Labirent: Hafıza, anlar ve vicdan anlatısı
Burhan Sönmez’in son romanı "Labirent", intihar meselesine yakınlaşarak; an, anımsamak, hatıra ve vicdan gibi ögelerin izlerini sürüyor. Sevilen bir müzisyen olan Boratin’in bir akşam, ardında hiçbir not bırakmadan kendini köprüden atışı üzerine kurulu kitabı, hafızayı, anları ve vicdanı yazar Burhan Sönmez ile konuştuk.
DUVAR - 2009 yılında bir erkek kendini Boğaziçi Köprüsü’nden attı. Bu, köprünün tarihindeki ilk intihar değildi fakat başarısızlıkla sonuçlanan nadir örneklerden biriydi. Atlayan kişi, aşağı düşüş sırasında montu paraşüt etkisi yapınca hayatta kalmış, sadece kolunu kırmıştı. Sonra çıkan haberlerde “Köprüden ölmek için değil, hayatta kalmak için atladım” dedi.
Boğaziçi Köprüsü, şehrin göbeğinden geçip iki yakayı birbirine bağlayan, çoğu kez boğazın boynunda bir gerdanlığa benzetilen bir yapı. 45 yıllık geçmişinde sahne olduğu birçok intihar nedeniyle aslında bu şehrin hafızasında bir intihar anıtı olarak da yeri var. Fakat kaçımız her sabah üstünden geçtiği bu köprüden atlayanları ya da atlamayı düşünüyor, anımsıyor, bilmiyoruz. Burhan Sönmez’in son romanı Labirent, bu konuda zihnimizde gerilere ittiğimiz kutuları yeniden ortalara çekip, üstündeki tozları üflüyor. İntihar meselesine yakınlaşarak; an, anımsamak, hatıra ve vicdan gibi ögelerin izlerini sürüyor.
Roman, çok ilgi çekici ve sevilen bir müzisyen olan Boratin’in bir akşam, ardında hiçbir not bırakmadan kendini köprüden atışı, ölmeyişi ve hiçbir şey hatırlamayarak uyanışı üzerine kuruluyor. Boratin, kim olduğunu, nerede olduğunu anımsamadan uyandığında biz de okur olarak kendimizi onun yanında buluyoruz. Sonra onun intihar ettiğini öğrenişinin ama neden bunu yaptığını anımsamayışının, etrafındaki kimsenin de bunun için bir sebep bulamayışının, Boratin’in eviyle ve arkadaşlarıyla yeniden tanışmasının, yüzlere, eşyalara ve bıraktığı izlere bakarak nasıl biri olduğunu anımsamaya çalışmasının sancısını paylaşıyoruz.
Burhan Sönmez, Labirent’te gece mavisi saten bir çarşaf gibi akan, fakat bir o kadar da insanı sırtından devirip atan, gövdesine dolanan bir hikâye anlatıyor. Labirent, büyük bir bulmaca. Hem Boratin’in geçmişini bulmaca hem de okurun kendi vicdanını. Sönmez, bu romanında okurunu köşelere soru işaretleri bıraktığı bir labirentin içine sürüklüyor. İşin tuhafı, sorular zor olmasına rağmen bu huzursuz bir yolculuk değil. Yine de Sönmez, çoğu soruyu yanıtsız bırakıp çoğunu okurun takdirine ve iç sesine emanet ediyor.
Labirent, her doğum gününüzde kendinize yeniden verebileceğiniz bir armağan. Okuyarak büyüdüğünüzde her defasında kendi içinize giden yeni bir yol keşfedeceğiniz, kendinizle düşüp kalkacağınız, kendinizden çok şey öğreneceğiniz bir yolculuğun krokisi. Burhan Sönmez ile Labirent’i, hafızayı, anları ve vicdanı konuştuk.
Labirent’i okumaya başladığımda kendimi, Boratin için okur ukalalığıyla “günlük tutsa böyle olmazdı” derken yakaladım. Labirent bu kadar anların, geçmişin ve hafızanın izini süren bir romanken, sizin günlüklere ve günlük tutma haline nasıl baktığınızı merak ediyorum.
Günlük tutmaya özel bir ilgi duymadım. Belli ki Boratin de duymamış. Eğer tutsaydı, ne olurdu? Belki bir şey değişmezdi. Bestelediği şarkılar, fotoğraf albümleri, evindeki eşyalar bile onun zihnini doldurup yönlendiremezken, muhtemeldir ki günlüklerle de aynısı olacaktı. Kendi şarkılarından şüpheye düşmesi gibi belki günlükte yazılanlardan da şüpheye düşecekti. Bir diğer olasılık da şu olurdu: Belki Boratin çok açık yüreklilikle günlük tutabilen biri olamayacak, orada da boşluklar bırakacaktı. Mesele roman olunca, günlük dahil her şey romanın aktığı yere doğru çevrilebilir.
Sizce hafıza, insanın huzurlu bahçesi midir yoksa zindanı mı? Bir insanın intiharının başarısız olması, uyandığında ise neden intihar ettiğini bile anımsamaması bir hayal kırıklığı mıdır yoksa yeni bir hayatın başlangıcı mı?
Bu iki soru, birbirinin parçası. Ben romanda bunları kendi adıma aramadım, oradaki Boratin karakteri adına aradım, onun zihniyle düşünmeye çalıştım. Eğer günlük tutan biri olsaydım, sanırım önemli bazı noktalarda Boratin’den farklı şeyler yazardım. Ben Boratin’i anlatırken, günümüzde egemen hale gelmekte olan yeni bir birey halini bulmaya çalıştım. Zaman kavramını yitirmiş, bugüne bağlanıp kalmış, kendi bilinci de bulanıklaşmış birey.
Boratin hafızasını kaybettiği için kendine yabancılaşıyor fakat ’kendine yabancılaşma’ modern insanın gerçek bir hafıza kaybına ihtiyaç duymadan yaşadığı bir sancı sanki. Anların içini boşaltmış modern insanı ve şehir karmaşasında kendinden uzaklaşmışları nasıl değerlendiriyorsunuz? Biz buna eğilimli nankörler miyiz yoksa böylesi kolay olduğu için tercih eden tembeller mi?
İşte bu dediğinizi kastediyorum. Bu soruları sorabilmek ve sonra bunları romanlarda, filmlerde, resimlerde farklı açılardan ele alabilmek gerek. Labirent, böyle bir çabanın anlatısı.
Kendini yeniden keşfetmek, bir bebeğin olgun bir bilinçle yeniden dünyaya gelmesi gibi. Bize Boratin’in hikâyesiyle, bugün 28 yaşında dünyaya gelsek, nereden deneyim edindiğini bilmediğimiz saf bir vicdanla doğsak, daha iyi insanlar olabileceğimizi, dünyanın daha iyi bir yer olabileceğini mi anlatmak istediniz?
Boş bilinç veya saf vicdan, insanı doğrudan iyiliğe götürür diyenler var. Buna İbn Tufeyl’in kaleme aldığı "Hay Bin Yakzan" hikâyesini örnek verebiliriz. Modern dönemde de görülen bu aşırı iyimserliğe karşı William Golding "Sineklerin Tanrısı" romanını yazarak önemli bir itirazda bulunur.
Camus’nun romanları da o yolda gider, farklı bir dokuyla. Ben insanda iki yanın, yani iyiliğin ve kötülüğün, bir arada bulunduğunu düşünüyorum. Bu durum insana ahlaki bir yük verir: İyiliğe inanıyorsak, iyilik yapmalıyız. Yani eyleme dökmeliyiz inancımızı. Yoksa, iyilik kendiliğinden gelişip üstün gelecek, demek pasif bir inanç üretir. Oysa, kötülük aktif bir edim olduğuna göre, iyiliğin de öyle olması gerekir.
Boratin’in eski yaşamında iyi biri mi kötü biri mi olduğuna dair duyduğu merak, iyilik ve kötülük kavramına dair birçok kapı aralıyor. Birini iyi ya da kötü yapan şey nedir?
Bunun farklı cevapları olabilir. Burada ansiklopedik bazı cevaplar vermek yerine bu meseleyi romanın merceğinden yansıtabilmek benim açımdan daha anlamlı. Özellikle ilk romanımda (Kuzey) bu konuya değinmeye çalıştım. Orada adları “İyi” ve “Kötü” olan iki kardeşin hikâyesini de anlattım.
Labirent'teki karakterler için tercih ettiğiniz isimler sıra dışı. Bu isimleri seçmenizin nedeni neydi?
Kendime büyülü sözler söylemek gibi bir şey. Anlamını kimsenin bilmediği, bazen benim de bilmediğim isimler yaratarak, kendi ruhuma çengel atıp romanın içlerine çekiyorum kendimi. Belki nedeni budur. Bazı isimlerin nedenini tam bilmediğimi de itiraf etmeliyim. İlk romanımdan beri böyle isimler buluyorum.
Romanlarınız bugün 35 dilde okunabiliyor ve son yıllarda edebiyat dünyasında gerçekten kıymetli ödüllere layık bulundunuz. Bunlar, sizin yazarlık motivasyonunuzu etkileyen gelişmeler mi? Edebiyat ödülleri hakkındaki tartışmalarda, siz hangi noktada duruyorsunuz?
Ödülün bana verdiği ana duygu, daha çok çalışma duygusu. Bunun dışında çok abartmak anlamlı görünmüyor bana. Masa başında oturmayı, orada bir dünya yaratıp o dünyaya inanmayı ve insanların da inanmasını ummayı seviyorum. Hikâyeye kurmaca da olsa inanırız, onun gerçek dediğimiz şu varlığın farklı bir katmanı olduğunu hissederiz, çoğu zaman farkında olmadan.