Her kadın anne olmak zorunda mı?
Sibel Ateş Yengin’in, Everest Yayınları etiketiyle okurlarla buluşan ilk kitabı “Bu Evde Kimse Yaşamıyor”, aile olmaya zorlanan, ‘yaşayamayan’, var olamayan kadınları anlatıyor. Kitaptaki on dört öykü de, "Anne kutsaldır" gibi tartışmaya neredeyse kapalı bir olguyu, üzerine giderek köşe bucak kıstırıyor. Bir kadına istediği aslında bu olmasa da, anne olmak dayatılırken iki yüzlü toplum, anne olduktan sonra kadının önüne yalnızca "şefkatli", "fedakar", "sevgi dolu" gibi sıfatlar yakıştırabiliyor...
DUVAR - Yaşamaya çalışırken, 'şey'lerin başımıza gelmesinin ya da 'şey'leri deneyimlememizin bir zamanı var. Eş zamanlı olarak, bir başkasıyla aynı sorunlarla baş etmek, aynı karanlıklarla yüzleşmek, aynı olaylara, aynı hisleri besleyip; aynı tepkileri vermek zor. Hani başımıza geleni heyecanlı heyecanlı anlatırken, herkes de bizim gibi yükselsin, bizimle aynı şeyleri hissetsin, bize hak versin isteriz ya; o öyle olmuyor işte pek. Hepimizin, biricik, tek, kendine ait yaşamlarında, zorlukları da, keyifleri de, acıları da deneyimlemek için zamanları bambaşka.
Bu zamanlamada birbirinden bağımsız şeyler başımıza gelmeye devam ederken, arka planda sanki hiç susmayan bir radyo açık. Karaktersiz ve değişken ve dengesiz bir radyo kanalı bu: Bazen dinleyeni gerim gerim geren bir konçerto çalıyor, bazen dümdüz siren sesi. En sevdiğiniz şarkıya da denk gelebilirsiniz, kuş seslerine de. Radyo biz, hepimiz, birilerinin çocukları oldukça, çalmaya devam ediyor. Bir kere, birinin çocuğu olmuş herkesin ortak düğümü için zamanla denkleşmeyi beklemek gerekmiyor. "Aile", aile olmaya, tıpkı bu radyo kanalı gibi, bazen yüksek bazen tiz ama hep oralarda bir yerlerde varlığını veya etkilerini hissettirmeye devam ediyor.
ANNELİK MİTİNİ KÖŞEYE KISTIRAN ÖYKÜLER
Sibel Ateş Yengin’in, Everest Yayınları etiketiyle okurlarla buluşan ilk kitabı “Bu Evde Kimse Yaşamıyor”, aile olmaya zorlanan, 'yaşayamayan', var olamayan kadınları anlatıyor. Oldukça yalın bir dille yazılmış olan kitaptaki on dört öykü de, kırmızı rujlarıyla, özgür ruhlarıyla, yüksek kahkahalarıyla, değişken ruh halleriyle, kadın karakterler etrafında örülü. Kitapta, daha kendileri olamamışken anne olmak zorunda bırakılmış kadınlar ve bu kadınların doğurduğu kız çocuklarının yetişkin birer kadına evrilmesiyle yaşadıkları iç hesaplaşmalara tanıklık ediyoruz. Öykülerde karşımıza çıkan, karmançorman düşüncelerini, aşırı davranışlara döken kadınlar, bizi takıntılarının, yalnızlıklarının, unutamadıklarının yolculuğuna çıkarıyor.
Başlangıcı sevgisiz geçen çocukluklara denk gelen bu yolculukta, en anlamlı nokta, karakterlerin öfke ve sitem dolu anlatılarının bir yerinde, okurların bu "korkunç" anneler ile empati kurabilmeleri. "Anne kutsaldır" gibi tartışmaya neredeyse kapalı bir olguyu, üzerine giderek köşe bucak kıstıran öyküler, bu mitleştirme üzerine dikkat çekmeyi başarıyor. Bir kadına istediği aslında bu olmasa da, anne olmak dayatılırken iki yüzlü toplum, anne olduktan sonra kadının önüne yalnızca "şefkatli", "fedakar", "sevgi dolu" gibi sıfatlar yakıştırabiliyor. "Mutsuz" olma ve hatta bunu itiraf etme hakkı elinden alınan kadınlar, Yengin'in kitabında "Bu evde kimse yaşamıyor" cümlesindeki "kimse"ye tekabül ediyorlar.
Çocuk sahibi olmaya sağlık durumu el vermediği için eşlerinin anneleri tarafından evden kovulan kadınlar, üvey babasının cinsel istismarına maruz bırakılmış kız çocukları, cinsel tatminsizlik yaşayan kadın eşler, ne olduğunu anlamadan kucağına bir bebek verilmiş "zorlama anneler", bu annelerin öfkeli, hırçın, kırgın ama bir o kadar da güçlü kızları, mahallelerin var olabilmeyi, kabul görmeyi ancak "erkek gibi" sıfatını alarak bulabilmiş kadınları... Yengin'in birkaç sayfalık öykülerinde yer alan dalgalanmalarda, geçmişle hesaplaşma seanslarında, bir kadın olarak baş etmek zorunda olduğumuz ve günün sonunda bizi "en güçlü" kılan dertlerle sarılı anlatılardaki en büyük düğüm belki de en sonunda karakterlerin "artık sahip olunamayacak"a, "geri gelmeyecek zamanlara" olan özlemi.
DERTLERİNE KENDİLERİ DERMAN OLAN KADINLAR
Kitabın çarpıcı öykülerinden biri "Ölüm Bu Şakası Olmaz". Öykünün ilk satırları bir kadın karakterin, annesinin mezarında, yaşarken söyleyemediklerini kusmasıyla başlıyor. Annesinin de gömülü olduğu bu mezarlığın yanındaki bir evde oturan bu kadının, ölümle iç içe geçmiş yaşantısını görüyoruz. Ani gelen ölümle ne yapacağını bilememezlik, kalakalmışlık arasında, annenin ölü bedeninden öç almaya giden bir çaresizlik. Buz gibi ve gerçek. Daha sonra gelen "...Ölü de olsa bir anneye sarılmak huzur verir. Öyle değil mi anne? Öyleyse derdime derman olacak, şifamı kendim bulacağım..." sözleri ile her şeye rağmen kendi yoluna gidecek gücü bulan bir kadınla karşı karşıyayız. Yengin'in yarattığı kadın karakterlerin hepsinin en önemli ortak noktası da bu sanırım. Travmalar, korkular, çaresizlikler ile örülü hayatlar; kendisine bahşedilen aile ile keskin bir hesaplaşma ve her şeyin sonunda "dertlerine derman olan, şifalarını kendileri bulan" kadınlar.
Her kız çocuğunun büyüyüp annesini arayacağı ve "Anne, seni şimdi anlayabiliyorum" diyeceği bir an var bana kalırsa. Kız çocukları, silik, güçsüz ve sürekli bir pohpohlanma arzusu/ihtiyacı içinde olan abiler, erkek kardeşler, baba figürlerinin yanında, "aileyi bir arada tuttukları" için değil; böyle bir sorumlulukları olmamalarına rağmen güçlü oldukları için, kadın oldukları için, annelerini anlayabilecekleri bir an yaşayacak.
'BİR DAHA GERİ GELMEYECEK OLANLAR'A DOĞRU BURUK BİR YOLCULUK
Kitap her ne kadar en çok kız çocuklarına, annelik kavramına dair düşündürüyor olsa da; kadın ya da erkek ailenin tüm bireylerde açtığı yaralara değinmesiyle herkesin ortak hisler yakalayabileceği bir nitelikte. "Pek çok evin kapısı cehenneme açılır" diyen yazarın, yine aynı röportajda, "Annemi de babamı da kaybettim. Ama şimdi aylarca küsüp konuşmadığım babamla bir kahve, annemle de bir sigara içmek için neler vermezdim" cümlelerinin arasında bir yerde kendine karşılık buluyor "Bu Evde Kimse Yaşamıyor". Evlerde yaşananların gerçeği ve her ne olursa olsun zamanın akışı, zaman aktıkça da değişenlere, 'bir daha geri gelmeyecek olanlar'a dair melankolik bir geri dönüş.
Yazarın "Şarabıyla Kaybolan Adam" öyküsünde ise çocukken oynadıkları oyunu anlatan bir kadının şimdiki düşüncelerine şu sözlerle tanıklık ediyoruz "...O yaşta bile kazanmanın peşine düşüyor insan. Oysa küçük bir çocuğa kazanmanın değil, kaybetmenin ne demek olduğu öğretilse. Kazanınca ne olacağı belli de, kaybedince bir başka oluyor insan." Sibel Ateş Yengin'in "Bu Evde Kimse Yaşamıyor"u, sizi, kadın ya da erkek olmanız fark etmez, herkesin ortak yarası olan, kaygı, reddediliş, yargılanma, dışlanma, dayatma gibi kavramlarla ilk kez karşılaştığımız "aile"ye, bu ailelerde en çok yarayı nasıl kız çocuklarının aldığına, annelik mitine dair düşünmeye yönlendirecek ve buruk bir yolculuğa çıkaracak.