Siyaset dünyasında tragedyalar!

Tragedyaların günümüz dünyasına kadar süren bu parlak yolculuklarını acaba onların hangi özelliklerine borçluyuz? Bunu anlamanın yolu, tragedyaların hangi toplumsal koşullarda ne türden bir ihtiyaçtan dolayı doğduklarına ve içeriklerine bakmak olmalıdır.

Google Haberlere Abone ol

Yılmaz Murat Bilican 

DUVAR - İnsanlığın düşünsel serüveninin en başında, Antik Yunan dünyasında ortaya çıkan tragedyalar, o günden bu güne kadar neredeyse kesintisiz bir şekilde kuşaktan kuşağa aktarılarak  gelmekle kalmamış, hem kendi döneminde hem de günümüz dünyasında Platon’dan Hegel’e kadar bir çok düşünürün ilgi odağı olmuş, üzerine sayısız makaleler, kitaplar yazılmıştır.

Tragedyaların günümüz dünyasına kadar süren bu parlak yolculuklarını acaba onların hangi özelliklerine borçluyuz? Bunu anlamanın yolu, tragedyaların hangi toplumsal koşullarda ne türden bir ihtiyaçtan dolayı doğduklarına ve içeriklerine bakmak olmalıdır.

Kuşkusuz öncelikle vurgulanmalıdır ki, tragedyalar Antik Yunan demokrasisinin çocuğudurlar, demokrasi ortamında, onun sağladığı parrhesia (söz söyleme ve eleştiri özgürlüğü) ortamında doğmuş, yazıldıkları dönemde ortaya çıktıkları toplum ve o döneme ait problemlere eleştirel bir gözle bakabilmiş olmalarının yanı sıra demokrasiyle birlikte ortaya çıkan sorunlara yönelttikleri eleştirel dil sayesinde de onun sağlam bir yapı kazanmasına katkı sağlamışlardır. Tragedyaların diğer bir hayat kaynağı ise etik-politik yönelimleri ve işaret ettikleri insanlık durumuna ait temel problemlerdir.

Tragedyaların yazıldıkları dönemde düşünce dünyasına kazandırılmış olan felsefi metinler nasıl eskimeden günümüze kadar geldiyse bir edebi tür olan tragedyalar da bu günlere taşınmayı başarmıştır. Bu ortaklığın nedeni, sanırım aynı toplumsal ve siyasal ortamda filizlenen bu iki alanın, insanlık durumlarına ait sorunlara kendi tarzlarında cevap aramış olmalarıdır. Bu sayede, bir Platon bir Aristoteles metni gibi tragedyalar da güncelliklerini kaybetmemişlerdir. Ne şekilde organize edilirse edilsin eğer bir toplumsal yaşam söz konusu olacaksa, orada adalet, eşitlik, haklar, yurttaşlık  tiranlık, demokrasi, toplumsal cinsiyet, vb kavramlar çerçevesinde farklı görüşler, tartışmalar, çatışmalar mutlaka olacaktır.

Metis Yayınları'ndan kasım 2017’de çıkan Devrim Sezer ve Nazile Kalaycı’nın hazırladıkları “Dünyaya Tragedyalarla Bakmak” adlı kitap, tragedyalara felsefenin, daha özelde siyaset felsefesinin gözüyle bakıp, güncel siyasetle olan bağlarını ortaya dökmek için hazırlanmış. Kitap Devrim Sezer ve Nazile Kalaycı’nın giriş yazısından başka, dört siyaset felsefecisinin farklı tragedyaları ele alan makalelerinden oluşuyor.

Devrim sezer ve Nazile Kalaycı birlikte kaleme aldıkları kitabın giriş yazısında, tragedyaların felsefe tarihi boyunca gördüğü ilgiyi “...tragedyanın doğuşundan itibaren etik ve politik bir yönelime sahip olması, hem kendi çağının problemlerine hem de insanlık durumunun temel çelişkilerine odaklanması...” olarak açıklıyorlar. Yazıda kitabın ortaya çıkış öyküsü anlatıldıktan sonra, tragedyalar “siyasal yaşamı ve genel olarak insanlık durumunu agonistik ve dolayısıyla trajik kılan, farklı iyiler arasında süregiden çatışma, iyilerin çatışması” olarak belirleniyor. Tragedyaların bu çatışmaları ortadan kaldıracak bir çözümleri de yoktur.

Tragedyaların doğduğu dönem, aynı zamanda, Antik Yunan dünyasında polisin ve onunla birlikte yepyeni kurumların, kavrayışların , bir anlamda demokrasinin doğduğu dönemdir. Bu anlamda yazarlar, demokrasi ve tragedyaların ortak zeminini gösteriyorlar. Bu, yeni ortaya çıkmış kurumsal yapının(demokrasinin) aynı zamanda kendisiyle yüzleştiği, kendi sorunlarını görmeye başladığı ve onlarla hesaplaştığı bir dönemdir. Tragedyalar ele aldıkları problemlerle bir bakıma siyaset felsefesinin doğuşuna da zemin hazırlarlar. Öyle ki, tragedyaların siyaset felsefesinin temel problemlerini o dönem Atina toplumu üzerinden ortaya koyduklarını söylemek mümkün.

Giriş yazısının sonunda yazarlar kitabın amacını şöyle ifade ediyorlar: “Sözün kısası kitabımız, geçmiş ile bugün, klasik tragedyalar ile çağdaş sorular arasında çift yönlü bir eleştirel ve hermenötik ilişki kurma çabasının ürünü: bir yandan siyaset felsefesindeki tartışmaları ve günümüz problemlerini klasik tragedyaların ışığında incelemek, diğer yandan çağdaş tartışmalardan hareketle tragedyaları yeniden yorumlamak.”

Siyasalın Peşinde Dünyaya Tragedyalarla Bakmak, Kolektif, Metis Yayıncılık, syf 208, 2017.

BAŞKASININ ACISINA BAKMAK

İlk makale Devrim Sezer’in.  Sezer makalesinde öncelikle tragedyaların Antik Yunan dünyasındaki konumunu ve işlevini belirliyor. Antik Yunan dünyasının var oluşunda, onun özünün beslenmesinde tragedyaların rolüne ve etkisine değiniyor. Bu tragedya ve demokrasi arasında bir tür bağ kurma girişimidir. Her ikisi doğuştan eş zamanlı bir tür akrabadırlar. Tragedyalar seyircilerin bir bakıma demokrasiyle birlikte ortaya çıkan sorunlar üzerinde düşünmesini, sorgulama yapmasını sağlamayı hedefler. “Dolayısıyla tragedyaların sahnelendiği tiyatro, demokrasinin kendi normatif ufkunu gözden geçirdiği bir yurttaşlık okulu, polisin kendi geçmişi ve bugünüyle hesaplaştığı bir yüzleşme atölyesi gibidir.”

Tragedyalar, biz ve onlar, yurttaş ve yabancı, dost ve düşman arasındaki sınırlar, öte yandan adalet anlayışı , merhamet dünyasının kapsamı, demokrasi ve demokratik yurttaşlığın sınırları üzerine düşündürür. Seyirciyi, sınırları aşan bir insanlık fikri, sınırları aşan bir adalet anlayışı geliştirmeye yöneltir, giderek kozmopolit bir ufuk imkanı sunarlar.

Yazar makalesinde, Antik Yunan uygarlığının en parlak dönemine denk gelen Aiskhylos’un Persler ve Euripides’in Troyalı Kadınlar adlı tragedyalarını incelemeye alır. Persler adlı tragedyasında Aiskhylos, Persler ve Yunanlılar arasında geçen ve Perslerin ağır yenilgisiyle sonuçlanan savaşı ele alır. Oyun mağlup olanın, “düşmanın” gözünden aktarılır. Sezer’e göre bu salt bir yurtseverlik öyküsü değildir, aynı zamanda sorgulayıcı bir yanı da vardır ki bu nedenle bir içkin eleştiri örneği olarak okunmalıdır. “Haklı ve haksız savaş ayrımı mümkün müdür? Şayet mümkünse ikisi arasındaki çizgiyi tam olarak nereye çekmek gerekir? Halkları birbirinden ayıran sınırlar, kültürel veya siyasal farklılıklar ne anlama gelmektedir? Bu farklılıkları aşan, bütün insanları buluşturan ortak bir zemin var mıdır?” Oyunun ortaya koyduğu bazı sorular. Oyun aynı zamanda seyirciyi doğuyla batı, itaat ile itiraz, demokrasi ve tiranlık arasında da düşünmeye sevk eder.   

Yazarın ele aldığı Troyalı Kadınlar yine savaşı konu edinir, fakat taraflar bu sefer iki Yunan kentidir. Oyun yenik Troya kentinin yıkıntıları arasında başlar. Savaşın dehşetinin ve ortaya çıkardığı büyük yıkımın sergilendiği oyunun en dikkat çekici yanı bütün bunları mağdur olanın dilinden vermesidir. Sahnede olan, savaşta eşlerini, çocuklarını, evlerini, yurtlarını kaybetmiş olan kadınlardır. Yazara göre, Euripides’in oyununda “bu boyutta bir çaresizlikle, her tür yasayı ihlal eden bunca haksızlık ve kötülükle nasıl baş edilebilir? Sorusuna üç farklı yanıt verir: yas, isyan, yargılama.

Yazara göre, “Her iki tragedya da kolektif trajediye odaklı, her ikisinde de seyirci kendisine düşman olarak işaretlenmiş veya aşağı görülmüş bir başka halkın, yas tutan yabancıların yerine koyarak düşünmeye davet ediliyor.”

ADALET, PRATİK AKIL, EYLEM 

Serdar Tekin, “Adalet, pratik akıl, eylem: Antigone” başlıklı makalesinde Sophokles’in çok bilinen Antigone’si üzerinden adalet ve yas ilişkisini tartışıyor. Yazar öncelikle, Aristoteles’ten Hegel’e uzanan bir düşünce yelpazesinde, Antigone’un iki temel karakteri, Kreon ve Antigone arasındaki gerilimi yasa-doğa yasası, yasa-dinsel yasa kavramlarına taşır.

Oidipus’un iki oğlu Polyneikes ve Eteokles Thebai’nin tahtı için girdikleri savaşta birbirlerini öldürünce tahta dayıları Kreon geçer. Kreon ilk olarak, kardeşlerin eşit şekilde ölmedikleri Polyneikes’in kendi vatanına ihanet ettiğinden hareketle cesedinin kentin surları dışında bırakılması, gömülmemesi ve yasının tutulmamasına kararını verir. Polyneikes bir düşman ve hain, Eteokles ise bir kahraman ve şehittir. Antigone Kreon’un yasa gücündeki bu kararını tanımaz ve yasaya rağmen kardeşini gömmek ister, “Bir ölümlünün emirleri, tanrıların hatasız, yazıya geçmemiş, değişmez yasalarından daha önemli olamaz. O yasalar dün ya da bugün yürürlüğe girmedi, ezelden beri vardılar ve kimse bilmiyor nereden geldiklerini” diye haykırır. Kreon Antigone’yi dinlemez ve cezalandırır. Bu kentin felaketinin başlangıcı olur, Kreon’un oğlu ve karısı ard arda intihar ederler, Kreon hatasını anlasa da iş işten geçmiştir artık.

Serdar Tekin makalesinde önce oyundaki gerilimleri açmaya çalışır. Çatışma Aristoteles’ten hareketle bir yasa-doğa yasası çatışması mıdır? Yoksa bu çatışma, yasa ile dinsel yasa, evrenin ilahi düzeniyle mi çelişmektedir. Bir yasa ne zaman doğaya veya evrenin ilahi düzenine ters düşer? Antigone’nin oyunda gerçekleştirmeye çalışıp da başaramadığı eylemin gerekçesi de tam net değildir. O, hem her ölünün gömülmesi gerektiğini, hem kardeşi bir köle olmadığı için, hem de kardeşi olduğu için gömülmesi gerektiğini söyler.

Kentin bir felakete sürüklenmesine neden olan Kreon nerede hata yapmıştır? Serdar Tekin bu noktada makalesinde, felsefe tarihinden referanslarla pratik ve teorik akıl karşılaştırması yapar. Kreon trajik bir karar vermiştir, fakat trajik bir hatayla vermiştir bu kararı.

Hegel’den hareketle, Antigone’nin eylemine anlam açısından bakılabilir mi? Antigone’nin eylemini anlamak zordur, çünkü bu eylem daha önce deneyimlenmiş bir eylem değildir. Henüz nesnelleşmemiştir. Gömüyü yasaklayan eylemin anlamı açık, fakat Antigone’nin eyleminin anlamı kapalıdır bu anlamda. Başarısız olması da büyük ölçüde buna bağlıdır. Onu anlamak belki de yeni bir dünya perspektifinden bakmakla mümkün olacaktır.

MUĞLAKLIĞIN SINIRINDA

Ünsal Doğan Başkır, Aiskhylos’un Oresteria üçlemesi’ni ele aldığı makalesine, tragedyanın içinden çıktığı polis düzenine ve bu düzenin geçirmekte olduğu dönüşüme ilişkin neyi tartıştığını, İkinci olarak da günümüz dünyası ve siyasal tartışmalara hangi noktalarda ışık tuttuğu sorularını sorarak başlar ve bu soruları, hamortia (hata) ve muğlaklık kavramlarıyla ele alacağını söyler

Bunlar birbirleriyle ilişkili kavramlardır. Tragedyadaki “hata” alışıldık anlamdaki hata değildir. Karar vermenin güç olduğu bir durumla karşılaştığımızda, kaçınamadığımız bir durumda yaptığımız eylemlerdir. Yazara göre, bu kavram(hemortia) sayesinde tragedya kahramanlarının saf bir iyilik-kötülük çizgisinde anlaşılmaması gerektiğini hatırlarız. Seyirciyi de nihai kararlardan alıkoyan  ve siyasal çelişkilerden bağımsız saf iyi ya da saf kötü bir konum belirlemekten uzak tutan yine aynı kavramdır. Bu özellik bizi tragedyalarda tartışılan problemlerin muğlak yapısına götürür. Siyasal problemlere verilen yanıtlar o soruna kesin son noktayı koymaktan uzaktır. Tragedyaları günümüze taşıyan da bir bakıma bu özelliğidir.

Yazar Oresteia üçlemesinin merkezinde bulunan hukuk adalet tartışmasını bu muğlaklık kavramıyla ele alıyor. Tragedyanın odağındaki intikam- şiddet döngüsünün adaleti sağlayıp sağlamadığı ve Athena tarafından ikna sürecine dayalı olarak tesis edilen (yeni) hukukun adalet ile kurduğu ilişkide şiddeti ne ölçüde ihtiva ettiği, gerek antik yunan dünyası gerekse çağdaş siyaset teorisi bakımından son derece önemlidir.

Tragedyanın olay örgüsünden çıkan problemler, Habermas ve Derrida’nın görüşlerine göndermeler yapılarak “Hukuk ile adalet arasındaki ilişkinin krize girdiği, kanlı çatışmalara sahne olan bir dünyada bir arada yaşamak, kendi ellerimizle ve sözlerimizle  kurduğumuz bu dünyanın elimizden kayıp gitmemesini savunmak nasıl mümkün olabilir?” noktasına taşınır. Bir başka deyişle, “dışarıda” işlenen bir ilk günahla koşullanmış bir dünyada düzen nasıl tesis edilecektir?

Yazar makalesinin sonunda, tragedya yazarının Orestes’in suç niteliği taşıyan eylemi nedeniyle cezaya çarptırılmamasını ve Erinyslerin intikamlarından vazgeçmelerini Athena’nın ön ayak olduğu bir bağışlama edimiyle birlikte seyirciye sunarken, adaletin şiddet ve hukukla ilişkisini yeniden tesis eden temiz bir başlangıç yapabilmemizin yolunun bağışlamaktan geçtiğini ortaya koyar. Hanna Arendt’in dediği gibi, “Bağışlamaları sayesindedir ki insanlar özgür failler olarak kalabilirler ve yeni bir şeylere başlayabilme gücünü kendilerinde bulabilirler”

YAKIŞIKSIZ ÖLÜM YAS VE TANIKLIK SORUNU

Nazile Kalaycı kitabın son makalesinde önce, “ölümün yerinden edilmesi” adlandırmasına açıklık getiriyor. Bu, savaşlarda, soykırımlarda, gösterilerde, güvencesiz işlerde, insanların teker teker ya da topluca doğal yollarla ölme hakkının ellerinden alınmasıdır. Yakışıksız ölümlerdir bunlar ve yaşayan bireyler üzerinde derin bir hayal kırıklığı ve travmaya yol açmaktadır. “Artık siyasal özne de bu hayal kırıklığından, hayal kırıklığının yol açtığı travma ve melankoliden bağımsız düşünülemez.” Yazar, “yakışıksız ölüm”, “yas” ve “tanıklık” kavramlarını dört klasik tragedya üzerinden tartışır: Antigone, Eumenidler, Yakarıcılar ve Troyalı Kadınlar.

Makale boyunca, geçmişten bugüne ölüm ve ölüye yüklenen anlam üzerine düşünür, güncel siyasi tartışmaları anımsarız. Butler’den referansla, makbul yurttaşlar için ulusal kimliğin inşasında rol oynayan kamusal yas, makbul olmayan yurttaşlar söz konusu olduğunda nasıl biçimlenecektir? Makbul olmayan yurttaşların cenazeleri ne olacaktır?

Yazar makalesinin son bölümünde, seyircinin tanıklığı üzerinde durur. Tragedyalarda bu tanıklık seyirciden dışarıya taşan bir tanıklıktır. Bu yüzden tragedyalar toplumsal ve siyasal bir kurum gibi hizmet görmektedirler. Seyirci sahnede hem kendi geçmişiyle hem de diğer, kendi dışında halklarla hesaplaşır. Bu seyircinin yaşadığı dünyayı çokanlamlı, çatışmalı bir yer olarak görmesini sağlar.

"Dünyaya Tragedyalarla Bakmak" tragedyaları yeniden anlamlandırmak, tragedyanın siyaset felsefesiyle güçlü bağlarını görmek, tragedyalarda ele alınan insanlık durumlarına ait etik ve politik problemler üzerine düşünmek için çok önemli ve mutlaka okunması gereken bir kitap.

Dünyaya Tragedyalarla Bakmak, Hazırlayanlar: Devrim Sezer, Nazile Kalaycı, Metis Defterleri, Kasım 2017