Faşizmin 20 yılı
“Unvansız Maktul” ismiyle müsemma bir çalışma. Yazarın, bir belgesel anlatı gibi, gerçeğe sadık kalarak kurduğu anlatım, bir romandan çok bir sinema filmini andırıyor. Sicilya aksanının ve yazarın alaycı dilinin Türkçeleştirilmesi hususunda ortaya koyduğu ince işçilikten dolayı Neyyire Gül Işık’ın da payı büyük...
DUVAR - Yapı Kredi Yayınları’ndan Andrea Camilleri imzası ile çıkan Unvansız Maktul, I. Dünya Savaşı sonrası İtalya'ya odaklanan, yaklaşık 20 yıllık bir süreyi konu alan hikâyeyi anlatıyor. “Faşizmin 20 yılı” olarak nitelenen bu süreç, savaştan yorgun argın çıkan İtalyan halkının yoksulluk ve siyasal istikrarsızlık ile boğuştuğu 1921 tarihi ile başlıyor. “Kara gömlekliler”in sokak şiddetine sıkça başvurduğu, milis cisminde hareket ettiği ve günden güne güçlenip iktidara geliş sürecinin dramaturjisini oluşturduğu hikâyede yazar, iki temel meseleyi anlatımının odağına yerleştiriyor. İlki, bir cinayet… İkincisi ise adına Musollinia denen, olmayan bir kent…
Camilleri uzun yıllar Roma Deneysel Sinema Merkezi’nde ders vermiş, kırk yılı aşkın süreyle senaryo yazarlığı, tiyatro ve televizyon filmi yönetmenliği ve aktörlük yaptıktan sonra 1978 yılı ile beraber öykü ve roman yazmaya girişmiştir. Kitaba konu alan hikâyeyi ise 2003 yılında kaleme almıştır. Neyyire Gül Işık’ın çevirisi ile okuduğumuz kitap, yazarın geçmişinden dolayı sinematografik unsurlar ile benzemiş, güçlü bir belgesel anlatı izlenimi taşıyor.
Gerçek olaylardan yola çıkarak anlatılan bu hikâyede evvela kendi belleğine yaslanan yazar, çocukluk anısından hareketle hikâyeyi anlatmaya başlıyor. Yazar 1941 yılında –çocuk denebilecek bir yaştadır- faşistlerin yaptığı bir anmaya katılır. 1921 yılında henüz lise öğrencisi olan Grattuso Calogero adlı kişinin ölümünün yirminci yılı hasebiyle yapılan bu gösteride yazar, kendini yerden yere vurup salya sümük ağlayan kişiye dikkat kesilir. İtalyan faşizmi gücünün doruğundadır. Alanda yer alan çoğu insan öfke ve nefretle haykırırken, bu kişinin höykürerek ağlamasına aklı el vermez. Çok geçmeden aynı alanda olan babası tarafından aydınlatılır: Ağlayan o şahıs, anması yapılan maktulün katilidir.
CALEGERO, İLK FAŞİST ŞEHİT
Yazar evvela, sonradan adı maktul olarak anılacak olan Calogero ile beraber üç faşistin, bölgenin namlı komünistlerinden Michele Lopardo’ya bir pusu kurup öldürmek istemesi ile başlayan olayları anlatıyor. Önceleri tekme ve yumruk ile başlayan saldırı, bir süre sonra silahların devreye sokulmasıyla devam eder. Tek başına karşı koymaya çalışan Lopardo, silahını çıkararak iki el havaya ateş eder. Ancak ikinci ateş edişinde karşı tarafta bir inleme duyulur ve biri yere doğru çökerken, diğer ikisi kaçmaya başlar. Çok geçmeden Lopardo da dahil olmak üzere tüm kent, bir faşistin komünist tarafından öldürüldüğü haberi ile çalkalanır. Mitingler düzenlenir, komünistlerin iş yerleri yağmalanır, hem sokaklar hem de iktidar, faşistlerin eline geçer. Calogero, ilk faşist şehit olarak nitelenir. Baş tacı edilir. Her yere heykelleri dikilir, adını yaşatacak –faşizmi yeniden üretecek- türlü semboller ile tüm ülkeye tanıtılır. Katil zanlısı olarak düşünülen Lopardo’nun ise amiyane tabirle söylersek hayatı kayar. Herkes katil olduğunu düşünür, karısı ve çocukları için ölümlerine değin sürecek yoksulluk ve azap günleri başlar. Ancak kazın ayağı öyle değildir.
SİCİLYA'NIN HİKÂYESİ
Yazar, yukarıda anlatılan hikâyeyi odağına alırken, yaşamının büyük çoğunluğunun geçtiği Sicilya’yı ise metnin hemen hemen her yanına serpiştirir. Çünkü anlatılan Sicilya’nın hikâyesidir. Dil ve üslup meselesini bir yana bırakıp romanın bir diğer hikâyesi olan Musolinia’ya odaklandığımızda ise yazarın beceresi direkt olarak karşımıza çıkar. Mussolini, iktidara çıktığında, bu olaylı kente gelmek için hazırlık yapar. Tabii kentin bütün faşistleri bu ziyaretten haberdar oldukları için bir sürpriz yapmak ister. Yoksullara arazi mi versek, fikrini “Mussolini için daha iyi bir şey yapmak lazım” düşüncesi ile reddeden kentin ileri gelen faşistleri, çok geçmeden Mussolinia adı verilen bir “orman-kent” kurma fikrinde ortaklaşır. Çok geçmeden, bu haber ajanslara duyurulur. Çift sütunlu bir kemerle on iki kulenin birleştirileceği devasa evlerin, bin bir renkli bahçelerin yapılacağı bu kent fikri çok beğenilir. Faşizmin, “ne emsalsiz, ne büyük bir ideoloji” olduğuna dair şişinen güruh, kendileri ile gurur duyar. Dünyada eşi benzeri olmayan bir şey yapmışlardır. Bir süre sonra Mussolini gelir ve alana bir taş bırakarak açılışı yapar. Artık kent kurulmaya hazırdır.
Aradan yıllar geçer. Neden sonra bilinmez, Mussolini’nin aklına bu kent gelir. Ziyarete gideceğim, der. Yöre halkı ve “ileri faşistler” haberi alınca tutuşur. Çünkü o günden sonra hiçbir şey yapılmamıştır. “Duce”nin koyduğu taşın üstüne bir taş bile konulmamıştır. Öylece olduğu yerde duruyordur. Fikri ortaya atan mimar bile kendini Roma’ya atmış, film işlerine bulaşmış, Sicilya’ya uğramaz olmuştur. Ona ulaşırlar. Kurtuluş, yine “filmci mimar”dan gelir. Ben oraya dekor yaptırayım, aynı gerçek gibi olur, der. Fotoğraflarını çeker göndeririz, der. “Duce” bu numarayı başlarda yese de, çok geçmeden uyanır ve böyle bir kent olmadığı ortaya çıkar.
Yazar, Mussolinia üzerinden, yani olmayan ve olmayacak olan bir yapı üzerinden, bir cinayetin olasılıksızlığını ortaya koyar. Evet, ortada bir cinayet vardır fakat bu Mussolinia gibi yapay bir gerçeklik sunar. Ortaya bir gelenek çıkarmak için kan dökülmesi gerekir fakat bu kan, “hain” dedikleri komünistler tarafından dökülmez. Hikâyenin hikmeti de burada ortaya çıkar.
“Unvansız Maktul” ismiyle müsemma bir çalışma. Yazarın, bir belgesel anlatı gibi, gerçeğe sadık kalarak kurduğu anlatım, bir romandan çok bir sinema filmini andırıyor. Sicilya aksanının ve yazarın alaycı dilinin Türkçeleştirilmesi hususunda ortaya koyduğu ince işçilikten dolayı Neyyire Gül Işık’ın payının ise büyük olduğunu düşünüyorum.