Kutub Şimşek: Bizden sonraki nesiller savaşlara daha çok aşina
Kutub Şimşek ile ilk kitabı “Aynı Daldaydık”ın öykülerini, onu büyüten Doğu’yu ve gündemin can sıkıcı hallerini konuştuk. Şimşek, bize kendi çocukluğundan, gençliğinden ve yetişkinliğinden, kalabalık ailesinden, görmediği akrabalarından, bir tanıdığından bildiği, dinlediği öyküleri toplayıp, bir çay içimi samimiyetinde aktarıyor.
DUVAR - Ot Dergisi’ndeki yazılarıyla tanıdığımız Kutub Şimşek’in ilk kitabı “Aynı Daldaydık”, Kara Karga Yayınları’ndan çıktı. Ceylanpınar doğumlu olan Şimşek’in, kendi yaşamından beslenerek anlattığı öykülerinden oluşan kitap, yazarın nasıl da Doğu’nun gerçeğini içselleştirerek büyüdüğünü ve hayatı çok da ciddiye almamaya çalışarak süzdüğünü hissettiriyor. Biz şehirli çocukların yıllarca, hakkında söylenen kötü yalanlara inandığımız, gerçeklerini 2013 yılından sonra görmeye başladığımız Doğu, Şimşek’in hikâyeleriyle daha yakına geliyor. Bu gerçeğin içine doğmuş ve bununla büyümüş olmak, Şimşek’in yaklaşımını trajik bir noktaya çekmek yerine ona mizahla ayakta durma ve baş etme gücü veriyor.
“Aynı Daldaydık”, bu duyguya rağmen yüzde kırık bir tebessümle okunuyor. Bu tebessümü, insanın olduğu her yerde bir şekilde akacak kaynak bulan ve ortaya çıkan mizah duygusu, Doğu’nun sıkıntıları ve naifliğiyle birleşince doğuruyor. Kutub Şimşek, bize kendi çocukluğundan, gençliğinden ve yetişkinliğinden, kalabalık ailesinden, görmediği akrabalarından, bir tanıdığından bildiği, dinlediği öyküleri toplayıp, bir çay içimi samimiyetinde aktarıyor. Şimşek’in yorum gücüyle içselleştirilen ve akılda kalan bu öyküler, bazen hüzünlü bazen ironik ama çırılçıplak bir gerçeğin sağa sola dağılmış parçaları. Her şey Şimşek’in çocukluğunda ve gençliğinde yaşanmış olsa da Doğu’da yıllardır bir türlü yerine oturmayan, oturtulmayan taşların ispatı.
Kutub Şimşek ile ilk kitabı “Aynı Daldaydık”ın öykülerini, onu büyüten Doğu’yu ve gündemin can sıkıcı hallerini konuştuk.
İçinde bulunduğumuz, ülkenin vurdulu kırdılı, skandal haberlerle dolu, şiddet ve nefret yüklü gündemi hepimizi kötü etkiliyor ama ilk öykünüzden yola çıkarak, çocukların bu durumdan nasıl etkilendiğini sormak istiyorum.
Bizden sonraki nesiller silahlara, savaşlara bizim olduğumuzdan daha çok aşina. Bilgisayar oyunları, canlı yayınlanan operasyonlar… Ölü insan bedenleri pek etkilemiyor onları. Çocuklara sorun, birçok silah tipi sayarlar size. Bu, onları savaşa karşı duyarsız kılıyor. İnsan ölümleri karşısında bırakın dehşete kapılmayı üzülemiyorlar bile. Hele savaşları meşru göstermek için kullanılacak onca kutsal, onca argüman varken. Ne var ki bunların hiçbiri uygulamada böyle değil. Gerçek bir silah sesi, televizyondakine benzemez. Gözünüzle gördüğünüz bir ceset uykularınızı kaçırır günlerce. Savaş görmüş çocuklar; kazma tutan eller gibidirler, önce yaralanır, su toplarlar; bunu yapmaya devam edersen yaralar sertleşir, nasırlaşır, artık hissiz bir çift ele sahip olursun. İşte çocuklara olan bu. Kalpleri nasır bağlamadan kurtarmalıyız onları.
'HER ŞEY TAMMIŞ GİBİ GELİR'
Bir çocuk ve genç olarak Doğu’da büyümek nasıldı sizin için? Öykülerinizden, büyüdüğünüz topraklardaki sıkıntıları normalleştirerek yaşadığınız anlaşılıyor, böyle mi algılıyordunuz? Bir büyükşehre ilk kez gidişinizde ne hissetmiştiniz?
Öykülerimde anlattığım her şey normal geliyordu zaten, onların normal olmadığını anlamam okumak için Batı’ya gelmemle başladı. Bilirsiniz, kurbağayı suya koyarsınız, suyu ısıtırsınız ama o, suyun ısındığının fakına varmaz. Daha iyisini görmediğin müddetçe doğduğun, büyüdüğün yerin eksiğini anlamazsın. Her şey tammış gibi gelir. Hatta fazlasıyla güzel. Sonra büyükşehir görürsün, ne kadar eksik yaşadığını düşünürsün. Sonra o çağlar da geçer ve anlarsın ki çocukluğunda her şey, gerçekten, fazlasıyla güzelmiş. Yitip giden hayatlar müstesna.
Bir de ülkenin doğusu ve batısı arasında bir sınır varmış gibi gelirdi. Coğrafyası, iklimi, kültürü, dili her şeyiyle farklı. Ortak yönlerini büyüdükçe ve gezdikçe keşfedersin, farklılıklar önemsizleşir. Aslında herkesin birbirini sevmeye meyilli olduğunu görürsün, bunu engelleyen şeylerin ise aptalca olduğunu.
'ÖLENE DEK BU YOLDA YALNIZ YÜRÜMEYECEĞİN DUYGUSU...'
Çok kardeşlilikten konuşalım mı? Öykülerinizde çok kardeşliliğe dair hem gülümseten hem de hüzünlendiren detaylar var. Sizce kalabalık aile olmak Yeşilçam filmlerinden aşina olduğumuz kadar sevimli mi?
Daha sevimli. Çocukken oyunla, kavga gürültüyle geçer fakat büyüdükçe herkesin ne kadar fedakarlık yaptığını anlarsın. Bir hocamız iyi beslenmediğimizden bahsederdi. “ En azından günde bir yumurta yeyin, bunu da mı yapamıyorsunuz?” derdi. Bizim aile için sadece kahvaltıda 10 yumurta eder, en az 7-8 ekmek. Geriye kalıyor iki öğüncük. Evde en çok konuşulan konu “ne yemek yapalım”dı. Hem ekonomik hem herkesin seveceği bir yemek olmalıydı. Sınırlarımızı bildiğimizden çok itiraz etmezdik. Hep şöyle olurdu: Herkes yemeğin en güzel kısmını kendinden küçük olana verirdi. Bu bütün olumsuzluklara bedel bir şeydi. Asla en güzelini kendine alma. Bencillik yapacak hiçbir şey yok elinde. Ne giysi ne oyuncak ne bir oda, hatta sana özel bir yatak. Ama ölene dek bu yolda yalnız yürümeyeceğin duygusu… hepsine bedel.
Ülkede yaşanan çoğu can sıkıcı gelişme, özellikle sosyal medyada mizahla karşılanıyor. Biz hep bu kadar hayatı hafife alabilen bir topluluk muyduk yoksa yavaş yavaş güzel güzel deliriyoruz mu dersiniz?
Önemli konular üzerine mizah yaptığında, aslında onun çok da ciddiye alınmaması gerektiğini söylemeye çalışırsın. Sorunu çözmek niyetiyle yapmazsın bunu, zorluğun üstesinden, onu ciddiyetinden uzaklaştırarak, komikleştirerek gelmeye çalışırsın. Bu yeni bir şey değil, her öğrenci ders sıkıcılaştığı zaman bu silahı kullanır. Durduk yere yaptığı bir şakayla öğretmenin ciddiyetini alaya alır, konunun anlamsızlığını yüzüne çarpar. Fakat bunu “şaka yaptım” diyerek yumuşatır. Böylece otoritenin zorbalığından da kurtulur. Nihayetinde yaptığın bir şakadır ve bunun için cezalandırılmayı hak etmezsin. İşte mizah bu işe de yarar. Yırtmaya. Fakat bu ara mizahın şakaya alınır tarafı yok.
Öğretmen olarak öğrencilerinizin, bir baba olarak çocuklarınızın, bir yazar olarak genç okurlarınızın en çok neyi öğrenmelerini önemsiyorsunuz?
Hepimiz aynı eğitim sisteminden geçtik. Sınavlar, ezberler, müfredatlar… Bu iş başka nasıl yapılır, hiçbirimizin fikri yok. Ama bu çemberin dışına çıkmak gerektiğini hissediyoruz. Kötü sistemlerde de iyiler, dâhiler yetişir. En azından sanatın, düşüncenin gelişmesi için bir müfredata ihtiyaç yok. Teknik ithal edilebilir fakat sanat ve düşünce edilemez. O topraklarda doğmalı büyümelidir. Bunu okul vermese bir şekilde biz vermeliyiz çocuklarımıza.
Öğrencilerimin de, çocuklarımın da, onlara dayatılmış kalıpların dışına çıkmalarını öneririm. Doğru neyse kendileri bulmalı, iyi olanı zor yoluyla değil tercih ederek seçmeliler. Okurlarım muhtemelen tavsiye alacak yaşı geçmişlerdir, onlara ancak sevgilerimi yollayabilirim.