İktidar ve direnişin kaynağı
Utku Özmakas’ın kaleme aldığı Biyopolitika: İktidar ve Direniş adlı kitabı İletişim Yayınları'ndan çıktı. Özmakas'ın biyopolitika kavramının farklı yönelimlerini ve yarattığı verimli düşünsel gerilimleri derinlemesine incelediği bu çalışması, düşünce çerçevemiz içinde kurumlara karşı bireysel direnişler ve mikro ilişkiler, her şeye kadir bir mutlak egemen karşısında her yerden çıkıp her yere yayılan iktidar ve direniş anlayışı, her geçen gün daha fazla yer vermemizi gerektiren bir çağın ihtiyaç duyduğu ve biyopolitika üzerine neden düşünmemiz gerektiğini gayet net bir şekilde açıklayan ve yaşam gibi yabana atılmayacak, sadece ucunda değil, her yerinde ölümü barındıran bu zor zanaati anlama derdindeki herkesin okuması gereken bir çalışma.
Kerem Yılmaz
DUVAR - Tüketim toplumunda, birçok şey gibi kavramlar da hızlıca ve düşüncesizce tüketilmek üzere dolaşıma girer. Oysa bir kavramı yetkin bir şekilde kullanabilmek için onun tarih boyunca izlediği yolları, tornalarından geçtiği düşünürlerin düşünsel haritalarını, kavramın yiten anlamlarıyla yol boyunca kazandığı anlamlar arasındaki ilişkileri iyi bilmek gerekir.
“Bir insanın portresini yaparmış gibi bir düşüncenin portresi yapılabilir” diyen Gilles Deleuze’e kulak verecek olursak, Fransız düşünürün bahsettiği imkânın bir kavram için de pekâlâ geçerli olabileceğini düşünebiliriz. Utku Özmakas’ın İletişim Yayınları’ndan çıkan Biyopolitika: İktidar ve Direniş adlı değerli çalışmasında tüketilme riski altında olan moda kavram “biyopolitika” için yaptığı da bu türden, biyopolitika kavramının hemen tüm temel yönelimlerini, ona odaklanan farklı yaklaşımlar arasındaki gerilimlerle birlikte ele aldığı bir çalışma olarak önem taşıyor. Özmakas, biyopolitika kavramı üzerinde en fazla kafa yormuş olan düşünürlerden olan Foucault, Agamben ve Hardt-Negri’nin düşünsel izleklerini takip ederek, bu kavramın günümüzde taşıdığı önemi felsefi kaynakları aracılığıyla göstermeye çalışıyor.
Biyopolitika kavramının siyaset felsefesi alanında ne denli önemli bir kavram olduğunu ve köklerinin ne kadar eskiye dayandığını anlamak için, kavramı muhtemelen ilk kez kullanan İsveçli düşünür Rudolf Kjellén’in, aslında devleti bir organizma olarak gören ilk düşünür olan Platon’un sesini yankıladığını görmek bile yeterli. Bu konuda yazıp çizmiş bir başka önemli düşünür Thomas Lemke’nin aktardığı tanıma bakacak olursak, Yunanca hayat anlamına gelen bíos ile politika kelimelerinin birleşmesinden oluşan biyopolitika kavramının, en basit anlamıyla “hayatla uğraşan politika” anlamına geldiğini görürüz. Bu yüzeyde kaldığımız takdirde hepimize oldukça basit ve sıradan gibi gözükebilecek olan kavramın derinliğini idrak edebilmemiz için, bu kavramı, başlangıçları sürekli göz önünde bulundurarak kendi süzgeçlerinden, kendi tarzlarında geçiren yukarıdaki isimlerin çalışmalarına eğilmemiz gerekiyor.
İKTİDAR VE DİRENİŞİN ZEMİNİ OLARAK BEDEN VE BİYOPOLİTİKA
Özmakas’a göre Foucault düşüncesinde biyopolitika kavramına varan yol oldukça kıvrımlı, iktidarın mantığını anlamaya yönelik olarak geliştirilen farklı model ve analojilerle yoğrulan zorlu bir güzergahı izler. Düşünürü bu yola iten en önemli sebeplerden birisi hiç kuşkusuz “hukuksal-söylemsel iktidar anlayışı” adını verdiği rıza üretme kapasitesinden sual olunmayan güce yönelik yaşadığı tatminsizliktir. Foucault’ya göre iktidar tözsel bir güç değildir, böyle olması halinde bildiğimiz denli güçlü olması mümkün değildir. İktidar, ancak bedeni hedef aldığı, onun uysallığını farklı teknikleriyle sürekli yeniden yarattığı, bir anlamda habitusler ürettiği takdirde, yani ilişkiler, “koordine edilmiş bir ilişkiler yumağı” yarattığı takdirde gücünü gösterebilir. Foucault’nun, iktidarın zihinden önce bedeni hedef aldığını düşünmesinin sebebi de budur. Buna göre, iktidar merkezden çepere yayılan tözsel bir güçten ziyade, her yerde olan, “mikroskobik” bir iktidardır ve en önemsiz sayılan ilişkilerde bile mevcut olduğundandır ki, hem bu iktidarın hem de iktidarın bulunduğu her yerde (yani her yerde) direniş imkanının da olduğu gerçeğinin gözden kaçırılma ihtimali de az değildir.
KUTSAL İNSAN VE BİYOPOLİTİKA
Olağanüstü çalışkan bir felsefe işçisi olan İtalyan düşünür Giorgio Agamben de, biyopolitika ve iktidarı anlayabilmek ve anlatabilmek için farklı düşünsel kaynakları seferber eder. Utku Özmakas’a göre, Agamben’in biyopolitika kavramına ilişkin analizine rötuşları ekleyerek tabloyu tamamlayan çalışması Kutsal İnsan dizisidir. Agamben’in biyopolitika analizi birçok yönden temeline Foucault düşüncesini oturtsa da, daha sonrasında iki düşünürün yolları ayrılır. Agamben, Kutsal İnsan’da egemen konumunda bulunanın, istisna halinin yarattığı güce, “potansiyelin özerk varlığı”na, yani hem kendi potansiyeline hem de “potansiyelsizliği”ne sahip olma haline (bir anlamda “eylememeyi tercih edebilme lüksü”) dikkat çeker ve bu halin egemenlik mantığındaki başat yerinin altını çizer. İtalyan düşünür, biyopolitik bir mekan olarak toplama kamplarını inceler ve bu açıdan kapatma kurumları olarak cezaevlerini işaret eden Foucault’dan ayrılır. Kamp, kişinin kendi yaşamı üzerindeki tasarruf hakkının tüm çıplaklığıyla askıya alındığı, her türlü siyasal statüden ve beylik vatandaşlık haklarından sıyrılınan, insanın iktidar karşısında tamamen savunmasız kaldığı bir alan olarak beden üzerindeki modern iktidarın boyutlarını gözler önüne serer.
Bir de Michael Hardt ve Antonio Negri’nin biyopolitika kavramına yeniden çizdikleri kuramsal çerçeveler üstünde durmak gerek. İkili, biyopolitika analizlerinin ilk adımını “egemenlik” ve “ulus-devlet” tahayyüllerinin post-modern dönemde yaşadığı krizleri ele alarak atarlar. Bu krizin açığa vurduğu savaş, Duns Scotus’tan Spinoza’ya uzanan birinci tarz modernlik, yani çokluğu odağına alan, insanlığı ve arzuyu tarihin merkezine yerleştiren modernlik ile bu ilk modernliğin açığa çıkardığı yaratıcı güçleri, arzuları tahakküm altına alan ikinci tarz modernlik arasındaki savaştır: Bu savaşın sonunda ikinci tarzın galibiyetiyle birlikte “modern egemenlik” peyda olur. Bu yaklaşımın en önemli yanı, Foucault düşüncesinde olduğu gibi, iktidar ve direnişi karşı karşıya getirmek yerine onları iç içe geçmiş ilişkiler olarak görme imkânını sunmasıdır.
Son olarak şunu söylemek gerekir: Utku Özmakas’ın biyopolitika kavramının farklı yönelimlerini ve yarattığı verimli düşünsel gerilimleri derinlemesine incelediği bu çalışması, düşünce çerçevemiz içinde kurumlara karşı bireysel direnişler ve mikro ilişkiler, her şeye kadir bir mutlak egemen karşısında her yerden çıkıp her yere yayılan iktidar ve direniş anlayışı, her geçen gün daha fazla yer vermemizi gerektiren bir çağın ihtiyaç duyduğu ve biyopolitika üzerine neden düşünmemiz gerektiğini gayet net bir şekilde açıklayan ve yaşam gibi yabana atılmayacak, sadece ucunda değil, her yerinde ölümü barındıran bu zor zanaati anlama derdindeki herkesin okuması gereken bir çalışma.