Erhan Karadağ: Muhalefete ‘had bildirmek’ yorumculuk sayılıyor
Uzun yıllarını televizyon haberciliğine adayan Erhan Karadağ ilk anı kitabı “Zamansız Hikâyeleri” okurlarıyla buluşturdu. Karadağ kitabında birbirinden farklı hikâyelerle ve anılarla dönemin tanıklığını anlatıyor.
DUVAR - "70’li yılların başında. 7 kişilik ailenin o kamyonun kasasındaki en küçük yüküydüm. Neşem, kederim, görgüm, ailem kadarsa, biraz da oralar kadar; yani anlatacağım mahalle kadar. İşsizlik filan yoktu o yıllarda, gözle görülebilen. Çalışana her yerde iş vardı. Daha okuma yazma bilmiyorken, çalışma hayatını söktüm. Elma şekerinin, 25 kuruşluk susamlı simidin ev geçindirdiğini, o gecekondu mahallesinde, Atıf Bey’de öğrendim.”…. Kitabın ilk hikâyesi Erhan Karadağ’ın kendi hikayesi, anısı ve çocukluğuyla başlıyor: Bir Gecekondunun Hatırlattıkları: Altındağ…
Karadağ Zamansız Hikâyeler kitabıyla okurun hafızasını yokluyor. Geçmişte en mutlu olan anılara bir bakın diyor; derken de kah mizah katıyor hikayelere kah hüzün, neşe… Kendi anılarından haber arkası anılara, bir gezide karşılaştığı göçmen hikayesine uzanan kitap bugüne de ayna tutuyor… 17 Kasım’da İstanbul Kitap Fuarı’nda ilk kitabını imzalayacak olan Erhan Karadağ’la bir araya geldik; hem Zamansız Hikayeleri hem de geçmişin gazeteciliğini konuştuk.
Uzun yıllar televizyon haberciliği yaptınız. Anılar ve hikâyelerle geçen bir zaman… Şimdi onları “Zamansız Hikâyeler” adı altında bir kitapla okuyucuya sunuyorsunuz. Bu yola çıkışın hikâyesi, zamanı var mı?
Zamanı gelmiş galiba ki, kitap çıktı ortaya. Aslında yazıyla ilişkim çok uzun yıllar sadece haber metni yazmaktı. Sadece haber yazan bir gazeteciydim. Haber ya da belgesel nitelikli metinler yazıyordum. 2014'ün yaz aylarında Kafa dergisi için yazı istedi Candaş Tolga, “ne yazarsan” diyerek. Haberlerin dışındaki dünyadan, doğadan yazılar yazmaya başladım. Bir ay karavanla gezmenin inceliklerini, kamp yerlerini yazdım. Bir başka ay neredeyse herkesin içinde saklı olan motosiklet aşkını… “Ömür dediğin bir gündür, o da bugündür” manasına gelen gerçek öykülerle, haberlerden uzak şeyler yazdım. Eşekten düşen Nasrettin Hoca’nın “ben zaten inecektim” dediği gibi oldu biraz ama sonra hepten haberin dışında kaldım.
Zamana tanıklığınız, ‘an’ları kaleme alışınız nasıl oldu?
Bir ara çok eski, en az 40-50 yıllık bir stüdyo gördüm TRT genel müdürlüğünün ilk radyo binasında. Radyo piyeslerinin kaydedildiği, ortasında mikrofon olan bir odacık... Gezdim, inceledim, dokundum. Çocukluğumdaki “arkası yarın”larda, radyo piyeslerinde işittiğim bütün çay kaşığı sesleri, çalı çırpı hışırtısı, pencere gıcırtısı gözümün önündeydi. Stüdyonun zemininde kedi kumundan biraz büyükçe, bir iki metre çakıl taşlı toprak zemin vardı mesela. Okul radyosunda koşuşturan çocukların ya da atların ayak sesleri oradan geliyordu demek ki… Kürsü gibi garip bir şey duruyordu orada, tahta bir merdiven ve üzerinde çiviyle eğreti tutturulmuş camı sallanan pencere. Sadece hayal dünyamızla şekillenen bir yerdir radyo öyle değil mi? Piyesteki ahşap konağın avluya inen uzun merdiveni sadece 3 basamak hâlbuki. Arka tarafını paylaşmak istedim. Yazma ihtiyacım, o stüdyoyu tasvir etme arzusu gibi, an’ları zamanları görme biçimim. Kendi hayat öykümde veya tanık olduğum dünyada, karşılaştığım insanları, zamanları kıymetlendirme duygusuyla yazıyorum.
'HÜZÜN FARK EDİLEN BİR ŞEY'
Bu hikâyeler bir yanıyla hüzünlü, bir yanıyla da neşeli… Biraz Erhan Karadağ’ın ruhunu yansıtıyor diyebilir miyiz?
Sadece fark ettiğimiz kederlerle, hüzünlendiğimiz olaylarla hatırlamıyor muyuz zaten insan olduğumuzu. Kararında bir neşe, yaşama sevinci nasıl kıymetli olabilir ki, hüzün olmasa etrafta… Neşe, mutluluk yaşanılan bir şeyse, hüzün fark edilen bir şey galiba... Dikkat istiyor, empati istiyor. Bu duygularla ister mizah yapın, ister anı, ister öykü yazın, zaten adaletli ve merhametli bir pencereden baktırıyor sizi o duygu. Zamansız Hikâyeler kitabı çıktıktan sonra farklı tepkiler, güzel eleştiriler duydum, okudum. Ama bir arkadaşın kritiğiyle fark ettim, Kitap’ta öfke yok, kin yok. “Darbecisinden, siyasetçisine her türlü olumsuz karaktere rastlıyorsunuz ama onlara karşı bile şiddet, nefret yok” demişti. Kıymetlendirilen bu tarafıyla da ruhumu yansıtıyorsa, ne güzel… Ama öykülerin hepsi pembe öykü değil. Eleştiri, itiraz, altı çizilen haksızlıklar; şu hayatta karşılaşabileceğiniz birçok şey var kitapta.
Elbette her şeyi yazamam, bütün anılar yazılacak diyemeyiz, bazılarının yaşanması kâfi. “Zamansız Hikâyeler” bir belgesel çalışması değil, biyografi değil. Çok uzun zamandır küçük küçük notlar tutuyordum. Yazmaktan, hatırlamaktan keyif aldığım anıları ya da dertlendiğim öyküleri çıkarıp parlattım diyeyim.
Özellikle sizin gazeteciliğe başlama öykünüz ilk sırada; kendi hikâyenize dokunmak o günlere gitmek nasıl bir duygu?
Eski şarkıları, eski filmleri sevmek gibi. Hani dünya kirlendi, eskiden ne kadar güzeldi filan diyoruz ya; aslında biz kirleniyoruz; öğrendikçe, güçlendikçe, hayatla bağımız, dostlukla, doğayla ilişkimiz azalıyor. Boğaz’ın eski halini filmlerde görmek gibi görüyoruz çocukluğumuzu. Hikâyenin en başı, galiba en masum kaldığımız yer olduğu için o günleri ziyaret etmek keyifli. Hatta o günlerden gururla söz etmek, geçen yılı anlatmaktan, geçen haftaki bir olayı tarif etmekten daha kolay.
Pek çoğu tanıklıklarınız, yaşadıklarınız, haberin arka penceresi biraz da… Her bir hikâyenin zamanı yok. Bugünden bakınca bu zamansızlığı nasıl değerlendiriyorsunuz?
Şöyle diyeyim o zaman, önce bu zamansızlık meselesini açalım. Aslında geniş bir zamanı anlatıyoruz değil mi. Her dönemin birbirine benzeyen yanları, olayları birbirini çağrıştırıyor. İçinde insan olan öykü, hangi zaman diliminde yaşanırsa yaşansın aynı öykü oluyor. Aynı öykü oluyor ama okuyan, çağına göre, görgüsüne, yaşına göre istediği gibi anlıyor; kendi evreniyle yorumluyor. İşte bu dönemin orta yaşı başka bir cins gibi farklı, başka bir dünyalı gibi zamansız… Çocukluğumda Uzay Yolu diye bir dizi vardı. Kolundaki saatle konuşup, telefon gibi kullanıyordu mesela Kaptan Kirk. Mr Spock yaklaşınca kapı otomatik açılıyordu. Yok, daha neler diye izliyorduk dehşetle. Bir çağ dönümünü adım adım yaşadık, dakika dakika izledik.
Teknolojinin, dünyayı ve insanı evire çevire değiştirdiği, 50 yıl önce hayal edemeyeceğimiz, 50 yıl sonra anlayamayacağımız bir değişimin parçasıydık, izleyicisiydik, kendisiydik. Özetle biz daktiloya da şaşırdık, sanal klavyeye de. Bizim kuşak için guguklu saat de mekanik dehaydı, üç boyutlu yazıcı da.
Yıllarınız televizyon haberciliğiyle geçti. 'Gazetecilik' yapılan zamanlardan geldiniz. Peki, şimdiyi sorsam?
Bugün gazetecilik yapmak kolay değil. Merkez medya dışında birkaç iyi mecra, bir iki platformda iyi insanlar haber yapmaya, doğruları aktarmaya devam ediyor. Sesler, haberler, o hayati bilgi kırıntıları elden ele, kulaktan kulağa dolaşıyor da öyle haber alıyoruz çoğu zaman. Zamansız Hikâyeler’in 20-30 yıl sonra bir benzeri yazılacak olsa, bugünü anlatan;“Twitter’a bir şey yazdığı için işten atıldı” , “Akademisyenlerin görevi o dönem güçlüyü haklı çıkaracak teoriler üretmekti” , “Soru soran gazeteciyi salondan çıkardılar” gibi insan öyküleri olurdu galiba.
'TÜRKİYE HİKAYESİ...'
Kitaptaki hikâyeler bir dönemi de anlatıyor. En azından hayal edebiliyoruz. Çağına tanıklık diyelim…
“Zamansız Hikâyeler” iyi-kötü, tam olmasa da bir Türkiye hikâyesi, öyküler haberler, hepsi gerçek. Yaşadıklarımı yazdım nihayet. Ama bugün hangi gazeteyi açarsanız açın, haberlerini gerçek sayın, az ya da çok gerçek sayın; oynanmış gerçek. O oynanmış gerçeklikte insan öyküsü yazmak da zor. Gazetecilik miş gibi yapılıyor, varmış gibi, soruyor muş gibi, ortaya çıkarıyor gibi. Gerçek gazeteciliği, bağımsız bağlantısız birkaç arkadaşla, patronsuz haberciler yapıyor. Türkiye niçin renklerini solduruyor, anlayamıyorum.
Kitapta çok renkli hikâyeler var, siyaseti bile renkli bir dille anlatıyorsunuz. Bugün anlatmanız pek mümkün değil gibi...
Soru sorulabiliyordu, hatta soru sorarak her düzeyde siyasetçi köşeye sıkıştırılabiliyordu. Şeffaf olmayanın, soru cevaplamayanın adı gizledikleriyle, sakladıklarıyla geçiyordu haberde. Başbakanların, bakanların yaptığı bir gaf-şaşkınlık, hata, döndüre döndüre yayınlanabiliyordu. Şimdi, hele de iktidar mensubu bir siyasetçinin ayağı tökezlesin, kameraman daha ofise dönmeden, danışmanından haber merkezine telefon gidiyor, “o görüntüyü kullanmayın” diye… Buradan nasıl bir dil, haber, kendisini okutturacak heyecanlı bir üslup çıkaracaksınız. Şu oldu, bu oldu, şunu sakladılar, biz ortaya çıkardık diyen kaç gazeteci kaldı. İktidarın gücünü kuşanıp ahkâm kesmek artık gazetecilik sayılıyor. Gerçeği, haksızlığı, usulsüzlüğü ortaya koymak değil; muhalefete ‘had bildirmek’ yorumculuk sayılıyor.
Aslında hayatın her alanında yaşanmaya başladı sözünü ettiğiniz durum. Bırakın renkli siyaset dilini, hayatın rengi de yok…
Tik tip siyaset, tek tip sanat, tek tip gazetecilik, tek tip insan… Kolay yönetebilmek için arzu ediliyor belki bu sıradanlık ama ülkede yaşayan herkese büyük haksızlık. Ya osun ya busun, o değilsen busun denmesi herkesi bir kampa kapattı. Ben morum, yeşilim diye bağırmıyor kimse. Rengimizi gizler olduk. Çeşit çeşit yemeği, dansı müziği, farklı farklı giysisi, şivesi, işvesi olan bir ülke burası. İklimi, dağları, denizleriyle, bambaşka insani özellikleri kardeş yapan, aynı toplumun parçası yapan Türkiye niçin renklerini solduruyor anlayamıyorum. Karnaval gibi ülke, her kafadan bir ses çıkmasın diye grileştiriliyor. İşte bu grileşmeye direnmek, karşı çıkmak için çok önemli kültür sanat. Mizaha, sinemaya, tiyatroya, doğaya, hayatımıza, renkleri parlatarak sahip çıkacağız; renkleri fark ederek.