Gazetecilik: Bu iş siniklere göre değil
Geçtiğimiz günlerde Deli Dolu Yayıncılık tarafından, Berk Cankurt çevirisi ile basılan, “Bu İş Siniklere Göre Değil ‘İyi Gazetecilik Üzerine Konuşmalar’” adlı kitap, "İyi gazetecilik nasıl olur, kimler gazeteci olabilir, gazetecilik nasıl değişti, günümüzde nasıl yapılıyor?" sorularına cevap ararken hem bu zorlu meslek üzerine düşündürüyor hem de gazeteciliğin değişen koşullarına temas etmemizi sağlıyor. Metinde deneyimli gazeteci Ryszard Kapuściński ile yapılmış söyleşilere de yer veriliyor.
Gazetecilik mesleği sanırım her dönemde tartışılacak. Çünkü yapılan iş bir anlamda hakikat işçiliği. Doğruyu söylemenin, haklıdan yana olmanın bedel ödemeyi getirdiği, tanıklık yükünün arttığı şartlarda bu meslek daha da önemli ve meşakkatli hale geliyor. Çünkü bir taraf seçmeyi gerektiriyor ve güce yaslanıp onun sesi olmak mı yoksa sesi duyulmaz olanı görünür kılmak mı gibi ahlâkî bir soruyu içinde barındırıyor. Bu nedenle, hakikatten yana söz söylemeyi tercih eden gazeteci için hayatın anlamı, özellikle bizim gibi otoriter toplumlarda gözaltılar, hapishaneler, tehditler olabiliyor. Çünkü medyayı ele geçirmek bir anlamda duyulması, görülmesi istenmeyeni hiçleştirmek anlamını taşıyor. Böyle bir durumda en önemli görevin gazetecilere düştüğü hatırlanırsa, otoritelerin onlar üzerindeki baskısı da anlaşılır oluyor.
Geçtiğimiz günlerde Deli Dolu Yayıncılık tarafından, Berk Cankurt çevirisi ile basılan, “Bu İş Siniklere Göre Değil ‘İyi Gazetecilik Üzerine Konuşmalar’” adlı kitap, gazetecilik mesleği üzerine yukarıda bahsettiğimiz bağlamda tartışma sunuyor. Metinde deneyimli gazeteci Ryszard Kapuściński ile yapılmış söyleşilere yer veriliyor. Kapuściński Afrika, Güney Amerika, Ortadoğu gibi savaşın, kıtlığın, darbelerin ve dolayısıyla acının eksik olmadığı topraklarda sürdüğü gazetecilik faaliyetleri ile birlikte dünyada, “Futbol Savaşı”, “Şahların Şahı” gibi eserleriyle de tanınıyor. Kitap, "İyi gazetecilik nasıl olur, kimler gazeteci olabilir, gazetecilik nasıl değişti, günümüzde nasıl yapılıyor?" sorularına cevap ararken hem bu zorlu meslek üzerine düşündürüyor hem de gazeteciliğin değişen koşullarına temas etmemizi sağlıyor. Ayrıca, Kapuściński’nin deneyimleriyle ve sosyal antropoloji bilgisiyle olayları yorumlaması da dikkat çekici bence. O, sahadan konuşuyor, güçlüye yaslanmıyor, işini adanmışlıkla yaptığı ve sesi duyulmayanların sözünü ulaştırma gayreti, mesleğine ahlâkî bir sorumlulukla yaklaştığını gösteriyor.
HABER PARA DEĞERİ KAZANINCA
Kitap, Maria Nadotti’nin Kapuściński ile yaptığı söyleşi ile başlarken ilk soru, sağlam bir ahlâkî duruşun, deneyimin, risklerin ve paylaşımın gereği olan bir gazeteciliğin nasıl olması gerektiği üzerinden geliyor. Kapuściński bu soruya uzunca cevap verirken, gazeteciliğe dair dersler içeren pek çok şeyden söz ediyor esasında. Gazeteciliğin günün yirmi dört saatini kaplayan bir iş olduğunu, devamlı derinleşme, okuma zorunluluğu içerdiğini hatırlatıyor. Düşününce gerçekten gazetecilik yaşamın tamamını kaplayan bir meslek, belki de kendine dair olana en az zaman ayırabildiğin bir iş. Çünkü genellikle diğer mesleklerde olduğu gibi mesain bitince kendi yaşamına dönmek gibi bir durumu içermiyor. Gazetecinin işten eve dönüş saati belirsiz özellikle günümüz dünyasını ve haber akışını düşündüğümüzde nereden ne zaman nasıl bir haber geleceği belli değil bu nedenle gazetecilik yaşamın tamamı demek olabiliyor. Ve yaşananları yorumlamak için de Kapuściński’nin de vurguladığı gibi devamlı okumanın ve araştırmanın gerekli olduğu bir mesleki yük içeriyor. Elbette burada ideal bir gazetecilikten söz ediliyor ancak Kapuściński’nin cümleleri ve anlattıkları en azından kendisinin bu mesleği böyle yerine getirdiğini de gösteriyor.
Metinde dikkat çekilen bir nokta da özellikle yirminci yüzyılın ikinci yarısı itibariyle, teknoloji, iletişim devrimleri gibi sebeplerin meslek üzerinde etkisi. Çünkü bu süreçten sonra iş çevreleri ve siyasetçiler gerçeğin değil sansasyonun önemli olduğunu fark ediyorlar ve böylece haber başka bir boyut kazanıyor. Bu durum, haber ne kadar sansasyon yaratırsa o kadar para anlamını da beraberinde getiriyor ve haber kültürden kopmuş oluyor. Kapuściński bu durumu şöyle ifade ediyor: “İşte bu nedenledir ki en büyük televizyon kanallarının başında birdenbire büyük bankalardan, sigorta şirketlerinden veya para içinde yüzen herhangi bir kurumdan çıkma, gazetecilikle kesinlikle hiçbir alakası olmayan iş insanları peyda oldu. Haber kâr getirmeye, hem de hızlı biçimde kâr getirmeye başladı.”
Haberin kâr amaçlı faaliyete dönüşmesinin ve gazetecilerin değil parası olanın gazete patronu olmasının da elbette getirileri olacaktır üzerine kafa yorunca. En başta hakikat değeri artık para değerine dönüşür, gazeteci eğer mesleğini hakkıyla yapma idealinde değilse yoksulların, ezilenlerin, hakkı gasp edilenlerin değil, paranın peşinde koşacaktır. Sadece bu da değil Kapuściński önceleri gazetelerin başında bulunanların mesleğin içinden yetişen isimler olduğunu, onların gençlere tavsiye verebildiğini ancak bahsettiğimiz durumda gazeteci olmayan patronun, genç bir gazetecinin derdini anlamasının zor olduğunu vurguluyor.
Bu bir anlamda meslek içi deneyim aktarımının, usta-çırak ilişkisinin de yok olması anlamını taşıyor ki böylesi zorlu bir meslek için önemli denilebilecek bir yokluk bu. Böylece bir şekilde meslektaşlık ilişkisinden çok işletmeci çalışan ilişkisi ortaya çıkıyor ki günümüzde gazetecilik üzerine düşündüğümüzde de bunu gözlemleyebiliyoruz.
GAZETECİ OLMAK, İYİ İNSAN OLMAYI GEREKTİRİR
Kapuściński gazeteci olmanın gereklerinden de bahsediyor ve en başta bunun için iyi insan olma şartını koyuyor.
Buradaki “iyi” ideal bir insan profili olmaktan çok mesleğini hakkıyla yapmakla ilişkili bana kalırsa, ona göre: “Bu meslekte iyi bir insan demek, başkalarını anlamak; onların niyetlerini inançlarını, ilgi alanlarını, sıkıntılarını ve acılarını anlamak demektir. Ve ilk andan itibaren onların kaderlerine ortak olmak demektir. Buna psikoloji biliminde empati denir.” İyi insan olan gazeteci için sanıyorum öncelikle kendi ön yargılarını bir kenara bırakmak, haberini yapmaya çalıştığı insanları kendi yaşamının bir parçası olarak düşünmek gibi bir durum var. Bunun içinde bir şekilde sahada olmak, temas etmek, dinlemek, haber yapmaktan önce onlarla dert ortaklığı kurmak veya Kapuściński’nin ifadesiyle “kaderlerine ortak olmak” gerekiyor.
YOKSULLAR, ÖTEKİLER
Kapuściński özellikle “öteki” olanı önemsediğini ifade ediyor kitapta. Onun “öteki” olarak görüp üzerinde durduğu ve kendisini bu mesleğe adamasına sebep olan ise yoksullar anladığım kadarıyla. Afrika, Güney Amerika, Ortadoğu gibi dünyanın çıkar savaşlarının, sömürgeci politikalarının egemen olduğu coğrafyalar üzerine uzmanlaşması da bununla ilgili sanırım ve daha önce de bahsettiğim gibi onun için bu mesleği yapmanın ve yazmanın ahlâki nedenleri de var.
Çünkü ona göre; “yoksullar genelde sessizdir. Yoksulluk sızlanmaz, onun dili yoktur. Yoksulluk sessizce acı çeker. Yoksulluk ayaklanmaz.” Böyle bir durumda gazeteci, Kapuściński gibi bu işe kendini adamış ve bir misyon yüklenmişse, bu sessizliği söze dönüştürmek, acıyı görünür kılmak, dilsize dil olup onun gerçekleştiremediği ayaklanmayı gerçekleştirmek gibi sorumluluklar taşıyor. En azından Kapuściński kendisine böyle bir sorumluluk yüklenmiş ve elinden geleni yapmış görünüyor. Kitaptaki söyleşilerde aktardıkları bunun göstergesi gibi.
Kapuściński dünyanın farklı bölgelerinde gazetecilik yapmanın zorluklarından da bahsediyor, özellikle dil sorununun gazeteciyi çok zorladığına, bu nedenle ipuçlarından ve göstergelerden yararlanmanın bir gazeteci için ne kadar önemli olabileceğine, kendi tecrübesinden örneklerle dikkat çekiyor. Bir dinleyicinin dünyayı dolaşmadan önce sinik miydiniz?” sorusuna ise şöyle cevap veriyor: “Bu mesleği yapmaya karar verenler, bedelini tehlikeler ve acılar içinde ödemeye hazır kişilerdir. Onlar sinik olamazlar.” Sanırım cevap, bu mesleği hakkıyla yerine getirmenin hiç de kolay olmadığını da gösteriyor bize.
ANLATMANIN ÖNEMİ
Metinde ayrıca Ryszard Kapuściński ile John Berger arasında sohbet tadında bir söyleşiye de yer veriliyor. Berger’ın uzunca girişi gazetecilik dışında farklı pek çok konuda tartışma sunuyor. Düşünürün özellikle kurmaca, hikâye ve haber arasında koyduğu ayrım ve kurmaca üzerine getirdiği eleştiri başka bir yazının konusu olacak kadar önemli bana kalırsa. Berger, Kapuściński’nin metinlerinden örneklerle hikâye etme ve haber arasındaki ayrımı açıklamaya çalışıyor.
Anlatmanın öneminden ve bu çabanın zorluğundan dem vuruyor çünkü ona göre: “Anlatmak gibi eylemler, anlamsıza ve anlamsızlığa meydan okumak demektir. Anlatmaktan kastımız nedir? Aptallığa, bayağılığa karşı girişilen umutsuz bir çabadır belki. Hikâyeler, sağır bir dünyada yaşamanın nasıl bir şey olduğunu anlatır bizlere, bu her zaman böyle olmuştur.” Çoğu zaman anlatmanın anlamsızlığına düştüğümüz oluyor gerçekten de sadece gazeteciler için değil bir şekilde anlama ve anlatma gayreti olanlar için de böyle durum ama tüm bunlara rağmen, umutsuzca da olsa dünyanın hikâyesine sağır kalmamak adına anlatma çabası devam ediyor. Gazeteciler de bu çabanın en önemli parçalarından. Çünkü sağır olunanı duyulur kılmak gibi bir sorumlulukları var, tüm gazeteciler için geçerli olmasa da buna dair emek verenler olduğunu biliyoruz.
“Bu İş Siniklere Göre Değil ‘İyi Gazetecilik Üzerine Konuşmalar’” adlı kitap bize gazeteciliğin zorluklarını, gereklerini ve gerekliliğini deneyimli bir gazetecinin düşünceleri üzerinden anlatıyor. Her dönem tartışılan, bana göre hakikat işçiliği olan bu mesleğin, özellikle Kapuściński gibi ahlâki bir sorumlulukla, iyi bir insan olma çabasıyla yapıldığında ne denli zor olduğunu görmek bakımından bu metin iyi bir okuma olabilir. Ayrıca, dünyanın duyulması gereken hikâyelerinin peşine düşmüş, sessizliği söze dönüştürmüş, türlü baskılara maruz kalmış gazetecileri anlamak ve bu mesleğin özellikle devletlere, otoritelere ve güce yaslanmayanlar açısından ne denli zor ve çileli olduğunu bilmek için.