Reşad Ekrem Koçu: Tarih yeryüzüne indi!

Reşad Ekrem Koçu’nun 'Tarihte İstanbul Esnafı' ve 'İstanbul Ansiklopedisi' her zaman fetişleştirilen hamaset dolu cümleler ile aktarılan Osmanlı’nın sosyal ve kültürel yaşamını bütün gerçekliği ile canlandırır. Onun kalemi cellatları, dilencileri, çengileri, hamalları yani tarihte yer almayan küçük insanları anlatır. Padişahlar, vezirler şehrin sakinlerinin yaşamına değdikleri oranda yer alırlar. Koçu, tarihi yeryüzüne indirmiştir.

Google Haberlere Abone ol

DUVAR - Reşad Ekrem Koçu bir İstanbul tarihçisi olarak bilinir. Ama Koçu’yu diğer tarihçilerden farklı kılan onun Osmanlı’nın gündelik yaşamına ilişkin her biri bir öykü tadında aktardığı bilgilerdir. Tarihi yazanların uzak durduğu, tarihe belki dipnot olarak geçen, küçük ama tam da okuyucunun önünde bir film karesi gibi akan gündelik yaşamın canlı bir tasviridir onun aktardıkları. En sıkıcı gözüken konular onun kaleminde bitmesini istemediğiniz bir masal tadında yansıtılır. Reşad Ekrem Koçu külliyatında elbette bir önem sıralaması yapmak imkânsızdır. Ama yine de benim en sevdiğim eserlerinden birisi 'Tarihte İstanbul Esnafı'dır. Koçu’nun bitirmeye ömrünün yetmediği sanılan 'İstanbul Ansiklopedisi' ise her ne kadar uzun yıllardır kitap olarak basılmasa da PDF olarak internette kolayca bulabileceğiniz bir başucu bilgi kaynağıdır.

AKTARILAN TARİH YOK OLAN KADİM MESLEKLERİNDİR

Aktarılan durum, Osmanlı tarihine ilişkin bir kesit hele esnaflık gibi gündelik, ekonomik yaşamın kendisi olunca sıkıcı bir konu olacağını sanabilirsiniz. Ama Osmanlı’da İstanbul esnafının çeşitliliği ve kültürünün zenginliği, Reşad Ekrem Koçu’nun masalsı anlatımı ile birleşince önünüzde tarih kitaplarında bulamayacağınız bir dünya açılıyor. Reşad Ekrem; şeyhi, nakibi, duacısı, çavuşu, kahyası ile eski dünyanın yüzlerce yıldan beri süregelen bu esnaf örgütlenmelerinin nasıl çalıştıklarını aktararak artık tarihin derinliklerinde kalmış bugün bilinmeyen meslekleri de tekrar hatırlatıyor: “Müstakil bir ‘tarik/lonca’ kuramayan esnaf, iş veya zanaat bakımından en yakın kalabalık esnafa yamak esnaf olurlardı; mesela kaltakçılar, eyerciler, semerciler, gedelekçiler, (eyerlere, kaltaklara köseleden büyük ok kuburları dikenler), tekelciler (eyer altında hayvan sırtına örtülen pamuklu bez dikenler), yularcılar, kamçıcılar, palancılar, gayet kalabalık olan saraç esnafının; basmakçılar, kavaflar, çizmeciler, mestçiler, terlikçiler, ve eskiciler de yine gayet kalabalık olan pabuççu esnafının yamaklarıydı.”

HÂŞÂ Kİ PİRLERİ OLA

Bütün esnaf örgütlenmeleri yani loncalar aynı zamanda dini bir örgütlenmenin bir parçasıydılar. Her loncanın mesleğinin kendisi ile başladığına inandığı bir 'piri' bulunuyordu; “Macuncuların ilk piri Pythagoras’tı. İslami pirleri de, Peygamberimiz zamanında sıhhi macunlar yapmış olan Ubeyt Attar oldu.”

Tarihte İstanbul Esnafı, Reşad Ekrem Koçu, syf. 256, Doğan Kitap, 2016.

Bütün imparatorluklar gibi Osmanlı İmparatorluğu da her şeyi kayıt altına alarak hüküm sürmeye çalışmıştı. Reşad Ekrem Koçu’nun 'Tarihte İstanbul Esnafı' adlı eserinde imparatorluğun başkenti İstanbul’da kayıt altına alınan esnaf birliklerinden bazılarını okuduğunuzda fetişleştirilen Osmanlı sosyal yaşamından bambaşka bir tablo önünüze seriliyor. İmparatorluğun başkenti olarak büyük bir nüfus yoğunluğuna sahip İstanbul’da 'ahlak' her zaman önem verilen bir konu olmuştu. Koçu sık sık mahalledeki imam, subaşı ve halk ile basılan 'uygunsuz evlerin' hikayelerini de aktarıyor. Ama dünyanın bu en eski mesleğini bastıramayan Osmanlı bazen onu denetim altına almayı tek yol olarak görmüş. Dördüncü Murat döneminde, padişahın önünden geçen bir esnaf alayını anlatan şu satırları Koçu, Evliya Çelebi’den aktarıyor: “Esnaf-ı zenkahbegan (muhabbet simsarları, çöpçatanlar): Nefer:212. hâşâ ki pirleri ola. Esnaf-hizan dilberan (uygunsuz delikanlılar) neferdir. Bunlar bir alay haneberduş hizan ulufeci celaftirki , kendi kadir ve kıymetlerini bilmeyip , Babulluk'ta, Fundalık’ta, Kumkapı’da, Sanbola’da, Meydancı’da, kilise ardında, Tatavla’da, vesair fisk mahallelerde, sürü, sürü gezüb boğazı tokluğuna sayd olunurken, subaşının damına düşüp defterli olurlar. Neuzibillah daha bunlar gibi nice esnaf-ı mühmelan vardır ki, tahrir ve tasvirinden kalem utanır, bunları subaşı bilir gayrileri bilmez. Alayda subaşı ile günagün şakalar ederek geçerler…

Elbette kadın ve erkeğin bir araya gelmesinin sakıncalı olduğu dönemlerde bu yasak sık sık çeşitli yollarla delinmiş. 24 Mayıs 1573 tarihli Eyüp Sultan kadısına yazılmış bir fermanda şunlar yer alıyor; “Kaymakçı dükkanlarına bazı kadınlar kaymak yemek bahanesi ile girip oturup namahremlerle cem olup şeriata aykırı vaziyetler ve tecavüzler olurmuş. Kaymakçı dükkânlarına kadınların girmesinin yasak edildiğini dükkan sahiplerine muhkem bildiresin.”

EN BÜYÜK ESNAF GRUBU: ESİRCİLER KÖLE TÜCCARLARI

Osmanlı tarihinde gözden kaçırılan, çok değinilmeyen konulardan birisi de köle ticaretidir. Bu konuda yapılmış araştırmalar yok denecek kadar azdır. Dünyada köle ticareti feodalizmin ortaya çıkışı ile yok oldu sanılır. Afrika'dan köle ticareti ise Amerika Kıtası'nda ünlü kuzey-güney savaşına kadar sürmüştür. Reşad Ekrem Koçu’nun 'Tarihte İstanbul Esnafı' adlı eserinin 'Esirler ve Esirciler Esnafı' bölümünden öğreniyoruz ki, resmi olarak beyaz ve siyah köle ticareti 1854 yılına kadar sürmüştür. Başka kaynaklardan ise her ne kadar yasaklansa da siyah köle ticaretinin 1912 yılına kadar sürdüğünü biliyoruz. Bu kölelerden bazıları harem dahil sarayda hizmet etmişlerdi: “Habeşi, zenci ve beyaz ırka mensup muhtelif milletlerden bazı kölelerde, mayası Bizans’tan alınmış bir geleneğe uyularak, muhakkak ki zalim bir ameliyatla hadım edilmişler, Habeşi ve zenci hadım kölelere 'harem ağası', 'kara hadım', beyaz kölelere de 'tavaşi', 'ak hadım' denilmiştir.”

Reşad Ekrem Koçu’nun da tarihin bu karanlık sayfasına ilişkin çok eleştirel olduğunu söyleyemeyiz. Şu satırlarda olayın vahametini yumuşatmaya çalışır: “Osmanlı devrinde Türk toplum hayatında bir esaret faciası olarak tasvir edilebilecek cariye ve köle yoktur diyebiliriz; hatta çoğu, esir olarak getirilip bir kapıya satıldıktan sonra, memleketinde hiçbir insanın ulaşamayacağı hayat seviyesine ulaşmıştır.”

BÜYÜK KÖLE PAZARI KAPALIÇARŞI YANINDAYDI

Ama yine onun aktardıklarından bir dönem köle ticaretinin ulaştığı boyutu görebiliriz. Kanuni Sultan Süleyman döneminin başdefterdarı İskender Çelebi’nin sahip olduğu köle sayısı cariyeler hariç 6 bin 2 yüzdür. Tek başına bir yüksek memurun sahip olduğu bu köle sayısı dönemin köle ticaretine ilişkin bir fikir veriyor. Köle alım satımında onda bir vergilendirme ile devlette büyük kazanç elde ediyordu. Esir satışını devlet adına denetleyen 'Esirciler Kethudalığı' adında bir kurum da vardı. Yine Reşad Ekrem Koçu’dan 17. yy.’da ünlü bestekâr Mustafa İtri Efendi’nin bu görevi yaptığını öğreniyoruz.

İSTANBUL’UN KORKULAN ESNAFI: CELLATLAR

İstanbul esnafını anlatan bu eserin en ilgi çekici bölümlerinden birisini 'Cellatlar' oluşturuyor. 1826’ya kadar yani Yeniçeri Ocağı'nın kaldırılmasına kadar ocakta özel bir Cellat Ocağı bulunuyordu. Osmanlı tarihinin en ünlü cellatları ise 17.yy.’da Kara Ali, Hammal Ali ve Cellat Süleyman’dır. Yine Reşad Ekrem’den öğreniyoruz: “Cellatbaşı dahil Cellat Ocağı'nın bütün efradı istisnasız Hırvat dönmesi veya Kıpti’ydi. İdam fermanı bostancı ağaya verilir, mahkum mühim bir şahsiyet değilse infazda bostancıbaşı bulunmazdı.”

Ama cellatların tek işi idam değildi. Koçu, cellatların asıl işlerinin işkence yapmak olduğunu aktarıyor. Bazen idam işkence yapılarak gerçekleştirilirdi: “Çengel İstanbul’da Eminönü'ndeydi; kalın kalaslardan yapılmış kale burcu gibi bir şeydi, bir adam boyundan yüksek yerine, muhtelif büyüklükte ve uzunlukta, başları yukarıya doğru kıvrık ve sivri, keskin bir tarak şeklinde bir sıra, kasap dükkânlarında olduğu gibi çengeller konmuştu. Mahkûm ana doğması soyulup, elleri ve ayakları bağlanıp makaralı iplerle yukarı çekilir ve sonra birden bu müthiş çengellerin üzerine bırakılırdı; vücuduna bağlanan çengeller bazen derhal öldürürdü, ekseriya da ölüm, müthiş acılarla uzun sürerdi.”

EŞKIYALAR İŞKENCE İLE SİYASİLER YAĞLI KEMEND İLE İNFAZ EDİLİR

Bu ölüm çeşidi genellikle eşkıyalara ve korsanlara uygulanırmış. Neyse ki siyasi mahkûmlara biraz daha insaflı davranıldığını öğreniyoruz: “Siyasi mahkûmlar yağlı kementle boğulurdu; bazen, idamdan sonra başı şifre denilen gayet keskin hususi bir usturayla gövdesinden ayrılır ya 'ibret taşının' üzerine konur ya da sarayın şehre açılan büyük kapısının, 'Bab-ı Hümayun’un' önüne atılırdı.

Yüzyıllarca görev yapan cellat 'esnafının' ayrı bir mezarlığa gömüldüğünü öğreniyoruz. Ancak bu mezarlıktaki mezarların hepsi 'yazısız' olarak yapılmış. Koçu, cellat mezarlığı ve mezarlarının neden böyle yapıldığını şu sözlerle açıklıyor: “Cemiyetimiz resmi bir görevde olsa, bir ücret karşılığı adam boğan veya kesen celladın ölüsünü mezarlıklarına kabul etmemiş, onara ayrı bir mezarlık yaptırmıştır.”

İSTANBUL’A İZİNLE GİRİLİRDİ

Bugün nüfusunun on beş milyonu geçtiği İstanbul’a girmek Osmanlı’nın hüküm sürdüğü devirlerde çok kolay değildi. Reşad Ekrem Koçu elinde 'mürur tezkeresi' (İstanbul sınırını geçme tezkeresi) olmayanların kesinlikle şehre giremeyeceğini belirtiyor. Bu kâğıtlar ise geldikleri vilayetlerden alınıyordu. Böylece İstanbul’a çalışmak için veya iş kurmak için gelenler denetlenerek şehrin 'ayaktakımının' artmasına engel olunması amaçlanıyordu. Şehre Anadolu tarafından gelenler bugünkü Bostancı semtinde bulunan 'Bostancıbaşı Köprüsü'nde' karşılanırken Rumeli’den gelenler Küçükçekmece ve Yarımburgaz’da bulunan karakolların denetiminden geçiyordu. Yine Koçu’nun anlatımlarından İstanbul’a çalışmak için en çok Arnavut ve Kürtlerin geldiğini öğreniyoruz. Bu nedenle bu milletlere mensup kişiler sık sık denetime uğruyordu: “Yedikule dışındaki salhanelerde olan bekar uşağı Arnavutlar, kasapbaşı ağa tarafından deftere tespit edilecek, bu defterin bir nüshası İhtisap’a verilecek, sık sık yoklanacaktır, defter fazlaları İstanbul’dan çıkartılacaktır.”

BİR ÖRNEĞİ DAHA OLMAYAN ŞEHİR ANSİKLOPEDİSİ

Reşad Ekrem Koçu’nun hayatını verdiğini söyleyebileceğimiz en büyük eseri 'İstanbul Ansiklopedisi'dir. Ansiklopedinin büyük kısmını takma isimler kullanarak kendisi yazmıştır. Her isim, mimari yapıt hatta olay için resimler, çizimleri kendisi bulmuş ve bitirmeye çalışmıştır. Bir şehir ansiklopedisi olarak dünyada başka bir örneği var mıdır bilmiyorum. Ancak bu konudaki ender çalışmalardan birisi olduğu kesindir. Baş eseri olarak tanımlanabilecek bu ansiklopediyi maalesef kaynak yetersizliği nedeniyle 'g' harfinin ortalarında kalmış ve bitirememiştir. Sadece 'g' harfine kadar gelebilmesinin belki bir nedeni de bütün büyük yazarlarda görülen titizliğidir. Ansiklopedide örneğin sadece 'a' harfinde bu isimde başlayan bütün şeyhülislamlar, önemli kadılar bazen başlarından geçen önemli olaylar ile birlikte aktarılır.

Ansiklopedide ünlü olmayan neden yer aldığını bilemediğiniz bir çok 'önemsiz' kişi de yer alır. İstanbul’a otuzlu yıllarda uğrayan ilginç bir turist ya da bir hamam tellağı da ayrıntılı yer almıştır.

İstanbul’un bugün yitip giden bütün anıtları, çeşmeleri, hamamları resimleri, bazen çizimleri ile bulunur. Mimari ve kaybolan sosyal, kültürel yaşamımızın kayda alınmış bir belgesi gibidir. Yalnızca bu harfe kadar yazılanlar tamamlanması durumunda nasıl bir eserin ortaya çıkacağını gösterir. Şimdiye kadar Reşad Ekrem Koçu’nun bu eseri tamamlayamadığı sanılıyordu. Ancak 2010 yılında Koçu’nun vârislerinin Reşad Ekrem Koçu’nun bütün evrakını Ece Ajandalarının sahiplerine devrettiği ortaya çıktı. Devredilen bu evraklar incelendiğinde ise yazarın ansiklopediyi Z harfine kadar hazırladığı görüldü. Koçu’nun bütün eserlerini yayımlama hakkını ellerinde bulunduran Doğan Kitap yetkilileri bu eser için 2010 yılında Avrupa Kültür Başkenti seçilmesi dolayısıyla İstanbul Belediyesi yetkililerine başvurdu. Ancak proje olumlu bulunmasına rağmen söz konusu ansiklopedi hala yayımlanmadı. Ansiklopedide İstanbul Belediyesi'nin bu esere çekince ile bakmasını gerektirecek maddelerin olduğunu tahmin edebiliyoruz. Fakat yayın haklarını elinde bulunduran yayınevi ya da bir başkası tarafından bu ansiklopedinin yayınlanması mutlaka gerekiyor.