Serhan Ergin: Her insan ortak bir çaresizliği yaşar

Yazar Serhan Ergin'in ilk öykü kitabı "Ne Güzel Bir Sabah" İletişim Yayınları etiketiyle raflarda yerini aldı. Edebiyata ve yeni kitabına dair sohbet ettiğimiz Ergin, "Ben daha çok çaresizlik üzerinde duruyorum. İnsanın, istisnasız her insanın, ortak bir çaresizliği yaşadığını düşünüyorum. Mutluluk gibi, ölüm gibi en temel kavramlarda çaresiziz bir kere" dedi.

Google Haberlere Abone ol

DUVAR - Üç roman yayımladıktan sonra ilk öykü kitabı “Ne Güzel Bir Sabah” ile okur karşısına çıkan Serhan Ergin, öykülerini üç ana başlığa ayırarak anlatıyor. “Hayat Apartmanı”, “Yolların Kesiştiği Yer” ve “Yelkovanın Kuyruğu” isimli bölümlerde, tek bir olayın farklı kişiler üzerindeki etkilerine, aşkın ortak teması olduğu “İlk Kıvılcım” öykülerine ve sahil kasabasının merkezinde yer aldığı sıcak hikâyelere odaklanan yazar, okuru çaresizlik ve hayal kırıklığı ekseninde yarattığı hüzün atmosferine davet ediyor.

Üretimine Ankara’da devam eden yazarla, belirli bir kesim tarafından “Ankara Edebiyatı” olarak da nitelenen tür üzerine de kelam etme fırsatı bulduk. “…Ankara Edebiyatı dediğiniz şey aslında gelip bir merkez – taşra ikiliğinde düğümleniyor. Türkiye’de merkez İstanbul’dur. Kültür, sanat, finans, vb. Üretilen eserlerde de geçmişten bugüne bakacak olursak İstanbul’un sayısal üstünlüğü olduğu muhakkak” sözleriyle düşüncelerini açıklayan yazar, insan mekan ilişkisinin öneminin altını çiziyor: İnsan mekâna şekil veriyor ama belki daha yüksek oranda mekân insanı şekillendiriyor.

Çağdaş Türkçe Edebiyat'ta genelde edebiyat yazarları önce öykülerini, sonra romanını yayımlar. Sizde durum tersine işliyor. Üç roman yazdıktan sonra “Ne Güzel Bir Sabah” isimli ilk öykü kitabınızı yayımladınız. Yazmaya başlamadan önce türünü düşünür müsünüz, yoksa bittikten sonra mı “Bu öykü ya da roman oldu” dersiniz?

Çok büyük oranda, yazmaya başlamadan önce ne yazacağımı biliyorumdur. Planlı bir yazarımdır yani. Öyküde de romanda da metnin ana çatısını baştan çatar, ondan sonra yazmaya girişirim. Anlatmak istediğim şeyi, artık o her ne ise, bir durum, bir olay, bir duygu vesaire, öykü yoluyla mı yoksa roman yoluyla mı daha iyi anlatırım, hangisine daha uygundur diye bir planlama yaparım. Kitaba gelecek olursak, tersine işliyor diyemeyiz çünkü romanlarımı yazdığım dönemlerde hep öykü de yazıyordum aslında. Ama daha az, daha yavaş. Birer ikişer yazıla yazıla şimdi işte bir kitap oylumuna geldiler.

Kitabınızın “Hayat Apartmanı” adlı ilk bölümü, bir olayı farklı gözlerle anlatan bir dizi öyküyü konu alıyor. Bu paralel anlatış biçimi, bana kalırsa gerçekliğin odağında olduğu bir yapıyı tartışıyor. Edebiyata konu olan, günlük hayatta tasavvur ettiğimiz gerçeklik mefhumunu nasıl yorumluyorsunuz?

Günlük hayatta yaşanan her şey öykü olur mu? Bu soruyu zaman zaman soruyorum kendime. Teorik olarak, evet, olur, olması lâzım. Fakat burada dikkat edilmesi gereken bir nokta var o da öykü ile anı ayrımı. Anlatılan bir durumu ya da olayı anı olmaktan çıkarıp, öykü yapan bir nüve var. Onun olması lâzım, aksi takdirde yazdığınız şey bir yaşantı, anı, kesit olarak kalır.

Şimdi “Hayat Apartmanı”na döneyim. Orada asıl kaygım bu değildi. Orada bir olayın, kimine göre küçük bir olayın, günlük hayattaki herhangi bir karşılaşmanın, rastlantının, etraftaki ne çok şeyi etkilediğine yönelik bir öyküler dizisi Hayat Apartmanı. Yani insanların birbirine temasını, sokakta gördüğünüzün, komşunuzun, uzak akrabanızın hayatınızda nasıl yer edindiğini, ufacık bir olayın tüm bu çemberde ne kapılar açtığını, yaşantıların geçişkenliğini araştırmak, göstermek niyetiyle yazdığım öykülerdi.

'HAYAT KESİTLERİNİ YAZIYA DOĞRUDAN AKTARMAM'

İkinci bölüme ismini veren “Yolların Kesiştiği Yer” başlığı altında yer alan hikâyelerin tümü aşkın odağında olduğu olayları konu alıyor. Biçim denemelerinin de yapıldığı bu öyküleri, bir karşılaşma/tesadüf boyutuyla ele alırken, “İlk Kıvılcım”a odaklandığınız görülüyor. Karşısındakini görme, bilme ve tanımlama meselesine dair hikâyeleri yazma sürecinizde, kişisel tesadüflerinizin ne oranda etkisi oldu?

Ne Güzel Bir Sabah, Serhan Ergin, 128 syf., İletişim Yayınları, Eylül 2018.

Neredeyse hiç etkisi olmadı. Yazarken kendi deneyim ve yaşantılarını doğrudan kullanan biri değilimdir. Zaten o şekilde uzun vadeli yazılamayacağını düşünüyorum. Yani yazmak istediğiniz şeyler gündelik hayatınızda başınızdan geçmiyorsa ne yapacaksınız? Dolayısıyla, yazdıklarımın kurmaca olduğunu söylemek istiyorum. Böyle söyleyince de Serhan Ergin’in etkisi yok mu yazılanlarda diyenler çıkıyor. Elbette var. Sonuçta benim kalemim, benim birikimim, hayata bakışım, gerçekliği algılayışım, hepsi birlikte oluşturuyorlar metinlerimi. Ama hayat kesitlerini yazılanlara doğrudan aktarma işi bende pek yoktur.

“Yelkovanın Kuyruğu” isimli üçüncü bölüme geldiğimizde, öykülerinizin merkezini kentlerden sahil kasabalarına çeviriyorsunuz. Bugünün modern olarak tabir edilen insanı, hikâyesini kentlerde yaşarken, aynı hikâyeyi anlatmak için sahil kasabalarına göçüyor. Size göre anlam, yaşandığı zaman mı ortaya çıkıyor, anlatıldığı zaman mı?

Anlam ya da algı veya hissetme… Evet bunların öyle bir tarafı var. Bir durumun içindeyken, yaşarken bir ânı ona yönelik anlamı araştırmaz, tartışmazsınız. Ya da mesela mutlu olduğunuz bir anda mutluluğu hissetmezsiniz. Bunlar düşününce, sorgulayınca adı konan şeyler. Oysa yaşama sırasında doğrudan anlamlar üzerinden gidilmez. Bilmem doğru anlıyor muyum sorduğunuz soruyu ama yaşandığı zaman ortaya çıkmıyor, hayır. Ortaya çıkıyorsa bile idrak edilmiyor diyelim.

İnsan düşünürken, anlatırken, yazarken, hatırlarken kendi zihninin içinde bir kazı faaliyeti yaparak bulup çıkarıyor bütün bunları. Öte yandan sahil kasabasına gitmek gerekmiyor bunu yapmak için tabi. İşin şakası bir yana, sahil kasabalarını sevdiğim için, oraları anlatmayı sevdiğim için kullandığım mekânlar. Yoksa anlam yönünden modern şehir – kasaba ikilemi tartışması için tercih ettiğim bir şey değil.

'ANKARA EDEBİYATI KAVRAMI MÜMKÜN'

Özellikle ilk bölümde yer alan öykülerde Ankara şehrinin etkisi çokça hissediliyor. İletişim Yayınları’nın da etkisiyle bugün “Ankara Edebiyatı” ismiyle yayımlanan pek çok kitap bulunuyor. Sizin için Ankara’nın edebiyata konu olmasının sebebi nedir?

Bu sorunun çok kestirme bir yanıtı var elbette: Yaşadığım ve bildiğim şehir olması. Şüphesiz ki bildiğim yerleri yazmak önceliğim. Öte taraftan, Ankara Edebiyatı dediğiniz şey aslında gelip bir merkez – taşra ikiliğinde düğümleniyor. Türkiye’de merkez İstanbul’dur. Kültür, sanat, finans, vb. Üretilen eserlerde de geçmişten bugüne bakacak olursak İstanbul’un sayısal üstünlüğü olduğu muhakkak. Hal böyle olunca, merkez, başka yerlerde geçen hikâyelere “taşra” diye bakıyor.

Bir cümleyle özetleyecek olursak, “İstanbul dururken neden Ankara’yı yazmış ki?” türünden bir soru bu. Şimdi konuya bu yönden bakınca da “Ankara Edebiyatı” veya her neresi olursa, “Artvin Edebiyatı” da olabilir bu; taşra edebiyatına dönüşüp bir tür motif, bir süs, otantik bir tat gibi ikincil bir özelliğe indirgeniyor. Merkez böyle bakar çünkü. Ben böyle bakmıyorum. Evrenin her yeri bir sanat eserinin konusu olabilir, olmalıdır. Ve tabi yazarlar bildikleri şeyleri ve yerleri yazmalıdırlar.

İzin verirseniz bu konuda birkaç şey daha eklemek istiyorum. “Ankara Edebiyatı” diye kategorize etmeyelim dedim ama bunu yalnızca merkez-taşra bağlamında söyledim. Konunun bir başka boyutu daha var. Mekânın insanlar üzerinde çok ciddi etkisi olduğuna inanıyorum. İnsan mekâna şekil veriyor ama belki daha yüksek oranda mekân insanı şekillendiriyor. En genel geçer örnek olarak işte kuzey insanının soğuk ve kapalı, Akdeniz insanının sıcakkanlı olması gösterilebilir. İşte bu noktada, bir coğrafyanın, peyzajın veya kentin insanlar üzerinde, o insanların psikolojisi, alışkanlıkları, düşünme biçimleri üzerinde etkisi olduğunu düşünüyorum. Buradan da şuna gideceğim, Ankara Edebiyatı başlığı altında, Ankaralı yazarların eserlerinde belki bu yönden ortaklıklar, benzer noktalar bulunabilir. İşte bu açıdan da “Ankara Edebiyatı” kavramının mümkün olabileceğini düşünüyorum.

'BEN DAHA ÇOK ÇARESİZLİK ÜZERİNDE DURUYORUM'

Kitaba ismini de veren üçüncü bölümün ilk öyküsü “Ne Güzel Bir Sabah”ta, yazarın hayata ve kendine karşı sorumluluğunu tartıştığınızı düşünüyorum. Yarattığı karakterin kaçıp geri dönüşü sonrası, onu –yazarı- sorgulayışı sürecini, bir samimiyet muhasebesi olarak yorumluyorum. Yanılmadığımı düşünürsek, bir hikâyeyi yaşayanın ya da anlatanın samimiyetinde belirleyici olan mefhumu nasıl tanımlarsınız?

Anlatanın samimiyeti konusu önemli ve hassas bir konu… Bana göre yazar okuruna karşı samimi olmak ve anlattığı hikâye ve karakterler bağlamında da tarafsız olmak zorundadır. Şimdi cümleyi böyle kurunca, “Yazarın fikri olmayacak mı metinlerinde? Dünya görüşü, ideolojisi, savunduğu değerler ne olacak?” türünden sorular doğuyor farkındayım. Fakat söylemeye çalıştığım o değil. Bir metin çerçevesi içerisinde, yazar ile okur bir anlaşma yaparlar, o metinde anlatılanların metnin kendi evreni içinde gerçek olduğuna yönelik bir anlaşmadır bu. İşte sözünü ettiğim burası, yazar bu anlaşmaya gölge düşürecek bir şey yapmamalıdır.

Kurduğu o evrenin gereklerine, kendi yarattıklarının yaradılışına uygun yola devam etmelidir. Çizdiğim bu çerçevedeki bir samimiyetse mesele evet olmalıdır, hatta olmazsa olmaz. Ama diğer taraftan yazar kendisi olarak içten olmalı mıdır, yazdıklarını tüm samimiyetiyle mi anlatmalıdır derseniz, hayır derim, yazarın böyle bir yükümlülüğü olduğunu düşünmüyorum. Kendisini içtenlikle açmak durumunda değildir hiçbir yazar. Ha, toplumsal bir sorumluluk, hayata karşı bir sorumluluğu var mıdır peki? Bu da bir zorunluluk değildir bana kalırsa. Hiçbir toplumsal sorumluluk almadan iyi eserler veren yazarlar yok mu, elbette var.

Bana kalırsa kitabınızda yer alan öykülerin ortak teması; hayal kırıklığıdır. Bir hikâyeyi yaşayan, birilerinin hikâyesi olan veyahut olma ihtimali olan karakterler üzerinden, hayatın tatlı tesadüflerini de es geçmeden hüzne odaklandığınızı düşünüyorum. “Kaybeden” klişesinden bağımsız olarak soruyorum: Yenilgi, insanın kaçınılmaz sonu mudur?

Ben de “kaybeden” klişesine girmek istemiyorum açıkçası. Çünkü benim anlattığım hikâyeler o türden bir kaybetme değil. Hatta kaybetme, yenilgi değil belki de. Çünkü böyle söyleyince “yenilgi” nedir onun tanımını yapmak lâzım. Ne olunca yenilir insan? Ben daha çok çaresizlik üzerinde duruyorum. İnsanın, istisnasız her insanın, ortak bir çaresizliği yaşadığını düşünüyorum. Ölüm gibi bir son var örneğin, değiştiremediğimiz. Hayatın içinde karşılaştığımız onlarca, yüzlerce acı var, elimizde olmayan, değiştiremediğimiz. Mutluluk gibi, ölüm gibi en temel kavramlarda çaresiziz bir kere.

Bütün çabalarımız, başarı ve yenilgi hikâyelerimiz diğer daha yüzeysel konularda cereyan ediyor. İşte ben o çaresizlik meselesine takılıyorum biraz. Çaresizliğine ne olursa olsun isyan eden insan, o çaresizliği kabullenmeyi bilen ama yine de ona inanmayan insan… Nâzım diyor ya, “ölümden korktuğun hâlde ölüme inanmadığın için / yaşamak yani ağır bastığından” diye. İşte bahsettiğiniz hayal kırıklığı buradan çıkıyor. Hayaller kurar insan, planlar yapar, hep mutlu olacakmış gibi, sonsuza dek yaşayacakmış gibi fakat ansızın kesiliverir o uzun ip, yarıda kalır her şey. İnsanın trajik kaderi diyelim. Müthiş bir hayal kırıklığı.

Hazırlamayı düşündüğünüz yeni bir çalışma var mı? Yola, öyküden devam etmeyi mi düşünüyorsunuz?

Yeni bir roman yazmaya başladım. Bir başkası da tasarı aşamasında bekliyor. Öykü sanırım yine yavaş yavaş, birer ikişer, arkadan gelecek.