Galeano ve ‘Körlük’ten kurtulmak
Eduardo Galeano'nun 'Hikaye Avcısı' Sel Yayıncılık etiketiyle okuyucuyla buluştu. Galeano 'Hikaye Avcısı'nda tarihin tozlu raflarında yitip gidecek olanın, sesi kesilmeye çalışanın, resmi tarih sayfalarında yer edemeyecek olanın kültürüne, belleğine sahip çıkmayı başarıyor. Kısacası, dilsizliğe hapsedilmeye çalışılanı, sese ve ifadeye dönüştürüyor.
DUVAR - Eduardo Galeano denilince kafamda şöyle bir şey beliriyor. Bilge bir insan oturmuş bize dünyaya dair hikâyeler anlatıyor ve bizler onun etrafında toplanmış, kulak kesilerek bu hikâyeleri dinliyoruz. Kederli olanları da var, neşe verenleri de. Bir de Galeano sanki hiç ilgisi olmayan bir anlatısında bile direnmeye çağırıyor. Ben kendi okuma deneyimimde alttan öyle bir ses duyuyorum, belki bu benim onunla kurduğum psişik ilişki ile ilgilidir, olabilir. Bilgelik sıfatını hak eden yazarlardan Galeano, bundan dolayı onun metinlerini okurken, yukarıda bahsettiğim gibi bir atmosfer oluşması da doğal sanırım. Sadece Latin Amerika halklarının değil dünyadaki tüm hakkı gasp edilmişlerin bilge dostu, yalnızca insanların da değil; hayvanın, doğanın, kültürel bellek izlerinin, şarkıların, futbolun, yerli kadınların, büyücülerin, öldürülmüş tanrıların, nehirlerin, kuşların… Bu nedenle onun her kitabı, gerçekliği hikâye etme becerisi ve ironisiyle bize öğretmeye, bakış açımızı etkilemeye devam ediyor.
GALEANO'NUN VASİYETİ
Galeano’nun hayatının son üç yılında üzerine çalıştığı “Hikâye Avcısı”, vasiyeti olarak tanımlanıyor ve içerisinde ölmeden önce üzerine çalıştığı son projesi “Karalamalar”dan öyküler bulunuyor. Galeano, yatay olandan beslenen bir düşünür, bu nedenle “Hikâye Avcısı”nda da yine yerel olanın öyküsüne odaklanıyor. Onun hikâyelerinin kahramanları diktatörler, liderler, sömürgeciler değil, onların zulmünü çeken halklar, doğa ve hayvanlar. Bu kitapta da hayatla ilgili hikâyeleri kendi üslubunca öyküleyerek anlatıyor Galeano. Ve yine tarihin tozlu raflarında yitip gidecek olanın, sesi kesilmeye çalışanın, resmi tarih sayfalarında yer edemeyecek olanın kültürüne, belleğine sahip çıkmayı başarıyor. Kısacası, dilsizliğe hapsedilmeye çalışılanı, sese ve ifadeye dönüştürüyor.
İZLER
“Rüzgâr martıların izlerini siler.Yağmur insanın ayak izini siler.
Güneş zamanın izini siler.
Öykü anlatıcıları yitik hatıranın, aşkın ve acının görünmeyen ama hiç silinmeyen izini arar.”
“İzler” adlı bu metin ile başlıyor “Hikâye Avcısı”. Ve kitap boyunca iz sürüyor Galeano. Acı, aşk ve yaşama dair olan unutuşa bırakılmasın, silik bir hatıraya dönüşmesin diye bellek taşıyıcılığını üstleniyor. Yok edilmeye çalışılan kültürlere, en ince ayrıntısına kadar sahip çıkarken, “beyaz insan”ın bakışını da gözler önüne seriyor.
TANRILARIN DA DİLİ TUTULUR
Galeano, “Yerli tanrıları Amerika kıtasının fethinin ilk kurbanları oldular. Muzaffer istilacılar suskunluğa mahkûm edilen tanrılara karşı savaşlarını putperestliğin kökünü kazıma diye adlandırdılar” diyor, “Dilsizler” adlı küçük hikâyesinde. Bana kalırsa bu hikâyenin başlığı da oldukça anlamlı, Galeano bu başlığı koyarken ne düşündü kesin bir şey söylemeyiz ancak bu bana vahşet karşısında, Tanrıların bile dilinin tutulmasını ve yokluğunu çağrıştırdı. Öylesine sömürgeci ve yok edici bir anlayış ile karşı karşıyaydı ki yerliler, tanrıları bile dilini yutmuş, yok edilmiş, susturulmuştu. Bu hikâyede olduğu gibi Galeano’nun o küçük öykülerinde yatan gerçeklik hâlâ çok şey söylüyor: insana, yaşama ve dünyanın sömürgecilerine dair.
SÖMÜRGECİ ANLAYIŞ
“Hikâye Avcısı”nda Galeano ayrıca “beyaz bakışı” da deşifre ediyor. Yerlilere dair anlatıların nasıl sömürgeci bir anlayışla oluştuğuna, sömürgecilerin kendi imha ediciliklerini, nasıl yok edici “yerliler” tasvirine dönüştürdüğüne dikkat çekiyor. Siyah bakıyor Galeano, “Körler” adlı bu küçük hikâyesinde ve tarafını net bir şekilde belirliyor. Yerlileri “vahşi” olarak betimleyenlere, Theodor de Bry’ın gözleriyle On altıncı yüzyılda Avrupa bizi nasıl görüyordu sorusunu soruyor. Ve bu soruyla da çok şey söylüyor yine, kendisi gibi olmayanı, “vahşi”, “ilkel” olarak tanımlayan, bu bakışla oluşturulmuş metinleri, antropolojik alan çalışmalarını, sosyolojik genellemeleri, aklının sınırı dışında kalana “tuhaf” damgası vuran felsefi bakışları ve daha pek çok şeyi hatırlatıyor. Galeano’nun en önemli yeteneklerinden birisi de bu sanırım, kısa bir hikâyenin altına yerleştirdiği çoklu anlam. Bu nedenle onun gözünün gördüğü ve bize anlatmaya çalıştığı her şey genellikle şimdimizde bir yere dokunuyor. Çünkü şöyle bir soru oluşuyor: Dünya hep mi aynı olacak, bu kendinden olmayana bakış hiç mi değişmeyecek?
İNSANA İNANMA İNADI
Ayrıca Galeano insana, tüm kirine rağmen hâlâ inanıyor. Şöyle söylüyor, “Neden Yazıyorum?” adlı metinlerinden birinde; “Her şeye rağmen biz insancıkların oldukça kötü yapıldığımıza, ama henüz tamamlanmadığımıza inanmakta inat ettim, hâlâ da bu inadımı sürdürmeye çalışıyorum. Ve insanlık gökkuşağının, gökteki gökkuşağına nazaran çok daha fazla renk ve ışıltıya sahip olduğuna, ama bizim kör olduğumuza ya da doğrusu, uzun zamandan beri süregelen uzun sakatlayıcı gelenek tarafından körleştirildiğimize inanmaya da devam ediyorum.” Öznel fikrim insan konusunda çok olumlu olmasa da bir yanım onun umudunu taşımak istiyor. Kör olmak yaşananları görmezden gelmek biraz öznenin iradesi ile de ilgili ancak insanlığın “körleştirilmediğini” de iddia edemeyiz. Hem de neredeyse dünyanın tüm kurumları, devletleri, ideolojik aygıtları bunun için çabalıyorken.
Galeano’nun “Hikâye Avcısı”nı okurken her hikâyenin altına notlar almışım. Bir şekilde açık bir uç bırakmış sanki bize ve “haydi bu hikâyeye bir cümle de sen ekle" demiş. Okur ile konuşan bir metin ile karşı karşıyayız. Bu nedenle çok çeşitli konularda, farklı farklı alanlarda, muhabbet ediyormuşuz gibi bir his oluşuyor kitabı okurken. Galeano bizi, konser veren yağmurlarla, nehre inen bulutlarla, tuhaf nehirlerle, ateşli yollarla, tanrılık vasfı elinden alınmış nehirlerle, toprakla, börtü böcek insan, yaşam ve de ölümle buluşturuyor. Kısacası, Galeano’nun bu metninde de hayata dair, bize dair çok şey var, önemli olan “körlükten” kurtulmak ve görebilmek.