böyle her alanda yazarak, çizerek, film çekerek var olmaya devam edeceğim. Başka türlü bir varoluş bilmiyorum.