Hitler ve Stalin peşinde: Troçki Meksika'da...
Viva’nın yazarı Deville, hiç kuşku yok ki, bu çalışmasında, yaşamını konu aldığı her iki insana, birer saygı duruşu maksadı ile bu öyküyü anlatıyor. Onların, o çetrefilli ve yoğun yaşamlarını, duru ve sade bir dil ile, kurgusal anlatımdaki hüneriyle anlatıyor ve yolu Meksika’ya ya da şöyle söylemek gerekirse, “yolu devrime düşenleri” yan hikayelere ekliyor. Uykunun en derin anında görülen uzun bir rüya hissi uyandıran bu anlatım ve karakterler, birbiri ardına geçip gidiyor yanımızdan. Finalde yine Lowry ve Troçki ile kalıyoruz ki, yazar, okuyucuyu o âna, psikolojik olarak ustaca hazırlıyor.
DUVAR - Patrick Deville’in Türkçeye Orçun Türkay tarafından çevrilen romanı Viva, Can Yayınları etiketiyle raflardaki yerini aldı. Biri “sürekli devrimci” Troçki, diğeri “sürekli yazar” Malcolm Lowry’nin konu edinildiği hikâye, Meksika’nın odağında olduğu ve geriye dönüşlerin sıkça kullanıldığı bir dizi ânı romanlaştırıyor.
Yanardağın Altında isimli ölümsüz romanını yazmak ve yayımlamak uzun senelerini alan Lowry, Sait Faik’in “Yazmasam deli olacaktım” sözünü yalanlarcasına, aynı romanda ısrar ettiği, gün be gün anlattıklarını daha da derinleştirdiği için büyük finalini akıl hastanesinde yapar. Ömrünün uzun bir bölümünü babasının kendisine gönderdiği harçlıklarla geçiren, bu parayla evlenen, fırtınalı aşklar yaşayan Lowry, yaşamı oradan oraya geçmiş bir büyük yazar.
Troçki kimilerine göre bir kahraman, kimilerine göre bir hain. Henüz büyük Rus devriminden önce bile hemen hemen dünyanın yarısını gezen/gezmek zorunda kalan Troçki, hiç kuşkusuz ki o sıralarda, büyük gezisini daha gerçekleştirmediğini düşünmüyordu. Dile kolay, deşifre olmamak, tekrar tutuklanmamak ve daha kötüsü öldürülmemek için Avrupa’yı ve Asya’yı karış karış gezmiş ve hatta yolu Amerika Birleşik Devletleri’ne bile çıkmıştı. Bir dönemi, İstanbul’un yanı başında bir ada olan Büyükada’da geçmişti. Atatürk, Kurtuluş Savaşı’nda yardımını esirgemeyen Kızıl Ordu kurucusu ve komutanı Troçki’ye ülkenin kapılarını açmıştı. Troçki ise 1929 yılında geldiği İstanbul’dan 1933 yılında ayrılmak durumunda kaldı. Üstelik 1932 yılında Sovyet vatandaşlığından atıldığında Türkiye’dedir. Türkiye’den Fransa’ya, Fransa’dan Norveç’e uzanan Troçki’nin yolu –daha önce hiç görmediği- Güney Amerika’ya uzanmış ve ilk kez gittiği bu kıtada 21 Ağustos 1940’ta öldürülmüştü.
Viva’nın yazarı Deville, hiç kuşku yok ki, bu çalışmasında, yaşamını konu aldığı her iki insana, birer saygı duruşu maksadı ile bu öyküyü anlatıyor. Onların, o çetrefilli ve yoğun yaşamlarını, duru ve sade bir dil ile, kurgusal anlatımdaki hüneriyle anlatıyor ve yolu Meksika’ya ya da şöyle söylemek gerekirse, “yolu devrime düşenleri” yan hikayelere ekliyor. Uykunun en derin anında görülen uzun bir rüya hissi uyandıran bu anlatım ve karakterler, birbiri ardına geçip gidiyor yanımızdan. Finalde yine Lowry ve Troçki ile kalıyoruz ki, yazar, okuyucuyu o âna, psikolojik olarak ustaca hazırlıyor.
MEKSİKA MAHKEMELERİ
Frida Kahlo, Diego Rivera, Joseph Stalin, Adolf Hitler, Mandelstam, G. Simenon, Andre Breton, Mayakovski ve Malraux gibi tarihsel şahsiyetlerin de eşlik ettiği hikâyede, en çok yer işgal eden ise tahmin edilebileceği gibi Kahlo oluyor. Eşi Rivera’nın çabasıyla, Meksika Devlet Başkanı Lâzaro Cârdenas’ın Troçki’yi ülkeye almasının ardından, Troçki ile ona ayrılan mavi evde aşk yaşamaya başlayan Kahlo, çok geçmeden karşılıklı olarak bu ilişkiyi bitirmenin önemine değiniyor ve ayrılıyorlar. Üstelik ilişkinin başladığı “mavi ev” de, Rivera’nın Troçki’ye tahsis ettiği bir mekândır.
Troçki’nin özel hayatından öte, asıl dikkat çekici olan durum ise, oradan oraya gönderilen devrimcinin, hem Stalin’in, hem Hitler’in öfkesini aynı zamanlarda çekiyor oluşu… Her iki yandan da kıstırılmaya çalışılan Troçki’nin durumu, Yaşar Kemal’in zilli kurt hikâyesini andırıyor. Korkuyla yaklaşılan ve dokunanın elini yakan Troçki’ye yalnızca Meksika Devlet Başkanı Lâzaro Cârdenas sahip çıkıyor. Üstelik Troçki’nin karşı dava açıp yargılandığı meşhur davaya da ev sahipliği yapıyor. 10 Nisan 1937’de başlayan bu dava öncesi, Meksika sağı, Başkanı, ulusal egemenliği hiçe saymakla, Stalinistler ise “satılmış bir iblise mahkeme sunmakla” suçluyor. Bağımsız olduğu düşünülen kişilerden oluşan bir heyet kuruluyor ve on gün boyunca Troçki yargılanıyor. Suçlu bulunursa tutuklanacağını kabul ediyor.
'İNSANLIK YORULMUŞ OLABİLİR'
Dört saat süren savunmasını şu sözlerle sonlandırıyor: “Sorun, toplumda mutlak yetkinliğe ulaşıp ulaşamayacağımızla ilgili değil. Bana göre, sorun ileri doğru büyük adımlar atıp atamayacağımızla ilgili, yoksa ileri doğru atılan her büyük adımdan sonra, insanlığın yoldan biraz sapmasını, hatta geriye doğru büyük bir adım atmasını bahane ederek, tarihimizi mantığa uygun biçimde değerlendirmeye çalışmamalıyız. Durumun böyle olmasına çok üzülüyorum, ama bunun sorumlusu ben değilim. Devrim’den sonra, dünya çapındaki Devrim’den sonra, insanlık yorulmuş olabilir. Kimileri için, bir kısım insanlar ya da halklar için, yeni bir din ortaya çıkabilir vesaire. Ama ben onun ileri doğru atılmış büyük bir adım olduğuna eminim, tıpkı Fransız Devrimi gibi. Onun da sonunda Bourbon’lar geri döndü kuşkusuz, ama dünyanın aklına öncelikle Fransız Devrimi’nin ileri adımı, öğrettikleri, dersleri kazındı.”
Kitap, yukarıdaki alıntıdan da anlaşılacağı gibi, Troçki’nin baktığı yerden yorumluyor “sürekli devrimci”nin içinde bulunduğu durumu. Troçki ve Stalin arasındaki ilişkinin nedenlerinden çok, sonuçlarına odaklanıyor. Dolayısıyla yazar, Troçki’nin öldürülüşünü de derin bir psikolojik tahlil ile kaleme alıyor. Dönemin zamanına ve mekânına ustaca bir bakış ve kurgunun edebi gücünün başarıyla kullanıldığının sağlam bir örneği için Viva raflarda…