Ötekine duyulan sevgi: Osip Mandelştam, Paul Bowles ve Ryszard Kapuściński

Osip Mandelştam, Paul Bowles ve Ryszard Kapuściński, hayatları boyunca hiç karşılaşmamış bu üç yazar, ortak bir hissiyatla kendinde olmayan bir diğerinin yüzüne bakmaya, onu anlamaya cesaret ettiler. Ülke sınırları, kültürel kabuller, evinde olmanın aldatıcılığı ve rehaveti bu yazarları engelleyemedi. İyi ki...

Google Haberlere Abone ol

Sinem Erenler

Tatmininin pek mümkün olmadığı seyahat etme hissiyatıyla yanıp tutuşulan bir çağda, Evliya Çelebi gibi bir seyyahlık anlayışının fersah fersah uzağında devinirken geçmişe ait değerlerin, memleket algısının da değişime uğradığına tanıklık ediyoruz. Kızgın bir toprak parçasına, yeşil bir ormanla sarılı bir dağa, salınıp gelen bir su kabarcığına tutkuyla bağlanmak, bir şehri sevgiyle anımsamak, sokaklarını, caddelerini özlemle hatırlamak bu dönemde hızla uzaklaşılan bir aidiyet duygusu artık. Bir de kendi büyüdüğü, alışık olduğu, iyi bildiği dünyanın dışında kendi köklerini başka yerde, kendinden çok uzağa düşen bir diğerinde arayanlar var.

Bu alışılmadık arayışlara dalan üç inatçı yazar Osip Mandelştam, Paul Bowles ve Ryszard Kapuściński, gözü kara daldıkları patikalarda karşılarına çıkan ülkelere ve kentlere karşı büyük bir sevgi beslediler. Ermenistan’da şiir yazmaya yeniden başlayan Osip Mandelştam’ın, Fas’ın Avrupa’ya en yakın olan sahil şehri Tanca’da 50 yıl yaşayan Amerikalı yazar Paul Bowles’ın, 1957 yılında ilk kez gittiği Afrika’ya sonraki 40 yıl içinde bulduğu her fırsatta geri dönen Polonyalı yazar Ryszard Kapuściński’nin kentlerle, ülkelerle bu şanslı karşılaşmaları hayatlarını ve yazılarını belirledi.

OSİP MANDELŞTAM'IN RENKLER ÜLKESİ ERMENİSTAN

İsyankâr bir ruha, bildiğini okuyan inatçı bir kişiliğe sahip olduğu su götürmez Osip Mandelştam, Rusya’nın itibarı nihayet 1987 senesinde iade edilmiş en önemli şairlerinden. Arkadaşlar arası bir toplantıda Stalin’le ilgili okuduğu doğaçlama olduğu tahmin edilebilir dizeler, toplantıdaki muhbir vatandaşın işgüzarlığıyla Stalin’in kulağına kadar gidiyor ve yoldaştan haine hızlı bir geçişle Mandelştam, ölümden kıl payı kurtulup sürgüne gönderiliyor.

Yazarın Aras Yayınları’ndan çıkan Renkler Ülkesine Yolculuk kitabı, 1930 senesinde eşi Nadejda Mandelştam’la beraber yaptığı Ermenistan seyahati izlenimlerini aktarıyor okuyucuya. Mandelştam’ın kitabın satırlarından taşan coşkusunun hissettirdikleriyle Ermenistan’da gördüklerinin, tanık olduklarının basit bir yolculuğun çok ötesinde anlamlar içerdiğinin farkına varıyoruz okurken. Ermenistan’a yabancı gözlerle bakan bir yolculuk güzellemesinin ötesine geçerek, derinden hissettiğimiz başka bir topluma, onun kültürüne, saçmalıklarına, mitlerine değen ve ona büyük bir saygı besleyen bir anlatı çıkıyor karşımıza.

Sevan Adası, Erivan, Ararat ekseninde dolaşan kitap pek çok mevzuda Mandelştam’ın hissettiklerini aktarıyor. Derin bir müzik ve resim hassasiyeti, çocukların koşuşturmalarının sevinci, botanik ve doğa üzerine düşünceler, Ermeniceye duyulan hayranlık Mandelştam’ın dünyasını dolduruyor. Eşi Nadejda Mandelştam, Rusya’ya dönseler de Ermenistan’ın hayalini kurmaktan hiçbir zaman vazgeçmediğini söylüyor Osip Mandelştam’ın:

“İçimde bir altıncı duyu, bir 'Ararat' hissi geliştirdim – bu dağa karşı bir çekim. Şimdi, gitmiş olduğum yerlerin hepsi kurgusal geliyor ve nereye gidersem hep öyle gelecek.”

PAUL BOWLES'IN 'RUHU YAVAŞ AKAN' ŞEHRİ TANCA

1910 yılında New York’da doğan Paul Bowles, 19 yaşında başladığı yolculuklarını 50 yılını geçirdiği Fas’ın sahil şehri Tanca’da sonlandırıyor. Bu 50 yıl boyunca bestelerini yaptığı, kitaplarını yazdığı yer olan Tanca, sinemaya "Çölde Çay" ismiyle uyarlanan Esirgeyen Gökyüzü’nün esin kaynağı aynı zamanda. Kente ilk görüşte aşkı şöyle aktarıyor yazar:

“Tanca’yı ilk gördüğüm günden bu yana ve bunca senedir Cebelitarık Boğazı’ndan Endülüs’ün dağlarına bakan bu beyaz şehri çok sevdim.”

Tanca

Suçun, gürültünün ve kasvetin kenti New York’a karşı tam bir dünyanın sonu duygusunu hissettiren, hiçbir şeyle bir bağlantının olmadığı, hem sınırsız bir özgürlüğü hem de başıboşluğu derinden hissettiren bir yer olarak tarif eder Tanca’yı, Paul Bowles. Bu bağlantısızlık ve özgürlük hissi onun için varoluşçuluk düşüncesiyle uyum içerisinde, sadece şimdinin içinde yaşamanın anlamlı olduğu fikrini güçlendirir.

Cezmi Ersöz, Paul Bowles’ın kendi gerçekliğini anlatma kaygısını, gerçeküstü, gerçekçilik, bilinçakışı arasında gidip gelen üslubunun, 1945 yılında bir mağarada oğullarının gelmesini bekleyen yaşlı bir kadının hikâyesini anlattığı Akrep öyküsünde berraklaştırdığından bahseder. Gerçeğin aktarımı ile derdi olan yazar, gerçeğin olduğu gibi aktarımından değil kişideki yansımasının aktarımından yanadır.

Bowles, 19 yaşında, ailesinin haberi olmadan, evden çok uzağa gitme fikriyle gemiye bindiğinde kendine bir yer yurt bulma fikri aklında yoktu, Tanca’yı görene kadar. Çarpıldığı bu kentte, kimsesiz, bir başına, Batı’dan onun medeniyetinden uzakta bu topraklarda kendi duyguları düşünceleri yeniden filizlendi.

RYSZARD KAPUŚCIŃSKI’NİN 'HER FIRSATTA GERİ DÖNÜLEN' AFRİKA'SI

Ryszard Kapuściński ilk defa 1957 yılında ayak basıyor Afrika’ya. Habitus Kitap tarafından yayımlanan Abanoz kitabında şöyle anlatıyor yazar bu karşılaşmayı:

“Afrika’da yıllarım geçti. İlk gidişim 1957’deydi. Ardından, sonraki kırk yıl içinde, ne zaman fırsat bulsam geri döndüm. Çok gezerdim. Resmi güzergahlardan, saraylardan, önemli şahsiyetlerden ve üst düzey siyasetten uzak dururdum. Bunun yerine, yoldan geçen kamyonlara otostop çekmeyi, çölde göçebelerle dolanmayı, tropikal savanalardaki köylülere konuk olmayı yeğlerim. Yaşamları bir işkence, gene de şaşırtıcı bir dayanıklılıkla ve dinginlikle katlandıkları bir eziyet.”

Kapuściński, dış haberler muhabiri olarak gönderildiği Hindistan’dan Latin Amerika’ya, oradan Afrika’ya, ülkelere, şehirlere yapılan uzun yolculukları boyunca farklı kültürlere, yaşamlara karşı bir tutkuya kapıldı. Batı medeniyetin kalıplarının, felsefesinin çok uzağında yaşayan insanların kayıtsızlığına, özgürlüğüne, yoksullukla başa çıkma yöntemlerine ve genelleştirmelerin körlüğünü tekrar hatırlatan çeşitliliğine hayran oldu.

Koskocaman bir kıta olan Afrika’nın görünenden daha büyük daha çeşitli olduğunu anlatan Abanoz kitabı sadece yazarı için değil okuyucu için de bu tutkuya kapılma, bir hummaya tutulma etkisi yaratıyor.

Ryszard Kapuściński

Yazar Afrika’nın zor koşullarında hayatta kalma koşullarını, çetrefilli doğasına ve ölümle burun burun yaşamlara karşı bunu sakinlik ve dinginlikle karşılayan insanlarının hikâyelerini anlatırken büyüyü size bulaştırıyor. Mitlerle, söylencelerle şekillenen sözün yazıyı solladığı bu kıtada çölde sıkça rastlanılan, toplulukların heybetli mango ağaçlarının altında toplanıp, söyleşmesi ise şöyle aktarılıyor:

“Afrika, Müslüman kuzey dışında, yazıyı bilmez ve burada tarih sözlü gelenektir, ağızdan ağıza aktarılan efsanelerdir, akşamın derin karanlığında, kadınlar ve çocuklar sessizce, kendinden geçmişçesine dinlediği için, sadece yaşlı erkeklerin titrek seslerinin yankılandığı, her daim bir mango ağacının altında yaratılan komünal bir mittir. Akşam saatlerinin önemi bundan gelir: Topluluğun ne olduğu ve nereden geldiği hakkında düşüncelere daldığı, uzaklığının ve ötekiliğinin bilincine vardığı, kendi kimliğini tanımladığı zamandır. Aralarından ayrılmış, ama gene de var olan, bize hayat boyu önderlik edecek ve kötülükten koruyacak olan atalarla söyleşmenin sanatıdır.”

Osip Mandelştam, Paul Bowles ve Ryszard Kapuściński, hayatları boyunca hiç karşılaşmamış bu üç yazar, ortak bir hissiyatla kendinde olmayan bir diğerinin yüzüne bakmaya, onu anlamaya cesaret ettiler. Ülke sınırları, kültürel kabuller, evinde olmanın aldatıcılığı ve rehaveti bu yazarları engelleyemedi. İyi ki...