Hüseyin Yurtdaş: Yeraltı edebiyatı sulandırıldı
Hüseyin Yurtdaş’la yazı uğraşı, yazı ve hayat krizleri, edebiyatın barındırdığı felsefi ihtimaller, yazarlar-arasılık, anti-kahramanlar ve diğer şeyler üzerine konuştuk. Yurtdaş, yeraltı edebiyatı ile ilgili olarak "Kanat Güner'in 'Günce'si gibi bence son derece iyi örneklerin edebi değeri hiç gündeme gelmedi, işin havası, kendisinin önüne geçti" dedi.
Ahmet Ergenç
DUVAR - İhsan, Çöreklenen ve Genç Yazarın Notları kitaplarıyla Türkçe edebiyatın varoluşçu “yeraltı” sularında dolaşan Hüseyin Yurtdaş’la yazı uğraşı, yazı ve hayat krizleri, edebiyatın barındırdığı felsefi ihtimaller, yazarlar-arasılık, anti-kahramanlar ve diğer şeyler üzerine konuştuk. Yurtdaş, "Bugün yeraltı dendiğinde insanların ilk aklına gelen Amerikan yeraltısını da dürüstlüğü, yapmacıktan kaçışı, gerçek hayattaki geceye, karanlığa, ve gündüzün acımasızlığına dolaysız baktığı için seviyorum. Bizde ise bu iş de, pek çok şey gibi sulandırıldı. Kanat Güner'in 'Günce'si gibi bence son derece iyi örneklerin edebi değeri hiç gündeme gelmedi, işin havası, kendisinin önüne geçti" dedi.
Son romanında Genç Yazarın Notları öfkeli bir genç yazarın hem hayatındaki hem de yazı macerasındaki krizlerini ele alıyor. Bu “yazar” ve “yazma krizi” meselesi kitaplarınızdaki ağırlıklı meselelerden biri. Yazının kendisinin yazı meselesi olduğu bir geleneğe bağlanıyorsun bu bakımdan. Sence yazının içinde yazı meselesini kurcalamanın yazı politikası açısından nasıl bir önemi var?
Bu meselenin birkaç boyutu var. Öncelikle, kitaplardaki karakterler yazıyor. Genç Yazar, adı üstünde, yazar olmaya çalışıyor. Çöreklenen pasını kusuyor, yazarak. Ama bir "yazar" değil, onu da vurgulamak lazım. Aslında yazıyı ciddi ciddi tartışayım diye yola çıkmıyorum ama karakterler buna bir şekilde meylediyorlar. Benim için de bu, bir mesele demek ki. Onlar yazıyor ama ben de yazıyorum sonuçta, aşina olduğum, iniş çıkışlarını, sıkışmışlıklarını, yücelip yerin dibine batmalarını filan az çok biliyorum bu durumun. Bildiğimi ya da bildiğimi sandığımı yazıyorum ama eğip bükerek.
Son romanınla daha önceki romanların İhsan ve Çöreklenen arasında bir devamlılık ilişkisi olduğunu düşünüyorum. Üçü de öfkeli ve hatta “demonik” denilebilecek bir karakterin hikayesini anlatıyor. Bu bakımdan, bir üçleme olduğunu söyleyebilirim. Sen ne dersin? Var mı böyle bir bağ?
Klasik anlamda bir üçleme değil tabii, yani birbirinin devamı olarak yazılmış kitaplar değil bunlar. Karakterler, üç romanda merkezde olan ben anlatıcılar da birbirinden farklı tipler aslında. İhsan kendine özgü bir genç adam, Çöreklenen'deki ben anlatıcı yamulmuş bir orta yaşlı, Genç Yazar'sa üniversitede okuyan bir yazar adayı. Genç Yazar'la İhsan arasında paralellikler var elbette ama İhsan yarı gerçekdışı bir dünyada, hayatın somut, günlük gerçeklerinden bağımsız bir deneyimi yaşarken Mc para kazanma, ailesini ayakta tutma, derslerine devam etme, sevgilisini idare etme gibi hayli gıcık ve gerçek dertlerle de uğraşıyor. Soruna dönersek, üçü de öfkeli, özellikle Çöreklenen demonik ama bunun ötesinde bir bağ kurulabilir mi, bu işi sana bırakıyorum.
'YAZARLARLA ATIŞMAK ATALARLA İLİŞKİ KURMAK GİBİ'
Bilhassa da Çöreklenen ve Genç Yazarın Notları’nda Dostoyevski, Nietzsche, Kafka, Fante ve Konrad Bayer gibi yazarlara açık ve örtük göndermeler var. Bu yazarların ve bu yazarlarla konuşmanın nasıl bir önemi var sence? Ve bu konuşma yöntemine metinler-arasılık değil de yazarlar-arasılık diyebilir miyiz?
Yazarlar-arasılık komik ve iyi bir alternatif. Yazarlarla atışmak ise, bir bakıma atalarla ilişki kurmakla bağlantılı. Çöreklenen'in tepesine tünemiş hayaletler gibi, Jung'un arketipleri gibi. Yazarken benim de başıma arada üşüşüyor bu arkadaşlar. Trajik hayatlar yaşamış dâhiler bunlar, seviyorum onları.
'GELENEĞİN İÇİNDE YER ALMAK REDDEDİLEBİLECEK BİR ŞEY DEĞİL'
Bir yazıda senin yazdıklarını anti-kahramanların şekillendirdiği bir yeraltı edebiyatı geleneğine dahil etmiştim. Genç Yazarın Notları da yine bir krizli, öfkeli, hınç dolu bir anti-kahramanı, McAlister’ı içeriyor. Ne düşünüyorsun dünyada ve Türkiye’de yeraltı edebiyatı konusunda? Kendini böyle bir geleneğe dahil eder miydin?
Yeraltından ne anlıyoruz tabii. Senin o yazıda çerçevesini çizdiğin gelenek Dostoyevski'nin Yeraltından Notlar'ını, Camus'nün Yabancı'sını, Oğuz Atay'ın Tehlikeli Oyunlar'ını da kapsıyor. Birçok insan bunları Bukowski, Selby Jr. ya da Burroughs çizgisindeki alkol, cinsellik, küfür yeraltısı kategorisi içinde düşünmez. Sen bir karanlıktan bahsediyorsun, varoluşun kalbine saldıran kitaplardan. Böyle bir geleneğin içinde yer almak reddedebilecek bir şey değil tabii, başka türlü bir edebiyat bana anlam ifade etmediği için. Ancak bugün yeraltı dendiğinde insanların ilk aklına gelen Amerikan yeraltısını da dürüstlüğü, yapmacıktan kaçışı, gerçek hayattaki geceye, karanlığa, ve gündüzün acımasızlığına dolaysız baktığı için seviyorum. Bizde ise bu iş de, pek çok şey gibi sulandırıldı. Kanat Güner'in “Günce”si gibi bence son derece iyi örneklerin edebi değeri hiç gündeme gelmedi, işin havası, kendisinin önüne geçti.
'ÇOĞU DELİDİR!'
Kitaplarında açıkça hissedilen 'yabancı' yazarlar var, peki seni etkileyen ve yazdıklarında gizli de olsa konuştuğun yerli yazarlar kimler?
Etkilendiğim, beğendiğim çok yazar, şair var. Bir aralar, daha gençken yoğun biçimde şiir yazmış ve okumuştum. Şimdilerde yazmasam da okumaya devam ediyorum. Şairlerim de değişiyor zamanla. Ece Ayhan ve İlhan Berk'i özellikle severim. Ahmet Hamdi Tanpınar'ın şairliği çok es geçiliyor, kendi de her şeyden önce şiiri önemsiyordu. Ve gerçekten de Türkçe’nin en güzel ve derin şiirlerinden birkaçını yazmıştır.
Öykücülerden de, Sevim Burak ve Vüs'at O. Bener. Dikkat edersen bunların çoğu delidir. Romancılar Oğuz Atay, Yusuf Atılgan, Tanpınar, Orhan Kemal. Orhan Pamuk'un Kara Kitap ve Cevdet Bey'i; Latife Tekin. Sorunun ikinci kısmına gelirsek: Bu edebiyatçılarla pek konuşmuyor benim karakterler, doğru. Sevim Burak'a bir laf atıldı bir yerde, o kadar. Bu, bundan sonra dahil olmayacakları anlamına gelmez ama.
Yazdıklarında 'felsefi' tonun ağır bastığını, yer yer ontolojik bir edebiyata yöneldiğini düşünüyorum. Ne düşünüyorsun edebiyat ve felsefe ilişkisi konusunda? Bunu mesela Nietzsche’yi neredeyse bir edebiyatçı gibi gördüğünü hissederek soruyorum.
Evet, Nietzsche bir edebiyatçı. Ama bir deli de. Ben temelde onu bir karakter, bir tip olarak görüyorum, öyle okuyorum. Büyük, çok büyük laflar eden, felsefe, tarih, mitoloji, dil ve teolojiyi çılgınca, hallaç pamuğu gibi atan bir dâhi-deli. O yüzden pek çok edebiyatçının ilgisini çekmiştir, Fante, Rosales gibi. Ama genel olarak da felsefeye ilgim var tabii. Kritik soruları soran birkaç alandan biri olduğu için.
Görece 'genç' bir yazar olduğun için sormak isterim. Şimdilerde yazan 'genç” yazarlardan seni etkileyen isimler var mı?
Artık öyle ya da böyle kabul edilmiş, yaşını başını almış yazarları dışarıda bırakarak konuşuyorum: Melisa Kesmez, gerçek bir duyarlılığa ve duyguya sahip, ender rastlanan bir özellik... Romancılığı görece 'genç' İlhami Algör'ü ilginç ve yaratıcı buluyorum.
'ÖĞRENCİLERLE İLETİŞİM HALİNDE OLMAYI SEVİYORUM'
Yazarlığının yanı sıra akademisyen olduğunu da biliyorum. Akademinin “kontrollü” diliyle, edebiyatın sonsuz serbest dili arasında bir fark var. Bu açıdan yazarlık, yazı uğraşı ve akademi nasıl bir arada gidiyor? Birbirlerini özellikle boğdukları ya da besledikleri anlar oluyor mu? Son romanın Genç Yazarın Notları da kısmen üniversite koridorlarında geçiyor.
Yazı için kendime zaman ayırmayı çok önemsiyorum ama bunun için sürekli evde oturmayı filan hayal ediyor da değilim. İnsanın bir işinin olması, hayatın somut sorunlarının ve bazen tatsız gerçeklerinin içinde olması, sabah kalkıp metroya, dolmuşa binmesi, karşılaştığı ve konuştuğu insanlara hayret etmesi, gıcık olması, bu yüzden hayatı ve geleceği sorgulaması, sonra tekrar işine gömülmesi, akşam alışverişi de yapıp torbaları sürükleyerek ve küfrederek yorgun argın eve gelmesi filan da önemli. Ayrıca para kazanmam da gerekiyor. Akademi, son tahlilde bilimsel bir çerçevede bir şeyleri sorgulayarak tartışarak filan çalıştığın bir yer, bunun da kötü bir tarafı yok.
Öğrencilerle iletişim içinde olmayı da seviyorum. Ama akademinin diliyle yazarlığın birbirine karışmamasını başından beri önemsedim. Pekala Alman ya da İngiliz dili filan okuyabilecekken, ve bu alanlarda akademisyenlik yapma şansım da olduğu halde bu yola girmedim çünkü edebiyatı formel çerçevede tartışmak, uzun vadede beni söndürecek bir iş. Bu yüzden yazıya bilim insanı gözüyle yaklaşmak, bilinçli bir şekilde uzak durduğum bir şey oldu. Sorunun ikinci kısmına gelirsek: Genç Yazarın Notları'nda üniversite ortamı var tabii ama Mcalister'ın üniversitesi o, benim şu anki halimle doğrudan bağlantılı sayılmaz. Mc üniversiteyi öğrenci olarak yaşıyor, derslere girmiyor, hayatı kantinde bunalarak, banklarda sigara içerek geçiyor.
'İNSANIN ZEHİRLİ BİR TARAFI VAR'
Genç Yazarın Notları’nda iyi anlamda “anakronik” bir durum var. McAlister’ın krizleri ve çıkışları bazen insanın aklına bir 19. yüzyıl yazarını (misal Dostoyevski – Yeraltından Notlar) ya da bir 18. yüzyıl dark romantiğini (misal Goethe – Genç Werther’in Acıları) akla getiriyor. Sen ne düşünüyorsun bu tarihsel hat hakkında?
İnsanın zehirli bir tarafı, karanlığı var. Temel, çekirdek bu. Bunu bazen gerçekçi, bazen romantik, bazen de gerçekdışılığa varan, gerçekle gerçekdışının kesiştiği bir noktada anlatabilirsin. Sen de değinmiştin galiba yazıda, Tanpınar Suat'ı tuhaf bir metafizik alana yerleştiriyor yer yer, Yeraltından Notlar'ın kahramanı da gerçekdışı, olumsuz anlamda değil, Dostoyevski'nin muzipliğini vurgulamak için söylüyorum, karikatürvari özellikler taşıyor. Bu, hayati bir konu çünkü insanın karanlığına iniyorsun. Oraya da büyükler biraz mizaha başvurmadan ya da belirsiz alanlar oluşturmadan pek inmiyorlar. Faust da mesela, şeytani-absürd-mizahi bir kitap olarak okunabilir. Demek ki evet, bu zamansız bir konu-karaktermiş gibi görünüyor.
Üç romanında da kötücüllük önemli bir yer tutuyor. Bir önceki sorunun devamı olarak, edebiyatta kötücül karakterler, negativite üzerinden gören ve düşünen karakterler hakkında nasıl bir hisse sahipsin?
Öfke, hayata ve kendine, bir şeylerin bir türlü olmamasına, istediğin hayatın yaşanmamasına, ne istediğini bilmemeye, bilsen de onu yaşayacak cesareti bulamamaya duyulan öfke. Toplumda, insanlarda aradığını bulamamaya, ne aradığını bilmemeye; yaşamaya, yaşamak zorunda olmaya, ölecek olmaya duyulan öfke. Ve yıkıcılık. Hem kendini ve hayatı yok etmek, hem de bunu olasılıklar için yapmak. Burada çok yoğun bir güç, enerji var, sarsıcılığı da buradan geliyor olabilir. Bize dair bir gerçeği, bakmaya çekindiğimiz karanlığımızı ve oradan başlayacak belirsiz ve tehlikeli olasılıkları simgelediği için.
Edebiyat, ülkenin ve dünyanın mevcut haline dair bir şeyler söylüyor mu? Sence edebiyat ile reel politik arasında bir ilişki var mıdır?
Bazı toplumcu gerçekçi romanlarda olduğu gibi zarifçe, ustalıkla yapıldığında, insanı toplumu sevmeye ve eşitsizliklere karşı çıkma konusunda bir duyarlılığa da götürebilir politik edebiyat. Ya da Nazım'ınki gibi her köşesine ideoloji sinmiş bir şiir, büyük bir şiir de olabilir. Ancak çoğu zaman, böyle açıkça siyasi bir çizgi izlemediğinde de son derece yıkıcı bir şey söyleyebilirsin. Çavdar Tarlasında Çocuklar'ın hayatı kökünden sarsmak için yazılmadığını kim iddia edebilir ya da Tehlikeli Oyunlar'ın.
Bundan sonra neler yazacaksın? Önceki romanlarla bir bağı olacak mı?
Planlar var tabii ama çoğu, yazmaya başlar başlamaz çöpü boyluyor. Anlatıcının sesinin ortaya çıkması, belirmesi önemli bir şey. O ses de daha önceki seslerden birini çok andırmamalı, en azından benim için böyle. Bakalım, ne olacak, ne çıkacak ya da bir şey çıkacak mı, ben de bilmiyorum.