Aziz Nesin, son kitabını burada imzaladı
Ömer Önal'ın sahibi olduğu Alaçatı Kitabevi, Alaçatı'daki tek kitapçı, turistlere yönelik olmayan ender mekânlardan. Önal, Alaçatı'ya ismini veren bir ailenin mensubu. Dindar ama meraklı bir çocuk olarak yetişen, 25 yıl terzilik yapan Ömer Bey, açmış olduğu kitapçı dükkânından sonra birçok önemli ismi de, henüz bu kadar bilinen bir yer değilken, Alaçatı'ya getirmeyi başarmış...
DUVAR - Alaçatı, artık turistik bir belde. Turizm patlamasından önce ise tarımla geçinmeye çalışan kendi halinde bir kasaba. Tütünü, tuzu ve sakız ağacı meşhur olan bu yeri şöhrete kavuşturansa rüzgar olmuş. Alaçatı'daki rüzgarın sörfe uygunluğu keşfedilince kasaba da dış dünyayla bağlantı kurmuş.
Ancak Alaçatı popülerleşme yolundaki en büyük adımı, 1995 yılında Aziz Nesin'in burada yaptığı imza günüyle atıyor. Fakat maalesef Aziz Nesin, imza gününü yaptığı akşam geçirdiği kalp krizi nedeniyle burada hayatını kaybediyor. Nesin'i kasabaya getiren isim, Alaçatı'daki tek kitapçı olan Ömer Önal.
Ömer Bey, “O akşam ortalığı düzenledikten sonra saat akşam 11'i 20 geçe iki tane jandarma geldi. Dediler 'Ömer Bey siz misiniz?' 'Evet.' 'Misafiriniz Aziz Nesin vefat etti. Savcı bey sizi ifadeye bekliyor.' Aziz Nesin Alaçatı'nın en güzel mahallesinde ruhunu teslim etti,” diye anlatıyor o akşamı.
Aziz Nesin'i davet etmeye nasıl karar verdiğini öğrenmek için biraz geriye, Ömer Bey'in henüz bir kitapçı olmadığı günlere, belki de daha eskilere gitmek gerek. Çünkü ancak o zaman bu hikâye başlı aşına bir anlatıya dönüşecek. Sanki bir Sabahattin Ali öyküsündeymişçesine, Ege'nin bu güzel köşesinde, Ali'nin yarattığı kahramanların hayatlarına benzer bir yaşanmışlık var:
“Alaçatı'nın ismi benim ailemden geliyor. 1570'lerde 'Alacaat' aşireti olarak yaklaşık 40 hanelik bir grup buraya yerleşiyor. Alaçatı ismi aşiretin isminden geliyor yani. Bir başka hikâye de şöyle: Yine benzer tarihlerde Rumlar da buraya yerleşiyor. Germiyan, Ildır, Nohutalan'dan gelen yağmur suları buradaki Azmak Deresi'nden denize akıyor. Agrilia Körfezi'nde gelgitlerle deniz çekildiğinde dünyanın en güzel tuzunu imal ediyorlar. Rumca Alati (αλάτι) kelimesi de “tuz” demek. Onlar da bu bölgeye “Alasata” diyorlar.
Burada dünyanın en güzel anasonu yetişir. Çeşme anasonu diye Meydan Larousse'de de geçer. Yine sadece Sakız Adası'nda ve burada yetişen sakız ağacı var. zamanında bizim Alacaat aşireti ve Rumlar birlikte sakız üretimi yapıyorlar ve bunu başka yerlere göndermek üzere dönemin en büyük roro iskelesi kuruluyor Agrilia Körfezi'nde. O tarihlerde Alaçatı'nın nüfusu 13 bin civarında. 1989 yılına kadar ise 6 bin nüfusu vardı. Sonradan patladı Alaçatı.
Alacaat aşireti annemin tarafı. Babamlar ise Germiyanoğulları. Babam, ben annemin karnında 5 aylıkken öldürülüyor. Germiyan köyünün ağası gibiymiş. Çok sayıda hayvanı varmış. O yüzden deniz kıyısında değil de ovalarda araziler almış. Alkolle de arası iyiymiş. Köy odalarının önünde akşamlar masalar kurulurmuş, tabancalar ateşlenirmiş. Tam bir ağa hayatı yani. Halkla ilişkileri de çok kuvvetliymiş. Bunlardan dolayı göze batınca aynı köydeki üç ağa birleşip babamı bir pusuda öldürtmüşler.
Annem yalnız kalınca dayılarım onu tekrar Alaçatı'ya getirmişler. Annem sürüyü filan satıp burada bir ev almış. Ben de buradaki bu evde 1952 yılında doğmuşum. Doğduğumda abim de hapisteyti. Hukuki bir boşluk nedeniyle babamı vuran adama 4 yıl, abime ise onu tehditten ya da canına kast etmekten 8 yıl ceza vermişler. Tam olarak nasıl oldu bilmiyorum tabii.
10 yaşımdayken sünnet olacaktım. Sünnetlik elbisemi diktirmek için beni bir terziye götürdüler. Terzi dükkânına girince o kumaş kokusu, pantolonlara konulan telalar beni aşık etti. Ondan sonra geldim ve anneme dedim ki 'ben okumayacağım, terzi olmak istiyorum.' Annem tabii istemedi, kardeşlerin çoban oldu, çiftçi oldu, sen akıllısın oku dedi ama dinlemedim. Bir buçuk ay sonra okulu bıraktım ve terzi oldum.
Terzilik yaparken, 14 yaşımdayım, abim bir gün kafayı çekiyor ve Germiyan köyünde gidip babamı vuran adamı öldürüyor. İntikamını alıyor yani. Bu kez 24 yıl hapis cezası veriyorlar. Ama 1974'te verilen af kararıyla 8 yıl yatıp çıkıyor. Toplam 16 yılı hapiste geçiyor. O yıllarda biraz zor günler geçirdik anlayacağın...
Babam biraz hovarda bir adammış. Hem bu yüzden hem de yaşadıklarımızdan dolayı annem beni dindar yetiştirdi. 8 yaşımda oruç tutmaya başladım. Daha çocuk yaşta kadınlara Kuran okuyorum, mevlit okuyorum, bal tefsirleri okuyorum. Sesim de çok güzel, herkes 'Ömer'e okutalım mevliti', 'selâyı Ömer versin' diyor.
Çocukluğumda namaz kılmak için gittiğimde selam verirken duvarlara bakardım. Buradaki cami kiliseden bozmadır. Orada burunları kırılmış güzelim heykeller, üzeri boyayla kapatılmış resimler vardı. Hep merak ederdim 'bunların arkasında ne var, niye böyleler' diye. İstavroz var galiba, diye düşünür, o zaman ben de kızardım. Yıllar sonra o duvarların orijinal haline gelmesi için uğraştım ve bunda başarılı oldum.
Alaçatı'nın kendine has mimari dokusu çocukluğumdan beri ilgimi çekerdi. Bu merak ileride kültür ve sanata olan yönelmemin tohumu oldu.
Askerliği yaptıktan sonra 1974'te ustamız Çeşme'ye gidince bir arkadaşımla ilk terzi dükkânımızı açtık. Alaçatı'da yetişen ilk terzilerdendik.
O zaman Alaçatı çok bakir bir yer. Ama o dönem Demokrat Partililer bastırmış ve buraya bir devlet hastanesi yapılmış. Çeşme'de bile hastane yok, sadece Alaçatı'da. Ama 70'lerin sonuna doğru ilgisizlik nedeniyle bu hastanedeki röntgen cihazları ve oksijen makinelerini devlet görevlileri almak istedi. Ve ilk eylemimi orada yaptım. “Almayın bunları, koskoca Çeşme yarımadasında hastane yok, insanlar İzmir'e gitmesinler bir röntgen için,” dedim ama dinlemediler. Cihazları İzmir'e, beni de karakola götürdüler!
Dindar birisiydim, müezzinlik ve imamlık da yaptım ama Atatürk'ü de çok seviyorum. Bir gün cuma namazındayız, hutbede hoca kaçan Vahdettin'i methediyor. Ben de kalktım 'Yahu Atatürk dururken sen neden memleketi satıp kaçan Vahdettin'i anlatıyorsun' dedim. Arkadan birkaç kişi bana horladı, az kalsın orada beni linç edeceklerdi yani. Baktım pabuç pahalı, sesimi kıstım. Atatürk'e alenen hakaret eden imamlarla mücadele ettim. Fakat arkamdan, benim elimden çıkmış gibi bir dilekçe hazırlanarak o imamı şikâyet etmişim gibi gösterildi. Bir süre savcılık soruşturmasında bunun için uğraştım.
Burada imamların kaçtığı, ezanların okunmadığı bir dönem oldu. Çıktım minareye ezan okudum. Dönemin müftüsü beni imam olarak atamak istedi. Üç ay bu görevi yaptım. Ama adım 'komünist imam'a çıkmış. Arkamda namaz kılmayan insanlar var. Ben de bıraktım. Zaten terzilik yapıyorum. Dükkânın oradan gelip geçerken gördüğüm ve sonra âşık olup evlendiğim eşimin evi caminin karşısındaydı. Minareye çıkışımın bir nedeni de onu görmekti. İşaret ederek buluşma saati ayarlardık. Onu göremeyince elim ayağım boşalırdı. Babası tam bir Demokrat Partili, ben de CHP'li olduğum için evlenmemize epey bir süre direndi. Ama sonunda evlendik.
1984 yılında SHP belde başkanı oldum. SHP'nin ilk belde binasını burada açtık. Erdal İnönü'yü tam 7 kez buraya getirdim. Meşhur sosyal demokrasi rüzgarı esen 1989 seçimlerinde Alaçatı'yı da kazandık. Ecevit'in özel kalemliğini yapmış Remzi Özen başkan, ben de başkan vekili oldum.
Seçimlerden 5 ay sonra Remzi Özen'in burada olmadığı bir zamanda onun adına komisyon toplantısına girdim. 15 Eylül Alaçatı'nın kurtuluşunu nasıl yaparız diye konuşuyoruz. Toplantı bitti. Ortaokul müdürünün yanına gittim. O zaman lise yok burada. Benim çocuklar da okula gidiyor. 'Yahu hocam,' dedim, 'ne olacak bu kitap sıkıntısı yine? Ben buraya bir kitapçı açmayı düşünüyorum.' Dedi ki, 'çok iyi olur, çok da güzel yaparsın bu işi.' Beni iyice gaza getirdi mi!
Sonra eşime gittim, iğneyle yüksüğü aldım ve 'Terziliği bırakıyorum, en yakın zamanda bir kitapçı dükkânı açıyorum' dedim. Çok sevdiğim ve 25 yıllık mesleğim olan terziliği bırakıyorum. Eşim şaşırdı, 'Sen galiba delirdin Ömer' dedi. 'Delirmedim, rol değiştiriyorum' dedim ve hemen hazırlıklara başladım. 2 günde marangoz komşum bütün rafları yaptı ve okullar açıldığında kırtasiye, kitapçı karışımı dükkân açılmıştı. Dükkânımın kurdelesini de Erdal İnönü kesti.
Ama ben o zamanlar kitap okuyan birisi değildim. Bir gün dükkâna 3 tane hanımefendi geldi. Birisi çocuğuna bir kitap alacakken yanındaki 'aman sakın o kitabı alma, çocuk için sakıncalı' dedi. Onlar gittikten sonra kitabı aldım ve okudum: Bir Selin Vardı ismindeydi. Baktım kanser hastası bir kızın hikâyesi. Gözlerim doldu okurken ve dedim ki kendime 'Eğer kitapçılık yapacaksam, benim kitap okumam lazım.' Ondan sonra getirdiğim her çocuk kitabını okuduktan sonra tavsiye etmeye başladım. Yanlış şeylerle karşılaşmasın çocuklar. Mesela bir kitapta 'Pinokyo suyu içti ve Allah'a şükretti' yazıyor. Pinokyo Allah'ı nereden bilecek! Çeviriye bakar mısın? Ondan sonra aldığım yayınevi ve çevirmenlere de dikkat etmeye başladım.
Sonra çocuklarla yazarları buluşturmak istedim ve ilk olarak Mevlüt Kaplan'ı buraya davet ettim. Çok güzel bir karşılık bulunca devam ettim ve ardından Gülten Dayıoğlu'nu davet ettim. Gülten Hanım'ın geldiği yıl Madımak'ta yazarları ve aydınları yaktılar ve ertesi sene de Konya kabul etmedi Aziz Nesin'i. Ben de İzmir Kitaplığı diye kitap aldığım bir yere gidip arkadaşıma 'Yahu Yaşar, Aziz Nesin'i Konya'ya almadılar, buraya getirelim mi?' dedim. Yaşar hemen vakfı aradı, vakıftan isteğimizi Aziz Nesin'e ileteceklerini söylediler. Aziz Nesin bunu öğrenince arkadaşım Yaşar'la konuşmuş ve 'Bana o kitapçının telefonunu ver,' demiş.
Bir gün böyle oturuyorum, telefonum da bu telefon, çaldı ve karşıdaki ses 'Merhaba Ömer Bey, ben Aziz Nesin,' dedi. Telefon 'lak' diye elimden düştü. 'Hocam sizi burada ağırlamak ve bir imza günü düzenlemek istiyoruz,' dedim ve 5 Haziran'da karar kıldık. 10-15 gün sonra bir telefon daha geldi kendisinden 'Ömer Bey,' dedi 'o tarihte Almanya'da olacağım, tarihi erteleyelim.' Ben afişleri hazırlayıp asmışım bile çoktan: Aziz Nesin okurlarıyla buluşuyor, 5 Haziran 1995. Yeni tarihi 5 Temmuz olarak belirledik. 'Bu kez 2 gün kalırım,' dedi Aziz Nesin ve 'bana deniz kıyısı bir yer ayarla ama mütevazi, pahalı olmasın.'
Aziz Nesin geldi ve tam 350 imza yaptı Alaçatı'da. Tabii o geldiği için Sadun Aren, Ahmet Piriştina gibi isimler de buraya geldi. O gün ana baba günü ortalık zaten. Onlarla Aziz Nesin'in dostluğu eski. Ben Aziz Bey'le bir yemek programı yapmıştım ama Ahmet Piriştina'nın eşi Mine Hanım çok ısrar edince onların arkadaşlığının arasına girmek istemedim. Beni de davet ettiler gerçi ama dedim 'Buraları toparlamam lazım, sonra size eşlik ederim.'
O akşam ortalığı düzenledikten sonra saat akşam 11'i 20 geçe iki tane jandarma geldi. Dediler 'Ömer Bey siz misiniz?' 'Evet.' 'Misafiriniz Aziz Nesin vefat etti. Savcı bey sizi ifadeye bekliyor.' Aziz Nesin Alaçatı'nın en güzel mahallesinde ruhunu teslim etti.
Her sene 5 Temmuz'da Aziz Nesin'i burada anıyoruz. Ali Nesin, 2 kez geldi. Ahmet Piriştina, Demirtaş Ceyhun gibi isimler de geldi.”
Ömer Bey, artık her gün kitap okuyor. Evini pansiyon yapması yönündeki teklifleri de geri çeviriyor: "Şu dükkânı kapatsam bir ay sonra ölürüm. Kitapsız yaşayamam artık. Lüks filan umurumda olmaz. Akşamları kitabımı okurum, yanına şarabımı da koyarım. Eski dindarlığım kalmadı artık.”
Ömer Bey kitapları öylesine seviyor ki, onları yaşamak istiyor. Mesela “Zorba'yı okuduktan sonra Girit'i görmem, yaşamam gerekiyordu. Gittim, gördüm,” demesi gibi. Kitap yelpazesi ise küçük bir kasaba kitapçısına göre hayli geniş. Ancak buraya gezmeye gelenlerin pek kitap aldığı yokmuş.
Ömer Önal'ın anlatacak öyle çok şeyi var ki, buradakiler ondan dinlediklerimin yarısı bile değil. Tavsiyem; Alaçatı'ya yolunuz düştüğünde Alaçatı Kitabevi'ne mutlaka uğrayın. Ömer Bey'in bir limonlu suyunu için ve merak ettiğiniz ne varsa sormaya başlayın...