Orhan Kahyaoğlu: Cinsiyetçi ideolojilerle hep meselem oldu

Orhan Kahyaoğlu’nun toplu şiirlerinden oluşan Aşk ve Lût geçtiğimiz günlerde Ayrıntı Yayınları’ndan çıktı. Şiirinin politik bir damardan beslendiğini söyleyen Kahyaoğlu, "Kendimi, sosyalist biri olarak tanımlıyorum. Ama yazdığım metinler bambaşka olabiliyor. Sanat ürününün tek başına bir şey anlattığına inanmıyorum. Bunun üretim süreci olduğuna inanıyorum. Her okuyan farklı bir haz alabilir, farklı bir yorum yapabilir. Sanat ürünü klasik formlarda okunan bir şey değildir. Hele modernist sanat böyle bir formla okunamaz" dedi.

Google Haberlere Abone ol

DUVAR - Orhan Kahyaoğlu’nun toplu şiirlerinden oluşan Aşk ve Lût geçtiğimiz günlerde Ayrıntı Yayınları’ndan çıktı. Aşk ve Lût, Kahyaoğlu’nun şiirdeki uzun soluklu yolculuğuna toplu halde bakma imkânı sunuyor. Çok katmanlı bir şiir yazıyor Kahyaoğlu. İçe doğru katlanmanın ama içten isyanın tezahürü yazdıkları. O halde söylediklerine kulak verelim…

Orhan Kahyaoğlu

Herkesin bir ağrısı var, senin ağrın nerede başlıyor?

70’lerin sonlarında var olan şiir gündemi toplumsalcı şiirdi. O sıralar İkinci Yeni’yi keşfettim. Paradoks öyle başladı bende. İkinci Yeni bana daha şiir gibi geliyordu. Yanlış anlaşılmasın, bunun dışında kalan şiir değil demek istemiyorum. Bu, benim için öyleydi. Toplumcu şiir öykünüyor, anlatıyordu. İkinci Yeni öyle değildi. Sorunsal yaratıyordu. Ben de 17- 18 yaşındaydım. Böyle bir ikilem arasında kafam İkinci Yeni’ye kaydı. Tam da o sırada darbe oldu. Şiir ortamına girdiğim yıllar. O zamanlar Üç Çiçek Dergisi vardı. Adnan Özer yönetiminde çıkıyordu. Ben de Levent Erseven’in başında olduğu müzik dergisi Stüdyo İmge’yi çıkaranlardandım. Bu iki derginin bürosu aynı binadaydı.

O zaman dilimi içinde şiirde bir farklılık oluşmuştu ve ister istemez 80’lerde politik gündem poetik gündeme geçti. Bu da şiirin kendi sorununun daha çok tartışılmasına neden oldu. Dolayısıyla o dönemin şairleri arasında İkinci Yeni’yi önemseyenler çoğunluktaydı. Tabii ki bunun arka planı da vardı. Oluşum, Yeni İnsan, Tan gibi dergilerde de poetik sorun şekillenmeye başlamıştı. Ardından da 1980’lerin sembolü Üç Çiçek, Poetika, Şiir Atı vs. dergiler gün ışığına çıktı.

'DÖNEMİN POLİTİK YAPISIYDI MESELE' 

Öyleyse, İkinci Yeni’ye olan yönelimin o dönemin politik yapısıyla ilgili...

Tabii, o dönemin politik yapısıydı mesele. İkinci Yeni ister istemez gündeme geldi. Birden hepimiz kendimizi onun içinde bulduk. Ama bunun dışında ilerleyenler de oldu. Mesela Behçet Necatigil’le başlayıp Hilmi Yavuz’la süren modern gelenekçiler ve onun takipçisi isimler de çıktı. Bir yandan da daha avangart olan, başka bir kulvarda ilerleyen k. İskender çıktı. 80’lerde böyle bir çeşitliliğin içinde kendi yolumu buldum. Mesela Asaf Hâlet Çelebi çok ilgimi çekerdi. Şiir ortamında, deneysel, modernist çalışmalara eğilimli biri olarak buldum kendimi.

Rahimdeki Ot, Orhan Kâhyaoğlu, 64 syf., Metis Yayınları, 2016.

'BEDENİ BİR BÜTÜN OLARAK DÜŞÜNMEK GEREK'

Toplu şiirlerine baktığımda öne çıkan imgelerden beden ve bellek dikkatimi çekti. Özellikle de beden önemli bir sorunsal gibi görünüyor senin şiirinde. Yayımladığın dört kitapta da beden, şiirinin meselesine göre farklı anlamlara bürünüyor. Mesela ilk kitapta beden kılıf, anlamını taşırken Aşk ve Harf’te aşkla bağlantılı olarak değerlendiriliyor, dolayısıyla ten öne çıkıyor, Rahimdeki Ot’ta toprağın simgesi oluyor. Son kitap İsyan Ayinleri’nde “öteki” olarak ele alınıyor. Beden ile ilgili meseleni konuşsak, oradaki ağrı epey ağır bence.

Sen de bilirsin, yazarken farkına varmıyor insan. Bedeni niye merkeze aldığımı da düşünmedim. Demek ki böyle bir sorunsal oluşturmuşum. Cinsiyetçi ideolojilerle hep meselem oldu. Dışlanmış, ötekileştirilmiş kesimlerin duyargaları beden üzerinden anlatılıyor. Bedeni bir bütün olarak düşünmek gerek. Bedenin hafızası var, biçimi var. Şiirde de biçim var, hafıza var. Hafıza zaten kaotik bir şey; son kertede psikanalitik bir şey. Zaten şiirde öykülemeye gidemeyişimin nedeni de bunların kendi içindeki çatışmaları olsa gerek. Bedeni beden yapan şey sende ne kadar hakiki? Zihin ne durumda? Bir sürü şey konuşulabilir…

'BEDEN İTİCİ GÜÇ...'

İlk kitap, Hoyrat Bir Ruhun Eksilme Tabloları’nda “bedenin fermuarını açma”, yani kılıfı çıkarıp içine bakma arzusu hâkim. Belki de sırrı öğrenme…

Hissettiğim şeyde kendine özgü bir mistifikasyon var. Bu da içe doğru konuşmaları beraberinde getiriyor. Beden itici güç burada. İç dünyaya daha çok gitmek anlamında. İçe doğru katlanmanın belirleyeceği gündem de olabilir. Beden benim temel sorunsalım demedim, bu kendiliğinden ortaya çıktı. Bedenin bir sorgu alanı olarak gündemde olmasının nedeni, iç dünyamın bunda belirleyici olması. Poetik sorun önde olunca, dış dünyadan bir kopuş duygusu yaşanıyor. Bütün tepkileri, 'isyanları' hep içeriden vermeye çalıştım. Dış dünyaya da buradan bakmayı hedefledim herhalde.

Şiirlerinde giz, sır gibi imgelerin çokça geçmesi o yüzden mi? Beden bazen senin şiirinde dünyanın da yüzeyi olabiliyor. Dünyanın sırrına varma arzusu mu bu?

Kendine özgü bir gizemcilik. Mistifikasyon dediğim şey bu zaten. Akıl tek başına çare değil. Akıl bir şey anlatmıyor. Normal zihinsel serüvenle bu işin içinden çıkmak mümkün değil.

Sen sesi ve ahengi öncellediğin için anlamı kurcalamak istiyorum.

Evet, meselemde ses, ahenk de var. Benim şiirimi Cemil Meriç’le ilişkilendirenler de olur. İçten isyan gibi benim şiirim.

'BOMBARDIMAN ŞEKLİNDE OLUYOR İMGELER'

Aşk ve Lût, Orhan Kahyaoğlu, 272 syf., Ayrıntı Yayınları, 2018.

İçten isyan demişken, sen bazen o yıkımı karıncaya yüklüyorsun. Yavaş ama sağlam bir yıkımdan söz ediyorsun. Ciddi bir işçilik de yüklüyorsun buna. Yıkım şiiri denilebilir senin şiirine.

Elbette, ben dili tutturmak için uğraşınca, daha bir bombardıman şeklinde oluyor imgeler. İkinci Yeni’nin etki alanında olduğumu bilenler, ilişkilendirenler var. Tüm bunları başka bir anlam dünyasına döndürdüğümü, çevirdiğimi düşünüyorum.

Yoklukla yoksulluğun ayrıştığı iklimden söz edelim mi?

İşin paradoksu şu: Ben kendimi, sosyalist biri olarak tanımlıyorum. Ama yazdığım metinler bambaşka olabiliyor. Sanat ürününün tek başına bir şey anlattığına inanmıyorum. Bunun üretim süreci olduğuna inanıyorum. Her okuyan farklı bir haz alabilir, farklı bir yorum yapabilir. Sanat ürünü klasik formlarda okunan bir şey değildir. Hele modernist sanat böyle bir formla okunamaz. Çifte çağrışım olabilir. Bana hiç böyle bir soru gelmedi. Yokluk ve yoksulluk kavramları, ilk anlamıyla toplumsalcı bir göndermeyi imler; çok da yakından imler. İkinci ve öte anlamları ise dilsel anlamda bir sorunsalı, nihilizme kadar giden bir yolu imleyebilir. Son şiir kitabım bana göre oldukça politik göndermeler içeriyor.

'KUYU DİPTE OLANI YANSITIYOR'

Kurduğun bu yapıda bir hesaplaşma da var sanki.

Evet, aynen böyle düşünüyorum. Dilsel bir hesaplaşma var. Ama hiçbir şeyin içine giremiyorum, mevcut şiir ortamında şair olarak da saymıyorlar. Benim pek derdim de değil.

Kuyu imgesi de çok fazla senin şiirinde. Dilin kuyusuna inme arzusunun yanında hayatın kuyusuna inme arzusu da var mı? Ya da tüm meseleye dipten mi bakıyorsun? Yoksa kuyu dipte olanları mı temsil ediyor?

Kuyu dipte olanı yansıtıyor. Görünmeyenin ortasında yaşıyoruz. Her şey bir yanılsama. Bunları çok da içselleştirmiyorum. Geniş bakıyorum. Evet bir acı var, o acıyı duyumsuyorum ama dile dolamıyorum. Arabesk bir duyguyla ele almıyorum. Acıyı hissettirmeyi düşlüyorum.

Peki, tek kurtuluş harf mi?

Benim kuyumda harf var. Gerçek bu. Oradan çekiyorsun. İkinci Yeni’de de modernistlerde de kelime belirleyicidir. Şiiri kelimenin üstünden yazmak gibi. Ben kelimeyi bir kat daha aşağıya indirerek, bu iş olur mu dedim kendi kendime. Letrizme gitmek lazım. Ama ben harfin büyüsünde gezindim. Kitabın mantığı da onun üzerine kuruldu. Harfler yoluyla sesleri değiştirme çabam oldu. Deneysel birtakım girişimlerim de oldu. Harfler üzerinde oynadım.

Sanırım gramerdeki düzeni bozma çabası bu. Gramerin hiyerarşiyle ilgisi var. Senin şiirindeki genel tavır, sistemi, grameri bozmakla alakalı olabilir. Bunun “öteki”yle de bağlantısı var.

Tabii ki, gramer sistem demek. Bunu zorlamakta hiçbir sakınca yok. Bu bir tavır. Çocukluğumdan, gençliğimden beri tüm dışlanmışlara karşı bir duyarlılık geliştirdim. O toplumcu tarafımı şiirde bire bir göstermiyorum. Metni oluştururken nasıl bakarlar ya da bugünün duyarlılığı nasıl yansımalı gibi düşüncelerim olmuyor.

Şiirlerinde korkma, yap, yık, diz çök gibi emir kipleri var. Bu okuru mu cesaretlendirme yoksa kendini mi?

İkisi de olabilir. Onu ben de bilmiyorum. Oraya nokta koyduğum zaman beni rahatsız ediyor. Daha militan bir şey var o ünlemlerde. Değiştirin anlamını taşıyor bu buyurgan ifade. Yoksa militarist bir tavır yok bunda.

Senin şiirin zor mu?

Şiir yazma serüvenim, daha doğrusu yazma sürecim biraz farklı. Yazma zamanı geldiğinde, tek bir şiir yazmıyorum. Şiir kendi hikayesini de kuruyor. Meselem kurumlarla, o yüzden hep isyan var. Bugünün gündelik dili ve politikasıyla bunu kurmak istemiyorum. Açık göndermelerle yapmayı tercih etmediğimden kitabı oluşturma sürecinde dil ve ses üzerine ciddi bir çalışmaya giriyorum. Tekniği üzerinde çalışıyorum. Yani yıllarca yazdığım şiirleri zamanı gelince kitaplaştırmıyorum. Şiir kitabı yazmaya oturuyorum. En azından ilk kitabımdan sonra. Ama yazmadığım zaman diliminde de harfin peşine takılıyorum. Farklı bir dil ve yapı kurmanın çabası oluyor. Şiirin zor mu demiştin? Galiba. Daha çok yorucu diyebilirim. Beni bile yoruyor.