Virgülün iki yanı: Tarih ve edebiyat
Zaman, edebiyatı tarihe, empati ise tarihi edebiyata bağlar. Bu, anlatı araçlarının birbirine olan üstünlüğü ya da karşıtlığı değil, iki anlatı alanının zihnin iki kategorisi düzleminde birleşmesidir.
Ahmet Türkan*
Bugün, Kütahya’nın Çavdarhisar İlçesi’nin sınırlarında kalan Aizanoi Antik Kenti’deki Zeus Tapınağı’nın, daha önceleri tanrının devasa heykelinin bulunduğu naos kısmından batıya doğru baktığınızda, gördüğünüz şey bir manzaradan fazlasıdır. Örencik Ovası’na sınır çizen Murat Dağı silsilesinin üstünden batan güneş, zamanın olanca hasarını iki bin yılda dikilmiş bir giysi gibi üzerinde taşıyan devasa sütunların, duvar bloklarının arasından o geniş düzlüğü son kez aydınlatırken, peyzajın kendisi tarihsel bir hâl alır. Kutsandığınızı hissedersiniz ancak tanrılar tarafından değil; geçiciliğin ve kalıcılığın, görkemin ve hassasiyetin birleştiği nokta sizin zamansızlığınızdır artık. Bu noktada, İmparator Hadrianus’un tapınağın duvarına yerleştirilmiş mektubunu okumak, Hıristiyan keşişlerin kazıdığı dualara bakmak, Çavdar Tatarları’nın savaşırken ve kopuz çalarken resmedildiği grafitoları seyretmek tarihsel açıdan önemini yitirir. Tüm bu dağılım içinde inceden hissedilen bütünlük hissi, öylesine bir romantizmden çok, aynı manzaraya bakan binlerce kişinin zihninde olma, her birinin gözünden görebilme arzusunu yaratır. Empati, amprik tarihin duvarlarını zorlar ve bir tarihçi olarak öğrendiğiniz yöntemler anlamını yitirir. Tahminlerden yarattığınız düşün ve yaşanabilecek tüm olasılıkların hazzını hissetmek, size her şeyden daha gerçek gelir.
Bu zamansızlık, tarihin ortadan kalktığı andır, çünkü tarih, hem bir disiplin hem de bu disiplinin yorum alanı olarak, zamanın geçmiş hâline sıkı sıkıya bağlıdır. Yaratı, ifade ve aktarma eylemleri aracılığıyla tarihin kendinde bir parçası olan belleğin yokluğu, zamanın, zamanın yokluğu ise tarihin yokluğudur. Kaçınılmaz zemin budur ve tarih ile karşılaştırılacak ya da benzerliği vurgulanacak herhangi bir şey önce bu zemin üzerinde sınanmalıdır. Bu zaman, ister Heidegger’in varlık kapısı, ister Bergson’un yaşanmış zamanı, isterse Merleau-Ponty’nin tende hissedilebilen değişimin öznel zamanı olsun, mutlaka bir “şimdi”ye sahiptir. 'Şimdi', onu çevreleyen varlık alanının dolaysız deneyimiyle edimin farkında olmaktır.
Bu, değişimin farkındalığıdır ve anın derinliğini yaratan “geçmiş” ile “gelecek” tasarılarının tutkalıdır. Geçmiş, şimdi ve gelecek, benlik üzerinde maddeleşerek zamanı oluşturur ve bu zaman içinde şimdi, anlatıcıya aittir. Bir Romancının kalemi, bir tarihçininki kadar kemikleşmiş olmasa da, dilin kozmik sınırlarıyla bağlanmıştır. Bir başlığın altına tek bir çizgi çekerek bize ifadenin boyutsuzluğunu anlatan şair, anlatı anıyla sınırlandırılmıştır. Tüm ifadeler 'şimdi'de ortaktır ve iki anlatı aracı olarak tarih ve edebiyatın birbirine en fazla yaklaştığı yer burasıdır: anlatı metninin inşası.
Anlatılan da kendi içinde bir zamana sahiptir ve bu noktada anlatı zamanından ayrılır. Tarihçinin bakışları geçmişe dönüktür. Geçmişteki bir olayı, bugünü örnek göstererek açıklamak istediğinde dahi merkeze koyduğu zaman diliminin yörüngesinde bunu gerçekleştirebilir. Bunun yanında, edebi bir metnin zaman kategorisi içindeki sınırları bu kadar dar değildir. Bu, tarihin bir disiplin içinde, kendi adına belirlediği özne – nesne ilişkisinin konumundan kaynaklanmaktadır. Tarihçi tarafından oluşturulan anlatının temelini, geçmişte yaşamış kişi ve toplulukların yapıp ettikleri ve tarihçinin bunlar üzerine yorumu teşkil eder. Edebiyatın insana, insanın çevresinde olmuş, olan ya da olacak olana ve yine insanın zihinsel süreçler sonunda yarattığı ya da yaratacak olduğu şeylere dair anlatısı zamanlararası bir özgürlüğe sahiptir. İki alan da bu düzlemde, anlatan kişinin olay ve olgulara dair olan yorumlarını içerir.
'Şimdi'den bakarak odaklanılan zaman dışında onları ayıran şey, bir tarih anlatısı, anlatılan her şeyin gerçeğe en yakın haliyle verildiği iddiasına sahipken, bir öyküde anlatılan şeylere yönelik olan gerçeklik iddiasının bir seçenek, bir anlatım yöntemi olmasıdır. Tarih, olasılıklar alanı içinden, varsayılan gerçeğin bir reprodüksiyonunu, edebiyat ise -yine bu alandan- gerçeğin bir temsilini sunar. Reprodüksiyonun temelinde belgeler, gerçeklik temsilinin temelinde ise (Flaubert gibi belgeyi seven yazarlar olsa da) alışkanlıklar, deneyimin bilgisi ve kurmaca vardır. Dolayısıyla, doğası gereği tarih, yorum örgüsünü ağırlıklı olarak başkalarının deneyimi üzerine kurar ve odaklandığı zamandan sonra, bizzat kendi öznesiyle sınırlandırılır. Yorumun aşırı yoruma dönüşmesi böylelikle engellenip yeniden üretilen gerçeğin kendi içindeki tutarlılığı artarken, olasılık alanı içinde kalan diğer gerçek temsillerine karşı da bir tür direnç kazanır. Aristoteles, şiirin tarihten daha felsefi olduğunu bu gerçeklik farkından yola çıkarak öne sürmüştür. Yine postmodern yorumcuların tarihin gerçekliğini sorguladığı nokta da burasıdır.
Tarihin gerçeği ortaya koymadaki bu kısıtlılığını biraz daha genişletmenin yolu ise edebiyatla kesişmektedir. Bu, hem anlatının gerçekleştirilmesinde kullanılacak yöntem, hem de olgunun, empati yoluyla tarihçi tarafından doğrudan değerlendirilmesiyle gerçekleşecek bir şeydir ve zaman kavrayışının, daha doğrusu odaklanılan zamanın kesin sınırlarının ortadan kaldırılmasını gerektirir. Yazının girişindeki tanıklıkta ortaya çıkan zamansızlık, anlatılan zamanın ortadan kalkması, onun anlatı zamanına, yani şimdiye bağlanmasıdır. Zamanın şimdide kavranışı, olmuş olanı yaşıyor hâle getirir, tarihçiye geçmişin dolaysız deneyimini sunar. Örneğin, Dickens’ın “İki Şehrin Hikâyesi” romanında, Paris’in bir sokağında, bir şarapçı dükkânının önündeki fıçının parçalanmasıyla etrafa yayılan çamurlu şarabı elleriyle, giysileriyle alıp içmeye çalışan insanlar, yani günlük yaşamdan bu dramatik sahne, devrim öncesi Fransa’sı hakkında pek çok istatistiksel veriden ve pek çok arşiv belgesinden daha fazlasını sağlar. İnsanın ortak doğasının hissi, açlık karşısında verilecek olan tepkinin, düşülecek durumun hissi. Bu his, deneyimin kendisidir.
Böylece zaman, edebiyatı tarihe, empati ise tarihi edebiyata bağlar. Bu, anlatı araçlarının birbirine olan üstünlüğü ya da karşıtlığı değil, iki anlatı alanının zihnin iki kategorisi düzleminde birleşmesidir.
*Eskişehir Osmangazi Üniversitesi, Eskiçağ Tarihi Anabilim Dalı