TİP'li muhtar ve Yücel Erten
Yücel Erten tüm yaşamını doğru bildiğini yaşama geçirmek, tiyatro sanatını güçlü kılmak adına yaşamış bir insan. Bu kitapta görüyoruz ki, onun tedrisatından geçmiş tiyatro insanları bu aşkı sürdürebilmek için ellerinden geleni yapmaya devam ediyorlar. Anılarda ayrıca yüzlerce oyuncu, tiyatro insanı, hoca ve arkadaş boy gösteriyor.
Gökhan Akcura
Yücel Erten tarafından sahnelenen Kafka’nın Duruşma’sı 23 Mayıs 1975 gecesi oynanır ilk kez. Evet, oyuncular öğrencidir. Ama bir kadroya bakalım. Yönetmen yardımcıları Nesrin Kazankaya ve Mahmut Gökgöz. Dekor Lüfi Oğuzcan. Kadroda yer alan isimlerden hemen tanıyabileceğiniz isimler arasında Haluk Bilginer, Cüneyt Çalışkur, Faik Ertener, Müge Gürman, Nihat İleri, Tamer Levent ve Tarık Ünlüoğlu var. Daha sonra hepsi ünlenecek bu isimler, o zaman daha öğrenci. Yücel Erten anılarında oyunu sahnelerken güçlükleri nasıl aştığını da anlatıyor. Sahne olarak kullanılan stüdyoda ışıklandırma yoktur. Kovalara konulan ve kablolarla sofitadan sarkıtılan lambalarla çözülür bu sorun. Yücel güvercinler ister, öğrenciler çatıdan tuttukları güvercinleri getirirler. Oyun sürerken, salonda uçuşur kuşlar. Hasan Hüseyin Korkmazgil, oyunu seyrettikten sonra Tiyatro 75 dergisinde kaleme aldığı yazıda şöyle der: “Sahnenin yüksek tavanında, nereden girmişse girmiş iki güvercin kanat çırpıp duruyordu. Seyircilerin zaman zaman, başlarını kaldırıp güvercinlere baktıkları oluyordu. Belki de iyi bir rastlantıydı bu. Kafka’nın çizdiği dünyanın, gerçek dünyadan ayrı olmadığını anımsatıyordu bize!” Doğrusu ya, ben de oyunu izlerken kuşların tesadüfen içeri girdiğini düşünmüş, şaşırmıştım. Bütün bunları neden mi anlatıyorum? Tamam, kitapta aktarılıyor bunlar ama yazılı olmasa, kaç kişi hatırlayacak bunları? Tiyatro işte böyle vefasız bir sanattır. Edebiyat kitaplara dönüşür, basılır. Sinema zaten her daim şu ya da bu formatta ulaşabileceğimiz bir sanattır. Plastik sanatlar, fotoğraf ele, göze gelir. Ama tiyatro öyle mi ya… Oynanır ve pır diye uçar gider. Tıpkı güvercinler gibi… Anıların adı da biraz buna gönderme gibidir: “Akıntıya Kürek”.
“Tiyatro dediğin nedir ki, akıntıya kürek” değil elbette. Ne Yücel Erten böyle bir şey der, ne ben iddia ederim. Kabul, saklanabilen, gelecek kuşaklara fiilen ulaşabilen bir sanat değil ama yaşandığı anda belki de tüm diğer sanatlardan etkili. Gücü de burada zaten. İyi bir tiyatro eseri, başarılı bir sahnelenişle karşımıza geldi mi, yüreğimiz pır pır eder. Aynı etkiyi belki sadece çok başarılı, özel konserlerde duyabiliriz. Diğer sanatlar bu kadar ruhumuza ulaşamaz.
ÇOCUKLUKTAN 1982'YE...
Yücel Erten’in anılarının ilk bölümü bu. Çocukluğundan başlayıp 1982’ye kadar uzanıyor. Sonrası da gelecek umarım. Adında da “Anılar 1” ibaresi olduğuna göre… Özetle, aktarmaya çalışırsak Yücel Erten Muş’ta doğuyor. Antalya’da büyüyor. Orada geçen okul yıllarında bulaşıyor “tiyatro mikrobu” damarlarına. Lisede amatörlük, Halkevi’nde kurs döneminden sonra Konservatuar yılları elbette. Ardından Almanya’da reji tahsili… Öncesinde ve sonrasında sahnelenen onca oyun. Bu özet, kitabı anlatamaz tahmin edileceği gibi. Anıları ancak ayrıntılar aktarabilir.
Küçük ipuçları verelim. Çocukluktan başlayan “su takıntısı” Yücel’in oyunlarında nasıl bir karşılık buldu? Şu aralar İstanbul Devlet Tiyatrosu’nda onun sahnelediği Hırçın Kız’da bile karşımıza çıkmıştı bu takıntı. Ama böyle bir takıntının da kronolojik bir tarihi var. Konservatuar yıllarında yapılan yemek boykotu çıkar karşımıza, hem de 1967’nin Aralık ayında. Yani Türkiye’de öğrencilerin ayaklandığı 1968’in hemen öncesinde, belki de ilk başkaldırı. Boykot yönetiminde Sönmez Atasoy, Sarper Özsan ve Yücel Erten var. Albay, Binbaşı ve Yüzbaşı.
Yücel Erten Devlet Tiyatrosu’nda stajyer olarak çalıştığı dönemde, yaz tatilinde geniş bir arkadaş grubuyla Avşa Adası’na gidiyor. Orada Araplar Köyü keşfediliyor. Köyün muhtarı TİP’li. Onun önerisiyle doğaçlama bir oyun sahneliyorlar. Bu oyunun gerçekleşme serüveni kitapta geniş bir bölüm olarak, hem de üç kahramanının anlatımlarıyla (Yücel Erten, Sönmez Atasoy ve Alpay İzbırak) aktarılıyor. Ayrı bir kitap olacak kadar keyifli. Almanya yıllarında ilerici ve başarılı bir öğrenci olarak, Türkiye’deki tiyatro bürokrasisi ve devlet hiyerarşisi ile nasıl cebelleşiyor? Bu bölüm Türkiye’de başarılı insanların neden yeteri kadar öne çıkamadığının, nasıl sürekli tökezletildiğinin “örnek olay”ı sanki…
Ama her şeye rağmen ayakta kalmak, akıntıyı yenebilmek. Yücel Erten tüm yaşamını doğru bildiğini yaşama geçirmek, tiyatro sanatını güçlü kılmak adına yaşamış bir insan. Bu kitapta görüyoruz ki, onun tedrisatından geçmiş tiyatro insanları bu aşkı sürdürebilmek için ellerinden geleni yapmaya devam ediyorlar. Anılarda ayrıca yüzlerce oyuncu, tiyatro insanı, hoca ve arkadaş boy gösteriyor. Hepsi bu anıların içinde yeniden hayat buluyor. Eminim arkalarında Dionizos’un nefesi saklı…