Sultanın 16'ncı yüzyıldaki casusları
Doç. Dr. Emrah Safa Gürkan tarafından kaleme alınan "Sultanın Casusları 16. Yüzyılda İstihbarat, Sabotaj ve Rüşvet Ağları" Kronik Kitap etiketiyle yayımlandı. 16. yy'daki casusluk faaliyetlerini belgelerle ele alan kitabın yazarı Gürkan ile, döneme, kitaba ve casusluğun tarihine dair sohbet ettik.
DUVAR - Büyük savaşların başlamasının işareti casusluk faaliyetinin artması olarak görülür. Bugünler de de casuslar çeşitli vesileler ile gündemimize giriyor. Casus suçlaması bazen muhalifleri yıpratmak için kullanılır. İstanbul’un göbeğinde bir konsolosluk binasında bir gazeteci öldürülüyor. Bazen kamuoyuna yansıyan çeşitli muhalif kişilerin Türkiye’nin çeşitli yerlerinde öldürüldüğüne ya da ortadan kaybolduğuna tanık oluyoruz.
Doç. Dr. Emrah Safa Gürkan Osmanlı’da özellikle 16.yy’da istihbarat örgütlenmelerini araştırmış bir tarihçi. Onunla geçmişte bu topraklardaki istihbarat faaliyetlerini ve kimlerin kullanıldığını konuştuk.
Casusluk dünyanın en eski mesleği.. Son günlerde de Orta Doğu'daki bildiğiniz gelişmelerden dolayı ülkemizde de yoğun bir şekilde bu faaliyetleri tartışıyoruz. Ben sizin araştırmanızı okurken, şu duyguya kapıldım. Hiç tahmin etmediğimiz bir şekilde 16.yy neredeyse soğuk savaş dönem, casuslar savaşı kadar renkli maceracı bir dönemmiş. Neden casuslar ve 16.yy’ı araştırmaya karar verdiniz?
Aslında konuyu seçerek başlamadım. Araştırma yaparken kullanabileceğiniz bir kaynak üzerinden konu üretmelisiniz. Bizim tarihçilerimizde dil ve paliografi yönünden bir eksiklik olduğu için konuyu seçerken kaynaklara göre seçersiniz. Ben bu yüksek lisans çalışmalarım sırasında birçok dil bildiğim için önce İtalya’ya sonra Fransa’ya arşivlere gittim. İlk çalıştığım konu korsanlıktı. Bu çalışmalar sırasında arşivlere bakarken bir çok değişik konuyla da karşılaşıyorsunuz. ABD’de George Town Üniversitesi’nde çalışırken çok fazla casusluk ile ilişkili belgeye rastladım.Hiç çalışılmamış bir konuydu. Burada tabi 16.yy ya da 17.yy olmasının bir önemi yok. Profesyonel bir diplomatlık ya da bir memuriyet anlayışının çıktığı 19.yy öncesindeki bütün istihbarat servislerinde benzer şeyler görülecektir.
Modernite öncesinde bir profesyonellik yok. Bu da şundan dolayı, siz alıp ajan eğitmiyorsunuz. İstihbarat servislerinde uzmanlık Birinci Dünya Savaşı hatta İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra çıkmıştır. Dolayısıyla bu dönemde karşınıza çıkan şey biraz alaylı bir durum. 16.yy’ın şöyle bir önemi var; iki imparatorluk birbirleri ile savaşmışlar bunu belgelemişler ve belgeyi tutmuşlar. Daha sonraki yüzyıllarda bu kadar belge olmayabiliyor. Bir de korsanlığın da yükselişte olduğu bir dönemdi. Benzer çalışmalar sonraki yüzyıllar içinde yapılabilir. Çünkü İspanyolcası, Fransızcası, Katalancası, İtalyancası bir arşiv belgesi olarak vardı. Bir kısmı da ikincil kaynaktı. Yani benim gibi o dillerde kitap yazmış insanların eserlerini kullanarak bir eser vücuda getirmeye çalıştım.
Burada önemli olan sizin bildiğiniz diller, bu seyahatleri yapabilmiş olmanız ve o arşivlerin açık olması. Tarihçi biraz kaynağının kölesidir. Bir arşiv vardır ama açık değilse o dili bilmenizin de bir önemi yok. Size kaynağı vermiyorlarsa yapabileceğiniz bir şey yok. Biraz kaynaktan gittim.
Benim dikkatimi çeken şeylerden birisi de, bu dönemde büyük imparatorlukların olması. Başta Osmanlılar, Habsburglar, Safeviler ve bunlara bağlı beylikler var. Fakat kurumsal bir yapı olmadığı için, örneğin Osmanlı içinde beyler, paşalar ve etkin kişilerinde ayrı, birazda kendi çıkarlarına göre oluşturduğu bir istihbarat çalışması var.
Tabii kurumsal rasyonel anlamda bir bürokrasi olmadığı için, yani devletin okullarında okuyan daha sonra devlette göreve başlayan devlete sadakat borcu olan memur, askerden oluşan bir kavram olmadığı için, kapı halkı dediğimiz devlette pozisyon alan vezirin adamı, yani kapı halkı ile devletin adamları, iç içe geçmiştir. Yeri geldiğinde vezirin adamı olan Feridun Ahmet Paşa, Sokullu Mehmet Paşa’nın hem katibidir hem de devletin nişancısıdır.
Bugün bir siyasal parti nasıl kadrolaşıyor, vezir de iktidara geçince kapı halkı dediğimiz kendi adamlarını iktidara getiriyor. Bu casuslar için daha fazla geçerli. Bir tek bu işle uğraşmıyorlar. Kendi mesleklerinden dolayı mobil olan insanlar. Bunlar tüccar olabilir, hacı olabilir, din adamı olabilir. Rahat gezen insanlar. Ve değişik kültürlere alışık. Oralarda rahat kontaklar kurabilen insanlar. Tüccarsınız bir malı alıp bir başka yerde satıyorsunuz.Tabii bilgiyi de aktarıyorsunuz. Napoli’den gelen bir tüccarsınız, ya da buralardan gelip manastırda yaşayan bir din adamıysanız, geri döndüğünüzde yetkililere "Madrid’de şu oldu, İstanbul’da şu oluyor" diye bir çıkar karşılığı paylaşıyorsunuz. Bu maddi bir çıkar da olmayabilir.Bazen imtiyazlar oluyor. Mesela at ithal etme imtiyazı gibi.
Peki bu casusların genel hedefleri nelerdir? Yani o dönemde şehir surları, kaleler var.
Tabii kalelerin durumu, şehir surlarının kalınlığı, öncelikle ulaşılabilen hedefler var. Mesela Habsburglar İstanbul’da şunu merak eder: Tersane de ne gibi bir hazırlık var? Yani tersanede inşa edilen gemi sayısı nereye saldırılacağını da gösterir. İki yüz geminin inşası varsa bir yere büyük bir sefer yapılacak. Yirmi- otuz gemi varsa demek ki sadece kıyılar kontrol edilecek. Bunların dışında casuslar bazen birine suikast yapmak, bir kalenin içinden taraftarlar bulup kaleyi içeriden fethetmek gibi projeler ile de geliyorlar. Bunlar başarılı da olabilir. Bu projeler daha yağlı, para kazandırabilecek projelerdir. Ama bunların sayısı daha azdır ve başarılı olma ihtimalleri daha düşük olduğu için rağbet görmezler.
Peki, bu casuslara nasıl ulaşılıyor. Hangi meslekler öne çıkıyor?
Öncelikle mobil olmanız lazım. Bu yüzden tüccarlar öne çıkıyor. Tercümanlar özellikle muhbir olarak kullanılıyor. Çünkü iki dil arasında konuşmaları yazışmaları tercümanlar yapıyorlar. Kadınlar hemen hemen hiç yok. Haremlerde kadınlar bilgi sızdırmak için kullanılıyor. İngiltere’de falan kadın casus olduğunu biliyoruz. Ancak Osmanlı örneğinde imparatorlukta çalışan yabancı casuslar arasında kadın casus örneğine hiç rastlamıyoruz.
Hacılardan ve rahatça dolaşan din adamlarından var. Osmanlılar Selanik patriğini Trier konsülüne, yani o zamanlar en önemli Katolik konsüllerinden birine yolluyorlar. Oraya katılımcı gibi gidiyor ama Osmanlılar için casusluk yapıyor. Çünkü din adamları manastırdan manastıra yolculuk yapabiliyorlar. Hristiyan bir din adamı olarak Batı dünyasında rahatlıkla yolculuk yapabiliyorlar. Yine Osmanlı topraklarında da bir keşiş bir manastırdan diğerine yolculuk edebiliyor. Onlarda böyle din adamlarını kullanıyorlar.
Paralı askerlerin özellikle sınır boylarında bunu yapabildiklerini biliyoruz. Korsanlar arasında çok casus var. Korsanlar "tarassut" dediğimiz kıyılarda hızlı gemileri ile gözetleme faaliyeti yapıyorlar. Sınır boylarında karşılıklı yolculuk eden insanlar var. Onlardan bilgi toplanıyor.
Tabii yolculuk etmenin zor olduğu bir dönemden bahsediyoruz değil mi?
Tabii bir şehirden bir şehre gitmek için bile belge gerekiyor. Yani Konya’dan Kayseri’ye geldiğinde "Niye geldin?" diye soruyorlar. Şehirleri bırakın geceleri mahalleler arasında bile kapılar var. O kapılar belirli bir saatten sonra kapanıyor. Yani turizmin olduğu insanların bir yerden bir yere rahatça gidebildiği bir dönem değil.
Ayrıca her imparatorluğun içinde çok hoşnutsuz bir kesim var. Bunlarda zaman zaman istihbarat anlamında kullanılıyor mu? Mesela İspanya’dan kovulan Müslümanlar var. Onlar bir dönem Osmanlı’ya çalışıyorlar.
Tabii mesela Osmanlı Yahudileri kullanıyor. Napoli’deki Yahudiler Osmanlı’ya çalışıyorlar. Her zaman dini de olmuyor. Mesela İspanya’dan kovulan Müslümanları biz kullanıyoruz. Ama Napoli’deki muhalifleri de kullanıyoruz. Napoli’deki muhalifler dini muhalif değil.
Napoli’deki muhalifler İspanyol aristokrasisine karşı Osmanlılar ile ittifak halinde. Dini ya da siyasi bir farklılıkla da muhalif olunuyor. Osmanlılar bu muhalifleri kullanıyorlar. Bugün de istihbarat örgütleri içeride bulunan muhalifleri kullanıyor. Sadece istihbarat amacı ile de değil. Farklı amaçlar için de kullanıyorlar.
Kitabınızda 1569’da İstanbul’daki Habsburg ajanlarının sayısını 112 olarak veriyorsunuz. Çok yüksek bir sayı değil mi?
Çok yüksek bir sayı. Tabi Habsburglar yüz on ikisi ile birlikte görüşmüyor. Habsburgların çok paniklediği bir dönem. Buradaki müctedi; yani din değiştirmiş insanlar, özellikle tersanede çalışan birtakım İtalyan ve İspanyol müctediler Habsburglara yaklaşıyor. Bunlar Habsburglardan para aldıkları için kendi rakamlarını yüz on iki olarak telaffuz ediyorlar. Belki o kadar değildir ama yine de yüksek sayılarda. Tabii her zaman para almıyorlar. Fakat aldıkları paralar da az paralar değil. Bunların başındaki adam yirmi bin akçe alıyor. Ki bu o dönem bir zeamet demektir. Yani iki tane mektup yazıp İspanya’ya yolladığınız için iyi paralar bunlar.
İstanbul’daki elçilikler istihbarat merkezi olarak çok önemli. Osmanlı’da buna karşı sürekli ciddi önlemler alıyor ve engellemeye çalışıyor. Ne gibi karşı faaliyet var bu elçiliklere karşı?
Dışarı mektup atmasınlar diye elçiliğin pencereleri duvarla dahi örülüyor. Kapıya gireni çıkanı arayan yeniçeri koyuyorlar. Ama yine de çıkarıyor. Elçinin hekiminin çizmesine gizli bölme yaptırıp çıkartıyorlar. Kiliseler buluşma yerleri olarak çok ideal. Osmanlılar kiliselere çok karışmıyorlar. Buralarda mektuplar alınıyor. Casuslar buralarda buluşuyor, aralarında parolalar var. Bu parolayı söyleyince birbirlerini tanıyorlar.
Ama Osmanlı diğer devletlere elçi göndermiyor. Bu sanırım kendini dünyanın merkezine koyan bir yaklaşım. Elçi göndermeyi küçüklük olarak mı görüyor?
Tabii elçi gönderdiysen sen benden aşağıdasın. Bu Bizanslılarda da var. Bugünkü politik ilişkiler gibi düşünmeyelim. Bu devletler kendilerinin esas devlet olduğunu düşünüyorlar. Dünyada tek bir devlet var. Aynı Roma’nın kendisini en büyük görmesi gibi "cihanşümul imparatorluk" anlayışı var. Bu Çin’de falan da var. Osmanlı’ya göre dünya sadece Osmanlı İmparatorluğu'ndan oluşuyor. Kendi içinde üretim yapıyor, kendi hukuk anlayışı var, kendi parası var. Zaten imparatorluğun içindeki beylerbeylikler ya da haraçgüzar devletler dediğimiz "Eflak, Boğdan, Kırım" gibi devletler, İstanbul’a bir kapı kethüdası yolluyorlar. Yani onların da burada elçiliği var.
Beylerbeylerinin de burada bir elçisi var. Onun burada işlerini takip eden kethüdası var. Elçiyi de öyle görüyor. "Dünyanın her yerinden elçiler bana geliyor çünkü ben imparatorum". Bu Roma İmparatorluğu’nda da bizde de böyledir. Elçilik kurumu da farklı. İlk elçiler maaş falan almıyor. Onların buradaki ticaret kolonisinin başındaki adama elçi diyorlar. Fransız elçisinin maaşını bir Marsilyalı tüccar ödüyor. İngiliz elçisinin maaşını bir başka tüccar ödüyor. Bizim o ülkelerde böyle bir varlığımız olmadığı için gerek duyulmuyor. O ülkelere birini yolladığımız zaman onun maaşını kim verecek? Orada kiminle ilişki kuracak?
Sadece gururla alakalı değil. Burası daha merkez orası daha taşra kalıyor. Nasıl şu anda biz ABD’de lobi yapmak için şirket tutuyoruz; ama ABD’den kimse burada lobi yapmak için şirket tutmuyor. Çünkü orası merkez şu anda. İstanbul’unda ticari bir merkez olma özelliği var.
Sanırım bu devletler arasında Venedik’in ayrı bir özelliği var. Zaman zaman Osmanlı’ya yanaşıyor. Habsburgları idare ediyor. Fetihçi bir özelliği yok ama istihbarata çok önem veriyor.
Evet. Çünkü Venedik Doğu mallarının toplandığı ve bütün Avrupa’ya yayıldığı bir merkez, bir antrepo. Bunun için Doğu'dan mal çekmeniz lazım. Osmanlıları kızdırdığı zaman bütün doğuda problem yaşayacak. Ama bir başka durum daha var. Katolik bir dünyada yaşıyor. Bir yanıyla da o dünyaya karşı "bunlar Müslümanların içimizdeki beşinci kolu" izlenimini vermemesi gerekiyor. Onun için arada derede bir konumdalar. Venedikliler toprak kazanmıyor. Ticaret yapmaları gerekiyor. Doğu'dan mal çekmesi askeri değil diplomasi ve finans gücüne dayanıyor. Venedikliler buradaki paşalar ile de iş tutuyorlar. Venedik’in bir avantajı var: Venedik bir cumhuriyet, dolayısı ile kurumsal bir yapısı var.
İki bin Venedikli ailenin seçtiği, iki yüz kişilik bir senato onun üstünde kırk kişilik onun üstünde on kişilik bir konsey var. Onların yanında gizli servisten sorumlu üç kişilik bir yapı daha var. Dolayısıyla kurumlar bireylerden ayrışmış. Yani modern bir devlet gibi. Bir parlamento gibi ve kurumları var. Bir kral yok.
Mesela istihbarata bakan üç kişi var onlara "engizitor" deniyor. Bu insanlar yılda bir değişiyor. Ama altındaki yapı kurumsal olarak devam ediyor. Çeşitli ülkelerde ticaret ile uğraşan kolonileri var. Zaten ticaret biliyorsunuz gazetenin de ilk başlangıcıdır. Ticaret kolonilerindeki tüccarlar bilgileri topluyorlar sonra da para ile millete satmaya başlamışlar. Gazete öyle çıkmıştır.
Tabii bilgi bugün anladığımız anlamda değil. Bilgiyi anlık aldığımız bugünle o dönem çok farklı. Osmanlı bir imparatorun ölümünü olabildiğince erken haber almak sanırım o dönemlerde çok önemliydi.
Elbette. Yani iç savaş mı çıkacak? Yrine kim geçecek? Ya da İstanbul’da veba var. Oraya gemi yollar mısınız? Veba var siz oraya lüks meta yolluyorsunuz. Veba varsa zengin şehirden kaçacak. Ticaret zaten durur. Ya da Lizbon’a karabiber götüren iki tane gemi batmış. Karabiber fiyatları fırlayacak. Yani bugünkü gibi…
Yine 16. yy’da Osmanlı İmparatorluğu’nda Yasef Nassi çok ilgimi çekti. Bir ticaret adamı ama çok etkin.Kendi istihbaratı var. Siyasal bir kişiliği olmayan biri nasıl imparatorlukta böyle bir güce ulaşıyor?
Aslında bugünkü gibi. Ticaret yapıyorsunuz. Elinizde büyük bir finans gücünüz var. Ama bu parayı siyasal ilişkilerinizi kullanarak koruyabiliyorsunuz. Yani hukuksal düzenlemeler çok fazla yok. Bir Yahudi olarak İspanya’dan kovulmuşsunuz, İtalya’dan kovulmuşsunuz buraya gelmişsiniz. Avrupa’nın her yerinde ticari ilişkileriniz var. Parayla böyle bir ilişkiniz varsa saraya bir takım hizmetlerde bulunmanız gerekiyor. Mesela bir vezire deniyor ki "Küçükçekmece’nin vergi gelirlerini topla". Ama vezir bütün işlerini nakitle yapıyor. Vergiler bir yıl sonra toplanıyor. Ne yapıyor, bunu ihale ediyor. Bir mültezime gidiyor. O da ona para veriyor. Bu işleri yapanlar Yahudiler.
Ya da Galata’da Karadeniz’e giden gemilerin vergilerini toplayacak biri lazım. Banka olmadığı için bu parayı Yahudi bankerler sağlıyor. Bunların sağlayacağı bir başka hizmette bilgi. Çünkü Avrupa’nın her yerinden bilgi alıyorlar. Bu haberleri de sultanla paylaşıyorlar. Avrupa’nın her yerinde Yahudi cemaatleri olduğu için adamları her yere gidip gelebiliyor. Tabii bu haberleri zaman zaman kendi çıkarları için manipüle etmekten çekinmiyorlar. Modern dönemlerde bile böyle. Mesela İkinci Dünya Savaşı öncesinde değişik Fransız istihbaratları, birbirinin önünü kesecek yanlış istihbaratları getirirlerdi.
Peki bu casuslar bilgiyi taşırken ya da elde ederken ne gibi araçlar kullanırlardı?
Çok fazla araçları yoktu aslında. Bunlardan birisi görünmez mürekkeple yazı yazmak. Bu soğan suyu, idrar, limon suyu olabilir. Bunlarla yazıyorsunuz ateşe tuttuğunuz zaman kırmızı bir yazı ortaya çıkıyor. Ben bu belgeleri çok gördüm. Çok okunmaz bir yazı ortaya çıkıyor. Ama bir şekilde okuyorlar. Mesela İstanbul’dan Madrid’e mektup yazmak için bir sebebi olan birisi, diyelim bir esir. Ailesine demiş ki “Ben burada esirim. Yüz düka yollarsanız beni bırakacaklar” öyle bir mektup yazıyorlar. Onun arkasına gizli mürekkeple yazılıyor. Mektubun alıcı kısmına "suorando" diye yazılıyor. Onu görünce anlıyorlar ki bu casustan gelen bir mektup. Onu hemen ısıtıyorlar yazıyı okuyorlar. Tabii yazılan yazı da şifre ile yazılıyor. Elçiler falan daha kompleks şifreler kullanıyorlar. Bu şifreler altı ayda bir değiştiriliyor. Karşı taraf bu şifreleri kırmak için uğraşıyor. İki casus karşılaştığında birbirlerini tanımak için bazı işaretler kullanıyorlar. Mesela kulağına dokunuyor. Ya da kilisede buluşan iki casustan biri diğerine “Pera bahçelerini budayan bahçıvan sen misin?” diyor. Böylece birbirlerini tanıyorlar. Onların dışında mektupları saklamak için ayakkabıların içine yapılan özel bölmeler falan var.
Sanırım çift taraflı çalışma o dönemde daha çok görülüyor.
Bir, iki, üç tarafa çalışma dahi var. Yani Venedikliler'den, İspanyollar ile ilgili bir bilgi alıyorsunuz. Onu İspanyollara veriyorsunuz. Bunu ayrıca Osmanlılara da vermemeniz için bir neden yok. Bir örnekte İstanbul’da ele geçen bir casus var. İngiliz casusu olarak yakalanıyor. Adam 'Fransızlara çalıştığını' söylüyor. Fakat adamı içeriden Venedik Büyükelçisi çıkartıyor. Demek ki onlara da çalışıyormuş. Bunlar aidiyet hisseden değil elindeki bilgiyi elinden geldiğince paraya çevirmek isteyen insanlar.
Belki Amin Maloof’un romanlarında görülebilecek çok maceracı kişilikler var. Bir asilzadenin oğlu Osmanlı sarayından Avrupa saraylarına kadar her yerde boy gösteriyor.
Maceracı aileler de var. Zaten dönemin şartları gereği bir yerden bir yere insanlar çok maceracı değilse yolculuk etmiyorlar. Yolda korsanlar var, haydutlar, hastalık var. Yolculuk çok pahalı. Toplumun yüzde doksan sekizi köylerde yaşıyor. Tüccarlar zaten maceracı. Mesela İyonya Adaları dediğimiz adalarda, Habsburg istihbaratını sadece bir aile sağlıyor. Çok enteresan aileler ortaya çıkıyor. Brutti ve Brunni diye akraba iki aile var. Bunlar amca oğulları. Bunlardan bir tanesi Venedik elçiliğinde tercüman iken daha sonra Osmanlı sarayında önemli bir yere geliyor. Oradan da Eflak’a gidip Eflak’ın ikinci adamı olacak. Bu aileden birisi geldikleri Arnavut şehrine başpiskopos oluyor. Bir başkası Cizvit papazı olmuş. Bir başkası paralı asker olmuş önce Fransa’da sonra Hollanda’da Katolik papa için savaşıyor. Bir başkası papalık kadırgalarında komutan oluyor. Ailenin networküne bakıyorsunuz muazzam bir network.
Ya da Cağaloğlu’na ismini veren "Cigalazade Ailesi". Baba korsan. Cigalazede Sinan Paşa’nın babası Cenovalı bir korsan. Annesi Hersek Nova dizdarının kızı. Hristiyanken Müslümanlığı seçmiş sonra korsanlar yakalamış. Sonra bir korsanla evleniyor tekrar Hristiyan olup ondan çocukları oluyor. Sonra o çocuklardan bir tanesi de Osmanlılar'ın eline geçiyor. On yedi yaşında yakalanıyor. İşi biliyor diye saraya alınıyor. Oradan Osmanlı adına korsanlık yapıp Kaptan-ı Deryalık yapıyor. Gidiyor filosu ile Cenova’ya demir atıyor. Ailesini ziyaret ediyor. Bu bizim bildiğimiz gazaya, televizyonda gördüğümüz şeylerin neresine oturuyor?
Benzer bir öykü sanırım Kılıç Ali Paşa’nında var?
Tabii bunu korsanlar kaçırıyor. Müslümanlar kaçırınca ünlü bir korsan olacak, sonra gelecek Kaptan-ı Derya olacak. Burada camisi var. Hatta İtalyanlar bu paşadan dolayı Kasımpaşa’ya yerleşiyor. Kasımpaşa’nın bir diğer adı "Nova Calabria" yani yeni Calabria… Çünkü paşa Calabriyalı. Calabriyalı mülteciler kuruyor. Zaten paşanın İtalya Calabria’da heykeli var. Uluç Ali Paşa, Kılıç Ali Paşa oluyor. Uluç mühtedi demek. Kötü bir anlamı var. O yüzden değiştiriyorlar. Mühtedi din değiştiren demek. Aslında hidayete eren demek. Siz şimdi Müslümansınız, Hristiyan olursanız mürted olursunuz. Ama karşı taraftan Müslüman olursanız Mühtedi olursunuz. Yani hidayete erersiniz.
Peki yakalanan casuslar için bir kurtarma operasyonu ya da geriye alma çabası var mı?
Bir iki yerde var. Venedik’de yakalanan bir Osmanlı casusu var. Sokullu bu casusu kurtarmak için çok uğraşıyor. Venedikliler vermemek için şöyle bir savunma yapıyorlar; “Bu savaş zamanı değil barış zamanı yakalandığı için vermek zorunda değiliz”. Bakıyorlar ki Sokullu vazgeçmeyecek hapiste zehirliyorlar. Sonra öldüğünü söylüyorlar. Bazen kurtarmaya çalışıyorlar. Osmanlılar Venedik elçisinin papazını casus diye yakalıyor. Elçi rüşvet vererek kurtarıyor. Ama zaten yaşlı bir adam, çıktıktan kısa bir süre sonra ölüyor.
Karşı taraftan insanlarda casus olarak devşiriliyor mu?
Evet. Venedik elçiliğinde çalışan bir eşcinsel var. Elçi bunu elçilikte çalışan bir çocukla yakalıyor. Cezalandırıyor. O da kaçıp Osmanlılara sığınıyor. Müslüman olacağını, elçilikteki gizli belgelerin yerini göstereceğini söylüyor. Osmanlılar elçiliği basıp gizli belgelere el koyuyorlar. Şifre çözen biri değil. Ama nasıl şifre çözüldüğünü izleyip öğrenmiş. Bu şifreleri çözmeye başlıyor. Fakat yazışmalarda Safiye Sultan’ın yazdıkları falan da bulununca iş örtbas ediliyor.