Hitchcock ve Truffaut sinema tartışıyor: Zaaflar, arzular, yapılamayan filmler...
Truffaut soruyor, Hitchcock yanıtlıyor! Bu nehir söyleşi, iki uzak diyarda yaşayıp ortak bir tutkunun peşinden giden meslek erbabı iki yönetmenin yaptığı güzel sohbetten öte, sinemanın her yönüne dair derin ve çarpıcı fikirlerin okura aktarıldığı bir çalışma olması nedeniyle hala güncelliğini koruyor.
Fransız Yeni Dalgası'nın en büyük yönetmenlerinden François Truffaut’nun Hollywood’un İngiltere’den transfer ettiği “gerilim sineması”nın usta ismi Alfred Hitchcock ile yaptığı nehir söyleşi kitabı Hitchcock & Truffaut, uzun bir aradan sonra Türkçeye bir kez daha çevrildi ve Hayek Kitap tarafından basıldı. Şüphesiz, sinemayla amatör ya da profesyonel olarak ilişki kuran ya da bir şekilde bu sanat dalına ilgi duyan okur için güzel bir haber, diyebiliriz. Dünyada ve Türkiye’de yayımlandığı dönemde oldukça ses getiren ve defaatle baskı yapan bu kitap, iki uzak diyarda yaşayıp ortak bir tutkunun peşinden giden meslek erbabı iki yönetmenin yaptığı güzel sohbetten öte, sinemanın her yönüne dair derin ve çarpıcı fikirlerin okura aktarıldığı bir çalışma olması nedeniyle hala güncelliğini koruyor ve bizce, sinemacının en önemli el kitabı olma özelliği taşıyor.
'KÜÇÜMSEYİCİ TAVIR BENİ ÇOK ŞAŞIRTMIŞTI'
1950’li yıllarda Cahiers du Cinéma’da yazdığı yazılarla okurun ve sinema camiasının ilgisini çeken ve aynı on yılın sonunda 400 Darbe isimli ilk filmini yapan Truffaut, iyi bir çıkış yakalar ve ardından Piyanisti Vurun ve Jules et Jim filmleriyle dünya çapında şöhrete kavuşur. 60’lı yılların başında filmlerini tanıtmak için Amerika’ya gider. “Fransa’da yıllardır büyük bir beğeniyle izlediğimiz Alfred Hitchcock’un filmlerine karşı Amerikalı eleştirmenlerin takındıkları küçümseyici tavrı görmek beni çok şaşırtmış”tı, diyerek ilk izlenimini üzülerek aktarır. Hitchcock’un büyük bir haksızlığa uğradığını düşünür. Buna biraz kendisinin sebep olduğunu düşünse de –zira usta yönetmen onunla röportaj yapan bütün gazetecileri alaya almaktadır- en nihayetinde bir karar verir. Hitchcock’la röportajı kendisi yapacaktır. “Bir kere olsun sanat anlayışı ve yöntemleri hakkında sorulacak gerçekten anlaşılır sorulara doğru dürüst cevaplar vermeyi kabul etse, ortaya çıkacak konuşmayla Amerikalı entelektüellerin gözündeki imajını olumlu yönde değiştirebileceğini hissettim.” Truffaut, kitabın yazılma gerekçesini bu sözlerle anlatır.
Kitap, Hitchcock’un çocukluğundan başlayarak yaşamının dönüm noktalarına değinse de asıl olarak onun sinema anlayışına odaklanır. Gerek filmlerin yönetmeni Hitchcock, gerekse de röportajı yapan Truffaut, “Hitchcock filmleri” üzerine kıyasıya bir değerlendirme yapar. Truffaut, geçmişte yaptığı eleştirmenliğin de deneyimiyle, usta yönetmenin filmlerini çözümlemiş, yönetmen egosunu bir yana bırakarak meraklı bir öğrenci edasıyla onunla tartışmaya girişmiştir. Hitchcock’sa karşısında bulduğu, kendisine hayran bir başka yönetmenle, neyi neden nasıl çektiğini, film yapımının pratik çözümlerini dolaysız bir şekilde aktarır. Kişisel özelliklerini ve yaratım sürecini süzgeçten geçirmeden, doğrudan ve yalın bir dille anlatır. Roman uyarlamalarının piri, “Benim yaptığım, bir öyküyü sadece bir defa okumak ve ana fikrini beğenirsem, kitabı unutarak, sinema yaratmaya başlamak…” sözleriyle “senaryo bulma sürecini” dile getirir. Asıl olarak aradığı şeyi, “Öykü, gerçekleşmesi mümkün olmayan bir şey olabilir, ama asla ilkel olmamalıdır. Dramatik ve insancıl olmalıdır. Zaten drama da sıkıcı kısımları atılmış yaşamdan başka nedir ki!” sözleriyle dile getirir.
'FİLMDE YÖNETMEN TANRI'DIR'
Yukarıda sözü edilen kısımdan sonra ise devreye yönetmenlik girer. Hitchcock sinema yaptığı yıllarda mizansen kurma ve sahne planlama işinde gerçek bir ustadır. Kuşlar, filmi haricinde sette senaryoya müdahale etmediğini ve çok planlı hareket ettiğini söyler. Kafasındaki her şey oturmuştur. “Belgeseldeki temel malzeme, Tanrı tarafından yaratılmıştır. Oysa bir filmde, yönetmen Tanrı’dır. Yaşamı yaratmalıdır” diyerek, kurgu sinemasının sıfırdan bir inşa süreci olduğunun altını çizer. Kameranın, keyfi bir şekilde bir yere konulmadığını ve o sahnedeki duyguyu en iyi şekilde vurgulayıp vurgulamadığı noktasının temel mesele olduğunu dile getirir.
Kitap, hiç kuşkusuz Hitchcock’un yapmak isteyip yapamadığı filmleri, tutkularını, arzularını, zaaflarını ve yanılgılarını da gözler önüne seriyor. Onun, kariyerinin son yıllarına varırken, karşısına Truffaut gibi usta bir sinemacıyı alıp açık yüreklilikle sinema anlayışından bahsetmesi önemlidir. Zira karşısındaki sadece bir yönetmen değil, bir eleştirmendir de aynı zamanda. Sözünü sakınmadan, ne düşünüyorsa dile getirir ve her film, her sahne, her plan için sorular sorar. Bu soruların cevapları Hitchcock’un ne denli büyük bir yönetmen olduğunu ortaya serer.
Son sözü Hitchcock’a bırakalım: “…sinema, dünya üzerinde en çok bilinen ve en kuvvetli kitle iletişim aracıdır. Eğer bir filmi doğru olarak düzenlemişseniz, duygusal açıdan bir Japon izleyici, bir Hintli izleyici gibi aynı anda çığlık atabilmelidir.”