Bir rota, bir memleket ve bir komşu: Yunanistan

Nazlı Gürkaş’ın Hep Kitap’tan çıkan seyahat kitabı “Zeytin Ağacının Gölgesinde Yunanistan”, ilk bakışta bir rehber kitap gibi görünen, içtenlikli bir seyahatname. Kitap, karşı kıyımızdaki güzel komşumuzun kapısını çalmak için şahane bir bahane.

Google Haberlere Abone ol

Yunanistan... Kimimiz için tanışamadığımız memleketimiz, kimimiz için harika bir tatil kaçamağı. Bilinen tek gerçek, gittin mi dönmek istemediğin topraklar olduğu. Havası, suyu, insanı, yemesi içmesi, ışığı, müziği bambaşka. Hele biz Türkler için burnumuzun dibinde böylesine bir cennet olması inanılır gibi değil.

Yunanistan, eğer tatilci kimliğini bir kenara bırakmayı başarabilir, kabuklarından arınabilirsen adeta ruhsal bir terapi, yeni bir yaşam formu. Nazlı Gürkaş, hep kitap’tan çıkan ilk kitabı “Zeytin Ağacının Gölgesinde Yunanistan”da tüm bunları, kendi deneyimleriyle öyle güzel anlatıyor ki gidip de dönenin burnunun direğini sızlatıyor, henüz gidememiş olanın iştahını açıyor.

Nazlı’nın Yunanistan macerası, Rodos’tan başlıyor. Rotayı Santorini’ye çevirmeye kalkıştığında ise işler kontrolünden çıkıyor ve o da kendini akışa bıraktığında yol onu unutulmaz hikâyelere götürüyor. Bu Yunanistan serüveni, bir macera kitabı gibi “sonra ne olmuş?” hissiyatıyla okunuyor. Satırlar arasında Nazlı’yla beraber adaların arnavutkaldırımlı dar sokaklarını adımlayıp, mavi çerçeveli evlerin önünden geçerken hem bir heyecanı paylaşıyor hem de sıradan bir gezi blogunda bulunabilecek bilgilerden çok daha kıymetlilerine ulaşıyoruz. Nazlı, her bölümün başında okurlarına o bölüme uygun gördüğü bir Yunan parçası öneriyor ve tüm bu öneriler bir Spotify listesinde bir araya geliyor. Bunun yanı sıra, satır aralarında birçok okuma ve izleme önerisi yakalamak da mümkün. Ayrıca Nazlı’nın sevdiği yazar ve şairlerin ayak izlerini takip ettiği bölümler de edebiyatseverler için ayrı bir heyecan.

Nazlı’nın kitabı sadece bir seyahat kitabı olarak ele alınmamalı. İçtenlikle yazılmış, gittiği toprakları kültürü ve insanıyla ele almış, gözlemlediği tüm olguları aktarmış bir göz o. Nazlı ile ilk ama son olmayacağı anlaşılan kitabı “Zeytin Ağacının Gölgesinde Yunanistan”la beraber, bir rota, bir memleket ve bir komşu olarak Yunanistan’ı konuştuk.

Zeytin ağacının gölgesinde Yunanistan, Nazlı Gürkaş, Hep Kitap, 344 syf., 2018.

Senin için Yunanistan’ı anlatabilir misin?

Herkes gibi, kökenlerim üzerinden Yunanistan’a bir ilgim vardı ama üniversiteden sonra karşıma çıkan bir tarım okulunda öğretmenlik yapma fırsatıyla birlikte Yunanistan maceram başladı. Selanik’te bir yıl öğretmenlik yaptım ve bu sırada hem öğrencilerimden Yunanca öğrendim hem onların kültürlerini yakından tanıma şansı elde ettim. Öğrencilerimin her biri Yunanistan’ın farklı yerlerinden, köylerinden, kırsal bölgelerindendi. Özellikle bizim gibi asistan öğretmenlik yapanları hafta sonu evlerine davet etmeyi çok seviyorlardı. O sayede Yunanistan’ın hiç kimsenin aklına gelmeyecek küçücük köylerine, kasabalarına gittim, ailelerle birlikte kaldım. Onlarla yemek yedim, hikâyelerine tanıklık ettim. Yunanistan maceram böyle başladı ama sonra bitmek bilmedi. Herkes gibi kalbimi o ülkeye kaptırınca, Türkiye’ye dönüp çalışmaya başladıktan sonra da sürekli farklı adalarına, farklı şehirlerine gitmeye devam ettim.

Yunanistan için nereden başlamak iyi bir fikir?

Yunanistan için en yakın noktadan başlanabilir aslında. Herkes Türkiye içinde yaşadığı konumdan en yakın yere giderek başlıyor. Ama birçok kişide benim gördüğüm, kökenini arayış. Herkes anneannesinin, dedesinin, babaannesinin yaşadığı yerleri görmek istiyor. Bu hem geçmişe dönük bir yolculuk olarak hem de ülkeyle kendi kişisel bağını kurmak için çok güzel bir şey aslında.

Yunanistan için ilk yola çıktığında, ikinci durağın Santorini’ydi, fakat güzel tesadüfler seni yolundan çevirdi. Sonrasında Santorini’ye gittin mi?

Gitmedim. Bir defa yolumdan çevrilince bunun bir işaret olduğunu düşündüm. Gerçekten turistik Yunanistan değildi benim aradığım. Bu kitabı da bana yol getirdi. Rodos’a gidip oradan bir davetle Girit’e gitmeseydim, kendimi tamamen seyahatin akışına bırakmasaydım, muhtemelen kitap yazacak bir malzeme çıkmayacaktı. Aynı şekilde öğrencilerimin evine gitmeseydim, yerel insanlarla kalmayı tercih etmeseydim standart bir ülkede yaşamış herhangi biri olabilirdim. Şu anda farkı yaratan, o kişisel hikâyeler. Kendini biraz daha akışa bırakmak, özgür bırakmak.

Bir seyahati neye göre turist, neye göre gezgin olarak gerçekleştiriyoruz?

Bu aslında çok tartışmalı bir konu. Turist ile gezgin arasında hep farklar olduğu söylenir. Ama bu farkları kim belirliyor? Benim seyahat ile tatil arasında kendimce yaptığım bir tanım var: Aslında seyahatler genel anlamıyla bize bütün zorunluluklarımızdan sıyrıldığımızda nasıl bir kişi olmak istediğimizi gösteriyor. Bu yönden çok güzel sosyolojik bir tarafı var. Ama tatil dediğimiz şey, bu zorunluluklardan kurtulduğumuz küçük zaman dilimlerinde kendimize çok mükemmel bir şekilde bir sınır çizmek zorunda hissettiriyor. “Tam beş günüm var, bu kadar bir bütçe belirledim, bu kadar bir vaktim var, her şey mükemmel gitmeli!” İşte bu tatil oluyor. Ama o akışı bıraktığımız zaman, sınırlı zamanım da olsa kalbimin sesini dinleyeyim, önüme çıkan teklifi kabul edeyim, kendimi akışa bırakayım, dediğimiz zaman seyahat mantığı başlıyor.

Nida Dinçtürk (solda) ve Nazlı Gürkaş (sağda)

'BANA EN GÜZEL ANILARIMI HEP COUCHSURFING VERDİ'

Couchsurfing bizim toplumsal tabularımız gereği çok tanışamadığımız bir sistem. Sen ise bu sistemi çok kullandın ve sana çok güzel anılar kattı. Biraz bahseder misin?

En yakın arkadaşlarımı hep Couchsurfing kattı bana. Kitapta adı çokça geçen arkadaşım Vangelis, Couchsurfing’den tanıştığım ilk arkadaşım. Selanik’te daha öğretmenliğe başlamadan ilk on günümde yaptığım en önemli ve isabetli şey, “Ben Nazlı, şehre geldim, öğretmenlik yapacağım. On günlük boş vaktim var. Benimle tanışmak isteyen yereller varsa, bana yazın, birlikte kahve içelim” gibi açık bir ilan oluşturmaktı. Oradan benimle buluşmak isteyen kişilerden çok çok yakın arkadaşlar edindim gerçekten. Vangelis de benim ömürlük arkadaşım, oradaki deneyimimi gerçekten zenginleştiren kişi oldu. Onun sayesinde şehrin yerel hayatına çok fazla nüfuz ettim, arkadaşlarıyla tanıştım. Sonra da ilk Couchsurfing konaklama deneyimimi de Vangelis ile birlikte edindim. Gerçekten o birçok şeyin kapısını araladı. Ondan sonra çeşitli arkadaşlarımla, yalnız başıma birçok kez Couchsurfing ile seyahat ettim. En güzel anılarımı hep Couchsurfing verdi bana.

Yalnız seyahat etmek nasıldı? Buna cesaret edemeyenler için neler söylersin?

Bu aslında biraz da ülkenin yapısıyla alakalı. Yunanistan’dan değil de başka bir ülkeden başlasaydım belki bu kadar rahat olmazdım, belki de daha rahat olurdum, bilmiyorum. Yunanistan’da hiçbir zaman kendimi rahatsız hissetmedim. Her zaman o güvenlik duygusu bir şekilde etrafımdaydı, hiç olumsuz bir şey de yaşamadım. İnsanlarla kurulan güven ilişkisinde sen kendine güvendiğinde ve karşındakine de o güveni hissettirdiğinde, insanlar sana bunu gerçekten yansıtıyorlar. Ama sen her zaman tedirgin olduğunda ve kapılarını açmadığında karşındakiler de sana öyle davranıyor. Elbette temkinli olmak çok önemli, tedbiri elden bırakmamak, bilinçli ve akıllı davranmak gerekiyor her zaman. Ama biraz da kapılarını açıp, o kontrolü elden bırakıp insanlara biraz daha güvenebilmek gerekiyor.

Yunanlarla Türkleri nasıl karşılaştırıyorsun?

Bence biz tamamen aynı milletin insanlarıyız. Hatta en çok ilgimi çeken şeylerden biri, iki milletin birbirini yeniden keşfediyor olması. Osmanlı zamanında, 400 yıl boyunca birlikte yaşamışız ve dil, yemekler, kültür o kadar çok iç içe geçmiş ki bunu Türk ve Yunan kültürü olarak bile ayırt etmek çok zor. Ama yaşanan acılar, diplomatik sorunlar bizden önceki birçok kuşağı birbirinden ayırmış. Anne-babalarımızın kuşağı o acıların biraz üstesinden gelindiği, o acıların yatıştığı ve artık konunun soğuduğu dönem. Bizim dönemimiz ise tamamen yeniden keşif çağı. Yunanistan’ı yeniden keşfediyoruz, Türkiye’den Yunanistan’a çok büyük bir turizm akışı var. Özellikle bu son beş-on yıldır kelimeleri bile keşfettiğimizde şaşırıyoruz. Aslında buna şaşırmamıza şaşırmamız gerek. Çünkü biz unutmuşuz ne kadar uzun süredir birlikte yaşadığımızı, kültürlerin ne kadar iç içe geçtiğini. Belki bu turizmle birlikte açılan kapı, o aradan geçen zamanı telafi edebilmek için bir fırsattır.

FRAPPE SPORU!

Yunanistan’la yemeklerimizin önemli bir kısmı çok benziyor. Fakat onlarınki daha lezzetli. Neden?

Bunun en başında deniz kültürü geliyor. Hep derler: Türkler deniz ürünlerini pişirmeyi Rumlardan öğrenmiş. Meyhane kültürünü Osmanlı döneminde Türklere öğreten Rumlar olmuş. Tarihi bir gerçek bu. Onlar bu işin ustası gerçekten. Ama bir tek yemeklerin lezzeti, malzemelerin farklılığı değil, hem çok geçmişten gelen kültür, yapabilme yetisi var hem de Türklerin çok şikâyet ettiği servis kültürüyle alakalı bir şey olduğunu zannediyorum. Yunanların üzerine yapıştırılan siesta algısı bile yemekleri tatlandıran bir şey. Çünkü gerçekten hayatı çok daha hafife alıyor, çok daha keyfi yaşıyorlar. Kendilerine bir yaşam alanı özgürlüğü veriyorlar; yemek kültürlerine de, yemekle geçirilen zamana da yansıyor bu rahatlık. En basitinden, frappe sporu denilen bir şey var! Böyle bir şeye vaktimiz yok, böyle bir kültürümüz yok. Ama Yunanistan’da bu sadece adalara özgü değil, her yerde böyle. Atina’da da olsa, Selanik’te de olsa insanlar yaşamdan çok daha fazla keyif alıyor ve bunu paylaşmayı çok daha fazla seviyor. Bu da yemek kültürüne, tavernalara, kafelere, her şeye yansıyor bence.

Sence Türkiye’de hissettiğimiz şehir-taşra ayrımı Yunanistan’da da hissediliyor mu?

Var ama Türkiye’deki kadar geniş bir ayrım yok. Yunanistan’ın Batı Trakyası’ndaki şehirlerinde bir kıyaslama yapmıştım. Orada en küçük şehirlerde bile gece hayatı o kadar canlı ki gece hayatı deyince sadece barlar, dans edilebilecek yerler değil, insanların aileleriyle birlikte bir şeyler yedikten sonra çıkıp bir şeyler içebileceği, ardından her zevke göre dansa gidebileceği birçok yer var. Ama Türkiye’de büyük şehirler dışında bunu göremiyoruz. Ben Trakya’da yetiştiğim için kendi hayatımla kıyaslıyorum: Edirne’de, Kırklareli’de, Tekirdağ’da kesinlikle Batı Trakya’daki gece dışarı çıkma, yeme içme ailece eğlenme kültürü yok.

Dünyada aslında son yıllarda maddi koşullarını tartıştığımız ülke Yunansitan’dı. Bu ekonomik kriz insanların psikolojilerini etkilemiş mi?

Halkın psikolojisini derinden etkilemiş. Böyle çok mutlu bir halkı daha az etkilemesi düşünülebilir aslında ama belki böyle olmaları daha da derinden etkilenmelerine yol açmış. Çünkü bugüne kadar yaşadıkları sorunları bu kadar derin görmüyorlar. Krizle birlikte tamamen farklı bir dünya algısı oldu ve yandı bitti, ne yapacağız psikolojisine girdi Yunanlar; yaşadıkları bunalım da o kadar ağır oldu. Bu küçük ülke, tarihinin birçok döneminde dışarıya göç vermiş aslında; ama şu anda krizden, tamamen maddi koşullardan dolayı Avrupa’nın çeşitli yerlerine dağılmak zorunda kalınca, tabii ki sosyolojik problemler de ortaya çıktı. Bir tek yaşadıkları finansal sorunlar değil, zorunlu göçün verdiği bir travma da var toplumun üzerinde.

'KENDİNİZİ YUNAN YAŞAMININ AKIŞINA BIRAKIN'

Yunanistan son zamanlarda büyük bir göç durağı da oldu. Biz göçmenlere çok iyi tepkiler vermiyoruz, Yunanistan nasıl bu konuda?

Orada da milliyetçi, korumacı insanlar var ve özellikle Suriye sorunu üzerinden konuşuyorsak tabii ki ırkçılık orada da yükseliyor. Ama bir yandan da her ülkede olduğu gibi bunu bir sorun olarak değil, insanlık dramı olarak görerek mültecilere ellerinden gelen yardımı yapmaya çalışan birçok insan da var. Mültecilerin yoğun olarak gittiği adalarda bireysel girişimlerle mültecilere yardım etmeye çalışan, kendi evlerini açan, kendi imkânlarıyla, komşularından topladıkları yardımlarla aşevi kuran birçok Yunan var. Bu tamamen siyasi değil, insanlar bunu biraz da kendi kişisel sorunları olarak görüyorlar. Yunanlar, Türkler gibi çok duygusal bir millet. O insani yardımlarla, insani yaklaşımlarla sorun bir nebze de olsa insani boyutta çözülmeye çalışılıyor.

Peki, Yunanistan’a dair doğru bilinen yanlışlar var mı Nazlı?

Bahsetmeyi çek sevdiğimiz klişeler var. Hepimizin bildiği tabak kırma, Fedon’la birlikte öğrendiğimiz taverna kültürü… Benim öğrendiğim ilk şeylerden biri tabak kırmanın çok uzun yıllardır yasak olduğuydu. Kırılan tabakların yarattığı zarar ve de maddi boyutu bu geleneğin yasaklanmasına neden olmuş. Bunun yerini plastik çiçekler almış. Buzukya denilen, sahnede şarkıcının olduğu, insanların dans ettiği mekânlarda, daha önceleri sanatçı sahneye çıkmadan önce kırılan tabakların yerini plastik çiçekler almış. Ama o sabahlara kadar eğlenme kültürü hâlâ devam ediyor. Bu taverna değil. Taverna esasen bizdeki restoranın karşılığı. Biz, taverna denince tabak kırılan bir yer gibi düşünüyoruz. Bu klişelerden bir tanesi. Onun dışında, Yunanların tembel oldukları ve krizin bu nedenle çıktığı klişesi var. Belki bazı sorunların başlamasında etkisi vardır ama böyle büyük bir krizin tembellikten başlaması mümkün değil.

Peki, sen çok güzel rotalar ve bir sözlük paylaşmışsın. Bunun dışında, Yunanistan’a ilk kez gidecek biri neyi mutlaka bilmeli?

Turistik açıdan tavsiye için, kredi kartı önemli bir konu. Yunanistan’a gidip harcamalarını kredi kartıyla yapmak isteyen insanlar büyük zorluk yaşıyorlar. Yunanlar krizin, kredi kartını ölçüsüzce kullanmaktan kaynaklandığını düşünüyorlar ve artık kredi kartı kullanmıyorlar. Bu nedenle tavernalarda, hatta otellerde bile kredi kartı geçmiyor. Her zaman yanınızda nakit olmalı. Onun dışında servis konusunda büyük beklentiler kurmayın. Kendinizi rahat bırakın. Yunan yaşamının akışına kendinizi bırakıp da sinirlenmeyi, dertlenmeyi bir kenara atarsanız her şey çok daha rahat ilerleyecek.