Kitap yakmaktan insan yakmaya nasıl varılır?
Fahrenheit 451, televizyonların olduğu dünyada kitaplara yer olmadığını, yazarın döneminin toplumunun durumuna bakarak yazdığı bir metin. Bradbury, kitapların, eğlence programları arasında çoğu insanın dikkatini çekmediği, düşünmenin yasaklandığı, otoriteler ne derse doğrudur anlayışıyla biçimlenmiş bireylerin olduğu, insanın en yakınındakine bile güvenemediği, belleğin kaybolduğu, sürüp giden savaşlara karşı duyarsızlaşmış insanlardan oluşan, ölümün hiçbir şey ifade etmediği bir dünya sunuyor okura.
DUVAR - Distopya metinleri şimdinin bir ânını alarak geleceğe dair öngörülerde bulunur. “Entropi artışına tabi olan bir evrende, planlamanın doğru yönden ziyade yanlış yönde gitmesinin, ütopyanın değil de distopyanın üretilmesinin çok fazla yolu vardır. Ve daha da önemlisi distopya -tam da çok yaygın ve hızlı olmasından ötürü- yaşanan deneyimin izini taşır” (Ütopya Distopya: Tarihsel Olasılığın Koşulları, s. 8).
Burada bahsedilen deneyim kısmı önemlidir çünkü distopya metnini yazanın gördüğü, hissettiği, kaygı duyduğu bir durumun gelecekte nelere yol açabileceğine dair endişesini içerir. Ayrıca, “Ütopya bizi bir geleceğe taşıyıp şimdiyi itham ederken, distopya bizi karanlık ve bunaltıcı gerçekliğin tam ortasına bırakır, burada ve şimdiki semptomlarının ayırdına varıp tedavi etmezsek gelecek olan korkutucu bir geleceği önümüze koyar (s. 8). Ütopyaların geleceğe yönelik kusursuz yaşam algısına kapılmaktansa, distopyaların gerçekliği gözler önüne getiren yanı önemlidir. Çünkü bir anlamda olabileceklerin işaretini verir. İnsanlığa böyle devam ederse, şunlar olabilir meselesini göstererek, sonrayı tahmin edebilme yeteneği bahşeder.
Bu nedenle distopya metinleri, okur açısından düşününce bunaltıcıdır, sarsıcıdır, can yakıcıdır. Hâttâ çoğu distopya metnini ilk okuduğumuzda belki de hiç inandırıcı bulmamışızdır. Ancak bugünlerde dünyaya baktığımızda tahakkümcü devlet yapılarıyla her türlü özgürlüğün gasp edildiğini, gerçekliğin kaybolduğunu, bireyin devamlı denetim altında tutulup gözetlendiğini inkâr edemeyeceğimiz için insanlığın geldiği noktanın, distopya metinlerinin öngörüsünü taşıdığını söyleyebiliriz.
BİR UYARI KİTABI
Ray Bradbury’nin klasik metni “Fahrenheit 451” 1950’lerde soğuk savaş dönemi Amerikan toplumunun yapısından etkilenilerek yazılmış, bu açıdan bir dönem romanı olarak da değerlendirebileceğimiz bir metin. Neil Geiman bu kitap hakkında şöyle söylüyor; “Bu bir uyarı kitabıdır. Sahip olduğumuz şeylerin değerli olduğunu ve değer verdiğimiz şeylerin bazen kıymetini bilmediğimizi hatırlatır.” Düşünüre hak verebiliriz. Bir şeyler elimizdeyken pek kıymetini bilmeyiz, orada her zaman olduğu yerde kalacağını düşünürüz. Örneğin, doğaya karşı tavrımız onu ne kadar sömürürsek sömürelim var olup gideceğine olan inancımızdan kaynaklanır. Ancak durum hiç de öyle değildir, yok olup giden türleri düşündüğümüzde bunun ayırdına varabiliriz.
KİTAPLARIN OLMADIĞI BİR DÜNYA
“Fahrenheit 451”de yazar, kitapların olmadığı bir yer tahayyül eder. Okuru, evde kitap bulundurmanın suç olduğu, itfaiyecilerin artık yangını söndüren değil başlatan haline geldiği ve görevlerinin evinde kitap bulunduranı direnirse yakabildiği, distopik bir dünyanın içine götürür.
Daha önce bu kitabı ilk okuduğumda hiçbir zaman böyle olmayacağını düşündüğümü hatırlıyorum açıkçası, metnin beni çok daralttığını da. Çünkü kitapların dert olduğu, ailelerimizin kitaplarını yakmak, gömmek veya saklamak zorunda kaldığını anlattığı zamanların uzağında olduğumuzu düşünüyordum. Ancak bugünden tekrar bu kitaba baktığımda Bradbury’nin öngörüsünün çok da uzağında olmadığımızı düşünüyorum. Hâlâ kitapların toplatıldığını, gözaltına alındığınızda evinizden kitap alındığını, bazı yayınevlerinin ve bastığı kitapların tehlikeli görüldüğünü düşünürsek sanırım çok haksız değilim.
YAZARIN DÜNYASI TANIDIK
Yazarın kitapta kurguladığı dünyada; ışıltılı hayatlar, dünyanın, yönetimin, ülkenin güzel olduğunu sunan televizyonlar, insanlara siz mutlu olun dünya çok iyi propagandası yapan yayın organları, diziler, TV programları ve önünü göremeyen, sorgulamayan, okumayan, okuyana, araştırana, düşünene düşman olan bir toplum var. Tüm bunlar üzerine düşündüğümüzde, bugün kendi coğrafyamızda veya başka ülkelerde benzer bir durumun olduğunu görebiliyoruz. Bu nedenle de Geiman’ın kitabın giriş yazısında, Bradbury’nin kitabını ilk okuduğu zaman ile o anki hissiyatını anlattığı şu cümleler, sanırım bugünlerde “Fahrenheit 451”i okuyanlara da şöyle hissettirebilir; “yazarların ve hayal gücünün yasaklı olduğu dünyayı, vahşi bir çeşit bildik neşeyle tanıdım.”
KİMSEYE GÜVENEMEDİĞİMİZ BİR TOPLUM
“Fahrenheit 451”, televizyonların olduğu dünyada kitaplara yer olmadığını, yazarın döneminin toplumunun durumuna bakarak yazdığı bir metin. Bradbury, kitapların, eğlence programları arasında çoğu insanın dikkatini çekmediği, düşünmenin yasaklandığı, otoriteler ne derse doğrudur anlayışıyla biçimlenmiş bireylerin olduğu, insanın en yakınındakine bile güvenemediği, belleğin kaybolduğu, sürüp giden savaşlara karşı duyarsızlaşmış insanlardan oluşan, ölümün hiçbir şey ifade etmediği bir dünya sunuyor okura.
Kitabın başkarakteri itfaiyeci Guy Montag, kitap bulunduğu ihbarını aldıkları bir evde, kitaplar ile birlikte direnen sahibini de yakmak zorunda kalınca sorgulamaya başlıyor. Bir insanın ölecek kadar kitapları sevmesinin anlamını bulmaya çalışıyor. Ne kaçırıyor olduğunu bilmek istiyor ve merakı peşini bırakmıyor. Ve bir anlamda uyanış başlıyor. Ancak karısının ihbarıyla işler tersine dönüyor. Bradbury burada başka bir şeye işaret ediyor, böyle bir toplumda artık kimseye güven kalmayacağını. Bu yer en yakınındakinin bile seni ihbar edebileceği bir dünya artık, güvensiz, yalnız, umutsuz hissedersin tıpkı Montag’ın hissettiği gibi.
KENDİ GERÇEKLİĞİNİ KAYBEDEN BİREY
Yazarın anlatısında 'kitabın' imgelediği şey aslında düşünmenin ve hafızanın kaybolduğu bir dünyada bireyin varlığının neye dönüşeceği biraz. O bu durumu, karakterlerin diyaloglarıyla anlatıyor bize. Örneğin eşi savaşa giden Bayan Phelps şöyle söylüyor: “Dediklerine göre hep başkalarının kocası ölürmüş.” Karakterin gerçekliği başkalarının gerçekliği olmuştur burada TV’ler, devlet otoritesi, militarist güçler tarafından ona bu söylenmiştir ve kendi gerçekliğini kaybetmiş bireyin doğrusu ona söylenendir artık.
Böylece yazar, bireyin kendi gerçekliğini, düşünme yetisini, zihinsel fonksiyonlarını kaybettiği bir varlık durumunu hatırlatır bize. Sadece kendisine verileni kabul eden, onun dışında olanı hayal edemeyen bir bireylik hâlidir bu.
ŞİMDİNİN MESAJI
Peki, nasıl bu hâle gelir bir toplum diye düşündüğümüzde de “Fahrenheit 451”in bize bir cevabı vardır aslında. Kitabın karakterlerinden Faber’in, başkarakterimiz Montag’a söyledikleri, bu konuda bize yardımcı oluyor; “Gazetelerin dev gece kelebekleri gibi can verdiğini hatırlıyorum. Kimse geri gelmelerini istemiyordu. Kimse onları özlemiyordu.
Ve sonra hükümet, insanların sadece şehvetli dudaklardan ve karna geçirilen yumruklardan bahseden yazılar okumalarının ne kadar avantajlı olduğunu anlayınca, durumu senin ateş yutanlarla çembere aldı.” Özgür basın konusunda burada Bradbury’nin işaret ettiği hiç yabana atılır değil bana kalırsa. Bu bahsedilenler günümüz toplumunun çok uzağında değil çünkü.
Tanıklığımızda yok mu “gazetelerin dev gece kelebekleri gibi can vermesi”, daha bugünlerde özgür medya kaynaklarının olmamasının sıkıntısını çekmedik mi? İşte bu nedenle bu metin Geiman’ın giriş metninde ifade ettiği gibi “bir uyarı” niteliğindeydi, döneminde çok distopik veya “ahlâkçı” bulanlar olsa da Bradbury o günlerde kişisel olarak dert ettiğini hikâye ederken, bize şimdinin mesajını veriyordu belki de.
DÜNYAYA TEK BİR GÖZDEN BAKINCA
“Bir insanın siyasi açıdan mutsuz olmasını istemiyorsan, bir meseleyi iki farklı açıdan sunma ki kaygılara kapılmasın; tek bir açıdan sun. Daha da iyisi hiçbir açıdan sunma. Bırak savaş diye bir şey olduğunu unutsun. Hükümet verimsizse, kadroları fazla şişkinse ve veri manyağıysa, insanların bu yüzden kaygılanmasındansa hükümetin bunların hepsi birden olması daha iyi. Huzur…” “Fahrenheit 451”in bir başka itfaiyeci karakteri Beatty, kitapları yakmanın meşru olduğunu anlatmak için böyle söylüyor. Karakter olayları tek bir açıdan sunmaktan bahsederken, sadece bir gözden dünyayı okumaktan söz ediyor aslında. Tek bir gözden dünyaya bakmak ise onun gözünün görmek istediklerini görmeye götürüyor bireyi.
Teslim olunan tek açı ve bunu yayan aygıtlar, “savaş yok”, “hükümette sorun yok”, “dünyada sorun yok” sen mutlu ol, huzurlu ol dediğinde sen de uzaklaşıp gidiyorsun asıl olandan. Bana kalırsa bugün dünyanın geldiği noktada hâlen geçerli bir durum bu. Son yıllarda seçimlerin galiplerinin genellikle bu tekilliği sunan liderler olduğu düşünülürse, Bradbury’nin metninin göstergelerinin dünyanın geldiği yere çok uzak olmadığını söyleyebiliriz.
“Fahrenheit 451”, dünya kitapsız kalırsa ne olur sorusundan yola çıkarak ve kitabı, düşünmenin, sorgulamanın, hatırlamanın imgesine dönüştürerek bir dünya kurguluyor. Metnin karanlık dünyası yazarın 1950’ler Amerika’sından gördüğünün bugünde nasıl karşılık bulduğunu hatırlatıyor bize. Bradbury’nin hatırlattığı bir diğer şey matbu eserin kaybolacağı, her şeyin dijital olduğu bir dünyada kitabın artık elimize alıp dokunamadığımız, somut gerçekliğinin olmadığı bir forma bürüneceği. Bugün e-kitapların dünyasına girdiğimiz düşünülürse çok da haksız değil sanırım. Bunun olumlu ya da olumsuz taraflarının olabileceği tartışılabilir bir durum olsa da.
Kitabı çok iyi tanımladığını düşündüğüm bir Geiman cümlesiyle bitirelim “Fahrenheit 451”: “Kitaplara ve kitap kapaklarının arasındaki muhalifliğe değer vermekle ilgiliydi. Biz insanların kitap yakmakla başlayıp sonunda insanları yakmasıyla ilgiliydi.”
Kaynaklar
“Ütopya Distopya: Tarihsel Olasılığın Koşulları”, (Der. Michael D. Gordin Helen Tilley Gyan Prakash), (Çev. Esma Kartal, Cem Kayalıgil, Ayşegül Turan), KÜY.