Olağanüstü Hâl günlerinde Benjamin okumak...

Dar Kapıdaki Mesih kitabının da gösterdiği gibi bugün her zamankinden çok politika ve teoloji ilişkisi üzerine düşünmeye mecburuz. Yazgımızın istikametini kendimiz ve dünyamızın lehine değiştirmenin başka bir yolu olmayabilir. O yola giden dar kapıdan bir Mesih gelir mi bilinmez ama ondan bize haber getiren Benjamin’e kulak verebiliriz. Günümüz Türkiyesinde Schimitt’ten Benjamin’e, ondan da bize yadigâr kalan şu soruyu belki yeniden dillendirmeye cüret edebiliriz: Anayasanın istisnai bir maddesinden yola çıkılarak anayasa askıya alındığında hâlâ anayasa çerçevesinde kalabilmek ne kadar mümkündür?

Google Haberlere Abone ol

DUVAR - Toplum olarak bazı düşünür ve yazarları, başka bazı düşünür ve yazarlardan çok daha fazla seviyoruz. Koşullar ne olursa olsun, neye ihtiyacımız olup olmadığı hiç fark etmeksizin Foucault’yu ve Deleuze’ü, meselâ Derrida ve Ricoeur’e göre çok daha fazla sevdik, okuduk, tercüme ettik ve çalıştık. Gönlümüzü kaptırdığımız filozoflardan biri de Walter Benjamin. Gerçi hâlâ çevrilmemiş metinleri, bilhassa da mektupları öyle dağ gibi önümüzde duruyor ama Benjamin üzerine çalışmayı seviyoruz. Gerçi bu çalışmaların çoğu Benjamin’in dediklerini “he said that,” diye başlayarak tekrar etmekten ve ezber saflarını yeni ezberlerle sıklaştırmaktan öteye de gitmiyor. Fakat geçtiğimiz aylarda İthaki Yayınları’ndan Benjamin’in politika felsefesi üzerine, üstelik onun Marxizm kadar Yahudi mistisizminden de etkilendiğini gösteren bir çalışma çıktı. Dar Kapıdaki Mesih: Walter Benjamin ve Politik Felsefesi.

M. Ertan Kardeş’in derlediği kitap, bir metin hariç, İstanbul Üniversitesi Felsefe Bölümünce geçtiğimiz yılın Mayıs ayında düzenlenen “Politik Felsefe ve Walter Benjamin” kollokyumunda sunulan bildirilerden oluşuyor. Kitaba katkı veren isimler arasında Cengiz Çakmak’tan Nami Başer’e, Besim F. Dellaloğlu’ndan Cana Erşen’e, Kurtul Gülenç’ten Ateş Uslu’ya, M. Ertan Kardeş’ten Tacettin Ertuğrul’a pek çok Benjamin-sever mevcut.

Dar Kapıdaki Mesih: Walter Benjamin ve Politik Felsefesi, Derleyen: M. Ertan Kardeş, 184 syf., İthaki Yayınları, 2017.

BENJAMİN'İN POLİTİK FELSEFESİ NEDEN ÖNEMLİ?

Bir filozof olarak Benjamin’in her türlü yerleşik veya kabul görmüş tasnif içine sığdırılamayan politik felsefesi neden bu kadar önemli sorusuna bu kitapta verilmeye çalışılan cevap denemelerini, herhalde en iyi biz Yeni Türkiyeliler bilmek ve anlamak durumundayız. “Ezilenlerin geleneği gösteriyor ki içinde yaşadığımız ‘olağanüstü hâl’ istisna değil, kuraldır,” diye yazan bir filozof ancak bizim “teoloji” ile “politika” arasındakine benzer şekilde “demokrasi” ile “faşizm” arasında da bir süreklilik/kesintisizlik olabileceği üzerine düşünmemizi sağlayabilir.

Fakat böyle bir düşünme daveti veya ilhamı, Dellaloğlu’nun söylediği gibi salt bir malûmatçılıkla, yani ortalama Benjamin okuru olan herkesin bir Google taramasıyla ulaşabileceği düşüncelerinin çok matah bir şeymişçesine art arda sıralandığı Benjamin incelemeleriyle çok rahat muhatabını bulamadan uzay boşluğunda yitip gidebilir. Oysa her düşünürle kurulması gereken o sahih ilişkinin bir an evvel Benjamin ile de kurulması elzemdir.

Benjamin’in düşüncelerini seksen yıl sonra Türkiye’de yorumlamamız, Türkiye’nin sorunları üzerinden yeniden inşa etmemiz, ona dair malûmatı tekrar eden birbirinin kopyası metinlerle değil; ancak ve ancak Benjamin’in o günün dünyasının kontekstinde yeşeren fikirlerini kendimize mal edebilmemizle mümkündür. Dar Kapıdaki Mesih, bazı yazıları Benjamin’in düşünceleriyle bugünü okumayı denediği için bu mânâda bir temellük teşebbüsüne imkân tanıyor.

TEOLOJİDEN İLHAM ALAN BENJAMİN!

1966’da ilk defa yayımlanan mektuplarıyla, 1920’lerden itibaren sıradan bir Marxist olarak görülen Benjamin’in, aslında hayatı boyunca teolojik meselelerle derinden meşgul olduğu meydana çıkar. Mektupların çizdiği bu yeni portreye göre Benjamin teolojiden bir hayli ilham alan, bu nedenle de politik açıdan istikrarsız ve mesihçi özlemlerine kendisini ziyadesiyle kaptırmış bir düşünürdür. 1915’te tanıştığı ve 1918’den itibaren çok yoğun ve verimli bir entelektüel işbirliğine soyunduğu Gershom Scholem, Benjamin’i “dünyevî alana terk edilmiş bir teolog” olarak tasvir eder. Çünkü onun modern tecrübenin sefaletine yahut aklın soğukluğuna ilişkin yakınmalarının veya sanat, dil ve hakikate dair coşkulu övgüsünün altında muhalif, apokaliptik ve de ütopik olan mesihçi bir dürtü görür.

Bir başka sürpriz de Birinci Dünya Savaşı’nın patlak verdiği bir dönemde yazılan bu mektuplarda Benjamin’in hiç de politik olmayan bir düşünür olarak boy göstermesidir. Benjamin’in politikaya ilgisi ancak savaştan sonra ve tam da özel hayatı parçalanmaya başladığında gelişecektir. Nitekim 1920 yılında, George Sorel’in Şiddet üzerine Refleksiyonlar’ı üzerine ünlü “Şiddetin Eleştiri”sini yazar. Orada Sorel’i eleştirir ama burjuva hayatının ve parlamenter politikanın meşru olmayan resmî bir şiddete dayandığı konusunda ona katılır ve “yasa yapıcı” bir şiddetin yeni bir sosyal düzeni beraberinde getirebileceğini öne sürer.

1940 sonbaharındaki intiharıyla neticelenecek kaçma teşebbüsünden önce Arendt’e verdiği, bir tür entelektüel vasiyeti olan ve otuzlu yılların sonundaki Avrupa politikasına dair apokaliptik vizyonunu ve Hitler-Stalin paktı çerçevesinde komünizmin ihaneti karşısında duyduğu hayal kırıklığını yansıtan “Tarih Felsefesi Üzerine Tezler”i, Benjamin’in teolojik metafiziği ile tarihsel materyalizmi arasındaki son ve en dramatik gerilimi sahneye koyar. Bu denemesinde tarihsel materyalizm denen kuklanın, oyunu ancak teolojinin desteğini arkasına alırsa kazanabileceğini söyler.

Ona göre tarihsel materyalizm teolojiden, tarihî ilerleme fikrinin bir illüzyon olduğunu ve tarihin enkazları üst üste yığarak günümüze dek adeta bir Babil Kulesi inşa eden bir felaketler silsilesinden başka bir şey olmadığını bu sayede öğrenebilir. Buna göre materyalizm artık ilerlemeci tarihî sürekliliğe duyulan bu inançtan uzaklaşmalı ve “zamanın her ânının Mesih’in içinden geçeceği doğru kapı olduğuna” inanan Yahudi teolojisine daha yakın bir tarih anlayışına sırtını yaslamalıydı. Scholem’in daha sonra hınzırca belirttiği gibi bu metinde tarihsel materyalizmden geriye adından başka hiçbir şey kalmaz.

Mistisizm veya ezoterizme kucak açarak başka bir dünyaya ait bir hakikati müjdelemek ile insanlığı yeni bir yasa ve yeni bir sosyal düzenle kurtarma umuduyla bu dünyada mücadele etmek arasında çoğu düşünürün taşıyamayacağı bu gerilimi kendi entelektüel çarmıhı gibi yüklenen Benjamin, hakiki bir flâneur olarak, her iki imkân ve ihtimalle de flört eder.

GÜNÜMÜZ TÜRKİYESİNDE...

Eğer bu tarih tezlerine kulak verir ve ilerleme dediğimiz şeyin gerçek bir yanılsama olduğunu fark edersek, olağanüstü hâlin istisna olmaktan çoktan çıktığı günümüz Türkiyesinde Schimitt’ten Benjamin’e, ondan da bize yadigâr kalan şu soruyu belki yeniden dillendirmeye cüret edebiliriz: Anayasanın istisnai bir maddesinden yola çıkılarak anayasa askıya alındığında hâlâ anayasa çerçevesinde kalabilmek ne kadar mümkündür?

Her şeyden önce Benjamin “adalet” ile “hukuk” arasındaki – bugün memleketimizde yok sayılan – o radikal ve hayatî farklılığa işaret eder. Ona göre adaletin vazifesi, dünyadaki en yüksek iyiyi yerine getirmektir. Bu mânâda adalet, yasanın bir buyruğu veya şeytan icadı bir KHK hükmü olarak cisimleşemez. Onun politik felsefesinde elzem olan, muzafferler korosunun sekiz oktavlık zafer marşına karşı kurtuluş müjdesinin fısıltısını duyulur kılmaktır. Egemenin tekelinde olmayan ve ezilenlerin de sahne aldığı böyle gerçek bir politika, ancak egemenin hukukunun ilga edilmesiyle mümkündür. Bunun için de en dar kapıdan bile geçebileceği bilinen Mesih’i beklemekten vazgeçmemek gerekir. Aksi takdirde Cana Erşen’in yazısının girişinde zikrettiği James Ensor’un 1888 tarihli Mesih’in 1889’da Brüksel’e Girişi adlı tablosundaki gibi, gelişiyle egemenin sözde sürekliliğini askıya alacak Mesih’in kendisine hazır olmayan dünyevilikten ebediyen uğurlanışını sonsuz kereler seyretmek insanlığın yazgısı olur.

Dar Kapıdaki Mesih kitabının da gösterdiği gibi bugün her zamankinden çok politika ve teoloji ilişkisi üzerine düşünmeye mecburuz. Yazgımızın istikametini kendimiz ve dünyamızın lehine değiştirmenin başka bir yolu olmayabilir. O yola giden dar kapıdan bir Mesih gelir mi bilinmez ama ondan bize haber getiren Benjamin’e kulak verebiliriz. Kendi tarihsel ve toplumsal koşulları üzerine düşünürken bir kahin gibi bugünümüzün tarihsel ve toplumsal koşullarını anlamamıza ışık tutan Benjamin’i ısrarla duymazdan gelmeye devam edersek, başımıza gelen her musibete yeni, orijinal ve ilkmiş gibi şaşırmaya devam edebiliriz. Ama Benjamin okumak ve Benjamin’in metinlerini tartışmak, bugün yaşadığımız bütün bu olağanüstü hâl hukuksuzluklarının çok daha derinlerinde yatan, modern devlete ve demokrasiye dair paradoksları anlamamızı ve daha az şaşırmamızı sağlayabilir. Aksi takdirde, bir yüzyıl daha ilave ederek Benjamin’in “Tarih Tezleri”nde kurduğu şu cümleyi bütün şaşkın çağdaşlarımıza hatırlatmak farz olur: “Yirmi birinci yüzyılda bu yaşadıklarımızın ‘hâlâ’ nasıl mümkün olduğuna şaşmak, felsefî bir bakış değildir.”