Faruk Duman: İnsana kendisinden huzur yok
Faruk Duman, Hep Kitap etiketiyle yayımlanan son romanı ‘Sus Barbatus!’u ve yazarlık mücadelesini anlatıyor. Ağzımızda Anadolu efsaneleri tadı bırakan türde fantastik ögelerle de zenginleşen kitaba dair sohbet ettiğim Duman "...Ölüm, tuzak, savaş, doğamızda var ama tabii insan olağanüstü bir varlık; güzellikleri, iyilikleri olduğu kadar korkunç dehşeti de yaşatıyor. Bundan sonra da yaşatacak. Yani, insana kendisinden huzur yok" dedi.
DUVAR - Faruk Duman’ın hiç bitmeyecekmiş gibi yazdığı, yaklaşık üç yıllık emeği, en hacimli kitabı ‘Sus Barbatus!’, Hep Kitap etiketiyle okurla buluştu. Duman, her ne kadar tevazu gösterip kabul etmese de ‘Sus Barbatus!’, piyasaya çıkışının üzerinden çok geçmeden hatrı sayılır bir okur kitlesine ulaştı ve aldığı yorumlara göre oldukça beğenildi, içselleştirildi. Kimisi "Bir klasik" dedi, kimisi "Okurken güçlü tasvirlerden etkilenip içinin üşüdüğünü" söyledi... Hacmi de düşünüldüğünde böylesine kısa sürede bu yorumları alması, ne olursa olsun kitabın rüştünü ispat ediyor.
‘Sus Barbatus!’ta takvim 1980’in hemen öncesini, harita ise bilinmeyen bir köyü, Ç.’yi gösteriyor. Kitap, yerlere dair baş harflerden başka hiçbir ipucu vermese de Faruk Duman her fırsatta 'kendisini bu kitap için masa başına oturtan kentin Artvin olduğunu' açıklıyor. Ve öylesine çetin bir kış tasvir ediyor ki Artvin’in karakışını bilenler bunu zaten çok tanıdık buluyor.
Duman, hem tasvir ettiği zorlu doğa koşulları, hem karakterlerinin içsel mücadeleleri hem de merkezin uzağında kalmış bir köyün devletin uzayan gölgesinden etkilenişi ile birbirini besleyen damarlardan, sapasağlam, üçgen bir çerçeve inşa ediyor. Bu çerçevenin içini ise yeni arayışlar içindeki dili, çok sayıda olmalarına rağmen çoğunun iç dünyasına vakıf olabildiğimiz karakterleri ve güçlü tasvirleriyle dolduruyor. ‘Sus Barbatus!’, bir insan anlatısı olmasının yanında ağzımızda Anadolu efsaneleri tadı bırakan türde fantastik ögelerle de zenginleşiyor. ‘Sus Barbatus!’ ismi de tam olarak buradan geliyor.
Kitapta "İnsanın insana yaptığı neyse, bu dünyada ateşin buza ve de buzun ateşe yaptığı aynı şeydir" diyorsunuz. İnsanların birbirleriyle böylesine kısır bir ilişkiye saplanmış olmalarını siz neye bağlıyorsunuz?
Onu bir “insan” eleştirisi olarak değil de, insanın doğayla aynı şey olduğunu vurgulamak için söylenmiş olarak görmek lazım kanımca. Ölüm, tuzak, savaş, doğamızda var ama tabii insan olağanüstü bir varlık; güzellikleri, iyilikleri olduğu kadar korkunç dehşeti de yaşatıyor. Bundan sonra da yaşatacak. Yani, insana kendisinden huzur yok.
Faruk'un kitabın büyük bir bölümünde olayların orta yerinde ama etkisiz ve sessiz bir karakter olması, sonunda da gölde yaşanan hal (ve bu finalin sizi rahatlattığını söylemeniz) ilginç ve heyecan verici. Adını Faruk seçtiğiniz bu karakteri, bilhassa mı yazar kadar hikâyenin hem içinde hem dışında bir karakter olarak yarattınız yoksa karakter, bu özelliklerinden dolayı mı yazarın adını aldı?
Romanın anlatıcısı; ben anlatıcı düşüncelerinin çoğunlukla yazardan geldiğine inanırım, bu kez madem öyle, adını da koyayım dedim. Onun gözüyle, rüyalarıyla köyde olan biteni anlatacaktım. Ama sonra o bazı karakterlerle uyum içine girdi. Aysel’le Faruk’un iyi anlaşması tamamen kendiliğinden gerçekleşti. Bunların konuşması gerekir, diye düşündüm… Başta, Faruk roman boyunca bilinçsiz yatacaktı. Yarı ölü, zaman zaman ateşi düşecek, biraz sesler duyacak, belki kendine olanların farkına varacaktı ama o kadar. Ama bir zaman sonra, "Aysel’le konuşsalar ne iyi olur" dedim.
Yine kitapta altını çizdiğim bir başka cümle "Allah bu dünyadan hıncını aldıktan ve gazabı az biraz serinledikten sonra" olmuş. İnsanların yaratıcısı olduğuna inandıkları varlığın onlardan nefret ettiğine dair saplantısı, yaşamı ve dünyaya yaklaşımı nasıl etkiliyor?
Çünkü onu hiçbir biçimde dinlemediklerini çok iyi biliyorlar. Hepsi numara. O namazlar, haç çıkarmalar falan. Bu durumda o büyük Allah tabii ki hıncını alacaktır.
'YAZMAMA YAŞAMIN HİÇBİR ZORLUĞU ENGEL OLMADI'
"Sus Barbatus!" çok karakterli ve büyük bir roman olmasına rağmen ritmi dinamik bir kitap. Siz bu kurguda nasıl bir matematik izlediniz?
Romanın ilk yüz sayfalık bölümünü yazdıktan sonra, öbür karakterleri ve siyasi gerilimi oluşturabilmek için uzun zaman bekledim. İkinci bölüm için yazdığım ilk birkaç defteri attım, hatta bir tanesini de yaktım. Böyle olunca romanın bitmeyeceğini düşündüm, birkaç ay da vazgeçtim. Ama sonra bir sabah, kötü, işbirlikçi ağanın bir gece evden çağrılmasıyla ilgili bir görüntü geldi gözümün önüne. Kasvetli bir ev, yanan bir soba, sobanın üstüne cızırdayan bir demlik, karlara bata çıka gelen asker cipinin farları… Bunu yazabilince, sizin matematik dediğiniz şeyi zaten hazırlamıştım. Köyden yukarıya çıkacağız ve başımızı çevire çevire her bir karakterin neler yaptığını izleyeceğiz. Bu bakışın değişkenliği romana ritmini kazandıran şeydir.
Uzun yıllar boyunca tam zamanlı bir editör olarak roman yazmanın sizin için iki kat zor ya da kolay bir süreç olduğunu hissediyor musunuz?
Benim yazı yazmama yaşamın hiçbir zorluğu engel olamadı şimdiye kadar. İnşaatta çalışırken, alçı sıvarken ya da gece kahvelerinde garsonluk yaparken ya da asker nöbetinde, kafamda yazımı yazar, gidip defterime geçirirdim. Editörlük de en az bu işler kadar zorlukları olan bir iş. Hatta edebiyatla biraz ilgili olduğu için daha da zor.
Söyleşilerinizde, 'yazma sürecinde okumayı çok sevdiğinizi' söylüyorsunuz ve tarif ettiğinize göre okumayı çalışmanızın bir parçasına dönüştürmüş durumdasınız. Kuvvetli metinler sizin yazma sürecinizi nasıl bir etkiliyor?
Bana yazma şevki veriyor. Vermeyen kitabı da bitiremiyorum zaten.