Mehmet Said Aydın: Her şeyi çocukluktan öğrenebilirim

Mehmet Said Aydın’la, edebiyat hayatı ve yeni kitabı Dedemin Definesi hakkında konuştuk. Aydın, "Çocukluğu, “çocukluk etmek”teki haliyle de çok seviyorum. O yaşlarda her şey daha büyük görünüyor insanın gözüne" dedi.

Google Haberlere Abone ol

DUVAR - Mehmet Said Aydın, başından beri mevcut şiir ile arasında bir mesafe farz etti. Bizim kuşağın Ahmed Arif ve Turgut Uyar gibi şairlere meyli varken, Aydın mensur şiir ile şehirli bir duyarlık arasında yol aldı. “Kusurlu Bahçe” ve “Sokağın Zoru” gibi kitapları çok sayıda baskı yaptı ve pek çok dile çevrildi.

Şiirin yanı sıra Aydın’da her zaman yoğun bir Kürtçe ve güçlü bir kurmaca dili olduğunu düşünüyor ve sürekli hatırlatıyordum. Hatta başına kakıyordum da diyebilirim. Kürtçeden Türkçeye Süleyman Sertkaya ile yaptıkları çevirileri hatırlamalı: Aziz Nesin, Şimdiki Çocuklar Harika (Zarokên Niha çi Jîr in) ve Murat Özyaşar, Ayna Çarpması (Bîr).

Haziran 2017’den itibaren beş bölümlük “Define Tefrikası” metni Agos gazetesinde çıkmaya başladı. Zeynep Özatalay’ın büyüleyici çizimleriyle çıkan metin, yine sözünü ettiğim yaygın duyarlılığın dışında ve ötesindeydi. Okurla ve kendiyle konuşan metin, absürt ile siyasiyi, faşizm ile direnişi, kır ile şehri, olgun ile çocuğu, modern bilinçle animistik bilinci birbirine katarak ilerliyordu. Merakla sürmesini beklediğim metin beşinci bölümde tamamlandı. Geçen haftalarda ise “Dedemin Definesi” adıyla kitap olarak çıktı okurun karşısına, Ermenice ve Kürtçe çevirisiyle. Ermenice çeviriyi Arlet İncidüzen yaptı, Kürtçe (Kurmancî) çeviriyi ise ben yapmaya çalıştım. Mehmet Said Aydın’la, edebiyat hayatı ve yeni kitabı hakkında konuştuk.

Selim Temo ve Mehmet Said Aydın

Ankara’da lisans öğrencisiyken bir gün Cengiz Gündoğdu’nun söyleşisine gitmiştim, Ankara Hukuk’a. Kemerimin olmadığını hatırlıyorum, naylon bir iple bağlamıştım kot pantolonu. Ne yoksulluk ne yoksulluk! Neyse geçti biraz da, geçmeyen şey şu: Gündoğdu, “hemen herkes ‘filanca romanda kendimi buldum, o yüzden sevdim’ der. Oysa ben kendimi bulamadığım romanları severim. İnsan başka birilerini, başka hayatları tanımak için okumalı” demişti orada. Edebiyat okuma algımı bu çarpıcı yaklaşım belirledi o günden sonra. Ama “Dedemin Definesi”nde “gerici okuma terbiyem” nüksetti. Elbette bir kurmaca bu, ama Feqî Xelef, define konusunda babamı da dolandıran biri. Eğer bu karakter gerçek ise bizi dolandırdıktan sonra sizinkileri de dolandırmış!

Kurmaca olduğuna kendimi inandırmıştım da, evdekileri inandırmak biraz zor oldu. Bu soruları yanıtlamaya çalıştığım günlerde, kardeşimden “Abi keşke bana küfretmeseymişsin,” mesajı da aldım, annemden “O kadın Ermeni miymiş?” cümlesini de duydum. İkisine de, “Benim iki çocuğum mu var?” diye sordum, metnin hemen başındaki anlatıcıyı ima ederek. Gerçekle kurgunun ayrılması zaten zor, bir de tanıdık hikâyeden yola çıkınca etrafı ikna etmek güçleşiyor iyice. Xelef kısmında, “gerici okuma terbiyesi”ne katkıda bulunabilirim ama. Hatta itiraf etmeliyim, 15. Yurt’un DMO malı masasının etrafında oturduğumuz bir gün (altı yıl mı oldu, yedi mi?) gizlice senden Xelef’in fiziki özelliklerini öğrenmiştim – kimi kısımlar silinmişti zihnimden çünkü. Bu “kurgu”nun en gerçek yanı odur belki. Xelef sizin evden, yani Evdilhekîm Amca’nın yanından kalkıp, bize gelmiş. Mêrîna ile Qoser arası o yıllar nasıl kat ediliyorduysa artık, öyle.

Biliyorsun seninle fahri akrabayız. Ama edebiyat hayatlarımız da var. Senin maceranı senin anlatımlarından ziyade dergiler üzerinden takip ettiğimde aklıma gelen en eski yayın, Esmer dergisi. Orada coşkulu bir yazın vardı hani. Bir de fotoğrafın var orada, küpen var, halen de pek kesmediğin sakalın var. Esmer’deki iri yarı abiler ablalar arasında epey tıfıl görünüyorsun. İşte zaman geçti ve artık hayatında yirmi-yirmi beş sene öncesinden bahsedebiliyorsun. Yine de çok erkenden başladın edebiyata. Oysa çoğumuzdan farklı olarak şehirli bir ailede büyüdün. İki kardeşsiniz, aydın bir baba, şehirli bir anne, Kızıltepe, Commodore’un da var, hatta yazlığınız bile. Müteahhit ya da petrol tüccarı olacağına neden edebiyatçı oldun? Yüksek lisans da yaptın hem.

Esmer’deki ilk yazım, dediğin gibi coşkulu bir yazıydı. Şiirim (sonradan Kusurlu Bahçe’nin ilk şiiri de olacak), birkaç sayı sonra yayımlanmıştı sanırım. O fotoğrafta kolumda duran saati geçende gene sen hatırlattın. Derginin yaş ortalaması belki çok yüksek değildi ama hakikaten de tıfıldım. Lisansın son yılı olmalı. Kadıköy’den, iskeledeki büfelerden birinden almıştım dergiyi. Müthiş sevinmiştim. O sevinci yıllarca “Herkes bana bakıyor sanıyordum,” diye tarif ettim. Sonra şair biyografilerini okuyunca, bu cümlenin neredeyse herkes tarafından kurulduğunu gördüm. Herkes yeni şeyi çok erkenden söyleyemiyor.

Commodore mevzuu şöyle: İstanbul’da yaşayan amcamın oğlu, bir zaman sonra Amiga aldığından, bana Commodore’unu vermişti. Babam bir dönem elektrik müteahhitliği yaptı, gürültüyle iflas etti. Annem öğretmenliğini gönlünce yapamadığı için halen hayata kırgın bir kadındır. Dediğin gibi; başka bir şey olmak çok mümkündü. Kızıltepe çok sürprizli bir yerdir ama. Master’da Ece Ayhan tezi yazan biri, her an aile kavgasında taraf olabilir ve cezaevine düşebilir. Bir zamanlar heykelin tam arkasındaki kahvede, Xeyrî’nin kahvesinde konuşulduğu kadar sert entelektüel tartışmalara, şu yaşımda bile şahit olmadım desem başım ağrımaz. Yazabilirsem, bir gün Kızıltepe’nin “eğlence hayatı”nı da yazmak istiyorum. Tavernalar, pavyonlar, birahaneler, kınalar, düğünler, “sabahiyê”ler ve hatta halı sahalar...

Kusurlu Bahçe’ye belki Dedemin Definesi’nde de döneceğiz. Her iki kitapta da sokağa çıkmak isteyen, sokaktan korkan, sokağa tek başına çıkabildiği için kendini tamamlanmış sayan biri var. Ama Sokağın Zoru’nda artık özgürlük talep eden bir alan olarak sokak var. Eğer kitabın adını sokağın derdi olarak da anlarsak, sokakla gerilimin edebî hayatını belirlediğini söyleyebilir miyiz?

Sokağın Zoru’nu, biraz da sokağın zoruyla yazmıştım. Sokakta olduğumu farz ettiğim zamanlardı. Çocukluğumu travmatik gördüğüm, bundan gizli gizli hoşlandığım, uzun hikâyeler anlattığım bir dönem var. O zamanlarda olsak, Kusurlu Bahçe’de de geçen bir âna atıf yapardım. Annem beni Mele Yusuf’un bakkalına yumurta almaya gönderiyor. Evin ihtiyacı için bakkala gitmek zorunluluğundan nefret ediyorum. Yola çıktığım an dönüşte o yumurtaları kıracağımdan bir şekilde eminim. Bin kere telkin ediliyorum, o yumurtaları sağ salim eve geri getirmeliyim. Olmuyor; daracık sokağı ayıran tahta elektrik direğine çarpıyorum. “Travma” sayılacak yüzlerce şey var dönüp baktığımda ama bu an kadar beni etkilemiş az şey var. Sokağa gönülsüz çıkmışsam, o yumurtaları öyle ya da böyle kırdım. Gönüllü çıkmaya başladığımda da, sokak rahat rahat elini kolunu sallayacağım bir yer olmaktan çıkmıştı, sanki.

'EDİTÖRLÜK UZMANLIK DEMEKTİ'

Uzun süredir editörlük yapıyorsun. Pek çok kitapta öyle de bir imzan var. Ama editörlük de değişiyor mu? Yayın dünyasını biraz daha iyi bildiğim dönemlerde ansiklopediler çıkardı mesela, dizi kitaplar çıkardı ve editörler o kitapları örerlerdi. Durum nedir şimdi?

Yayın sektörünün bizatihi kendisi değişiyor. Bahsettiğin dönemlerde editörlük, uzmanlık demekti. Şimdi beyaz yakalı bir figür editör. Mesaisi var, yetiştirmesi gereken işler var ve bu işleri geçmişe göre zamanlama mefhumuyla çok daha iç içe. Geçmişe göre çok satan kitapların mahiyeti değişti. Çok büyük uzmanlıklar yerine, her alanda olduğu gibi bu alanda da, ileri kapitalizm çalışıyor. Ortalama ve hız daha mühim hale geldi. Bütün yayıncılar için değil bu dediğim elbette, ama birinci halkayı temsil eden yayınevlerinde aşağı yukarı böyle.

Editör kimdir peki, bir yayınevi bir kitabı yayımlamıyorsa bu editörün mü yoksa yayıncının mı tasarrufu?

Editör kafası karışık biridir. Kafasının karışıklığını olumlu kullanırsa, o dil bu durumdan faydalanır. Ama her zaman olumlu kullanamayabilir. Kimi zaman gündelik beğeniler kafasını çok karıştırır ve gider oraya ikna olur. Bir kitabın yayımlanmamasının birinci derecede sorumluluğu –doğru çalışıyorsa– yayın kurulunundur. Bu kurul da yayınevi sahiplerinden, danışmanlardan, yayın yönetmenlerinden, editörlerden mürekkeptir.

Dedemin Definesi’ne gelelim. Yazarlığının belirleyici temalarını çocukluk belirliyor. Taşrada geçmiş olsa da taşradaki hayata benzemeyen bir hayat. Steril bile sayılır ama o korunaklı bahçeye de faşizm bir gergedan gibi dalabiliyor. Yazılarında, şiirlerinde, bu metninde öldürülen arkadaşlar, öğretmenler, akrabalar var, ama anlatıcıların olan biten tam anlamıyla anlayacak yaşta değiller. Bu yüzden hemen her şey dağılmayan bir sisin arkasında. Yazarlığını ya da yazarlığının belirgin özelliklerinden birini bu şekilde tanımlasam?

Çocukluğu, “çocukluk etmek”teki haliyle de çok seviyorum. O yaşlarda her şey daha büyük görünüyor insanın gözüne. Binaları düşünelim; ben hükümet konağını dünyanın en büyük, en ulaşılmaz binası sanıyordum mesela. Ulaşılmaz kısmı baki kaldı gerçi. Bazen de çok büyük bir şeyi hiç ciddiye almadığını fark ediyor insan. Sözgelimi, ‘93 Newroz’unda 10 yaşındaydım, okuldan eve dönüyordum. Kullanılabilen Newroz alanı büyüdüğüm bahçeye çok yakındı, bizim köyün kıraathanesinin hemen önünde bir otobüsün üstünde insanlar görmüş, yoluma devam etmiştim. Kuşbaz bir hısmımız vardı, komşumuzdu da. Ona sormuştum sonra neler olduğunu. Neden gidip evdekilere sormadım, beni neyden korumaya çalışıyorlardı; şimdi şimdi anlıyorum. Ama o çocukluk etme halini, gidip komşuya neler oluyor diye sormayı, onun cümlelerini çok iyi hatırlamayı ve bir şey yazacaksam, o hafızayı çağırmayı önemsiyorum kendimce. Birinin 10 yaşında olmasını da müthiş büyülü buluyorum. Sanki her şeyi oradan öğrenebilirim gibi geliyor.

Dedemin Definesi-Xizina Bapire min, Mehmet Said Aydın, 120 syf., Edebi Şeyler, 2018.

'METİN ORADA DURUYOR, ÇOK DA YARALAMAYAYIM'

Biliyorsun, çeviri en yakın okuma türüdür. Dedemin Definesi’ni Kürtçeye çevirirken bahçeyi daha da büyüteceğini düşündüm hep. Demek istediğim, bu kitap geniş soluklu bir roman olabilirdi.

Evvela, çeviri için bir de buradan teşekkür edeyim isterim. Garip bir döngü de oldu; Horasan Kürtleri’nin editörlüğünü ben yaptım, Vecdi Erbay seninle söyleşi yaptı. Dedemin Definesi üzerine çok güzel bir yazı kaleme aldı ve şimdi de seninle söyleşiyoruz. Şiir dışında ilk defa bir şey yayımlıyorum kitap boyutunda. İnsan hem bir şeyler söylemek istiyor, hem de “Metin orada duruyor, çok da yaralamayayım,” diye düşünüyor. O yüzden çok konuşmamayı tercih ettim – bu söyleşi müstesna.

Vecdi Erbay, yazısını “Dedemin Definesi Türkçe, Kürtçe ve Ermenice yayımlandı. Bu tercihle ilgili olarak Mehmet Said Aydın’ın belki başka söyleyecekleri vardır ama bana anlatının geçtiği coğrafyada konuşulan dillere bir saygı ifadesi ve unutturulmak istenen dilleri okuyucuya bir kez daha hatırlatma çabası olarak değerlendirmek mümkün gibi geliyor,” diye bitirmişti. Buradan sesleneyim de iş iyice çetrefilleşsin: Evet, kitabın arka kapağında Ali Özgür Özkarcı’nın “anlattığı coğrafyanın antropolojisi” diye isabetle tanımladığı şeyi murat ettim.

Geniş soluklu bir şey yazmaya, yazdığım şeye “Bu bir romandır,” demeye sanki biraz daha zamanım var gibi geliyor. Korkuyorum açıkçası.

'DAHA CESUR OLABİLİRİM ARTIK'

Şimdilerde “Lokman Kasidesi”ni bitirmek üzeresin ya da bitirdin. Bütün yazdıklarında senin “korku” benim “aşırı özen” dediğim şey var. Adını hatırlayamadığım bir yazar, “büyük eserler haşivleriyle vardır” demişti. Ama seninkilerde kusur yok. Kusurlu Bahçe’ye rağmen söylüyorum bunu. Bu aşırı özenin editörlükle bir ilgisi var mı?

Sokağın Zoru’nda bir deli cesareti gelmişti bana. Bakınca, oradaki hataları, telaşı daha sağlıklı değerlendirebiliyorum şimdi. Mahcup olduğum bir kitap değil, ama biraz acele etmişim duygusunu içimden hiç atamadım. Kitabı bitirdiğim zamanın günlüklerine bakmıştım geçen sene; hoşlanmadım oradaki kendimden. Şimdi, yaklaşık beş sene sonra “Lokman Kasidesi”ni bitirmeye çalışıyorum – tam bu soruları yanıtladığım masanın üzerinde, kitabın defteri de duruyor göz hizamda. Aşırı özen kısmının içinde editörlük var elbette, ikimizin de bölümü olan Bilkent Türk Edebiyatı’nın bakiyesi de var sanırım. Bir de yazarken, kafamın tam arkasında birkaç kafa oluyor hep. Yayımladığımda neler söyleyeceklerini, nasıl yerden yere vuracaklarını düşünüp elimi korkak alıştırıyorum. Faydasını gördüğüm çok oldu bu kafaların ama sanırım biraz daha cesur olabilirim artık. Yazdıklarımda ve bende kusur çok, bari yazdıklarıma titizleneyim diye düşünüyor da olabilirim.

Peki “Lokman Kasidesi” ne zaman bitiyor ya da bitti mi? Bir de ne zaman Kürtçe yazmaya başlayacaksın?

Kaside’yi, artık bitirmek istiyorum. Daha uzatmayayım diye, kitaba “okuma günü” donu biçtim. Ki, bahanem olmasın, öyle ya da böyle bitireyim.

Kürtçe tercüme ile nefsimi körelttim bir zaman. Kürtçe şiir de yazıyorum aslında gizli gizli. Kimse şimdiye kadar “Yazıyor musun?” diye sormadığından söylemedim. Hep “Neden yazmıyorsun?” diye soruldu, ben de jenerik bir yanıt verdim. Ama gizli gizli yazdıklarımı yayımlama konusunda, az evvel bahsettiğim “kafalar” birkaç kişi olmaktan çıkıyor, aşırı kalabalıklaşıyor. Umarım o konuda da tereddütten uzaklaşacağım günler yakındadır. Kendimi biraz daha az dövmem, kusurlarımla belki barışmam gerekiyordur. O kısım, o barış kısmı, az biraz muğlak halen.