Tayfun Pirselimoğlu: Mesele 'bir şey'i görebilmek
Tayfun Pirselimoğlu'nun yeni kitabı "Çölün Önür Tarafı" İletişim Yayınları etiketi ile okuyucuyla buluştu. Pirselimoğlu ile edebiyat, sinema ve 'tekinsizlik' üzerine konuştuk.
Adalet Çavdar
DUVAR - Tayfun Pirselimoğlu’nun yeni öykü kitabı “Çölün Öbür Tarafı” İletişim Yayınları etiketiyle yayımlandı. Pirselimoğlu’nun çeşitli dergilerde yayımlanan öykülerinin bir toplamı bu kitap. Pek çok sanat dalıyla aynı anda uğraşan bir sanatçı Tayfun Pirselimoğlu, edebiyatının içerisinde de bu çok anlamlılığı elbette görüyoruz. “Çölün Öbür Tarafı” öyküleri huzursuz, tekinsiz... Tam da yaşadığımız zaman gibi. İsimler ve yerler sadece harflerle belirtiliyor. Yazar, bir ismin akla getirdiği bir fotoğraftan okurunu sakınıyor. Her an her yer ve her kişinin başına gelebilecek distopik öyküler... Tayfun Pirselimoğlu ile "Çölün Öbür Tarafı" üzerine konuştuk.
Öyküleriniz tekinsiz ve sıradışı. Bir yandan da her şey gerçek hayatta olup bitiyor. Büyülü gerçeklik dokunuşları taşıyorsunuz. Bu biçimle uğraşmayı neden tercih ettiniz?
Hikâyelerin tekinsiz olduğu doğrudur; zira kendimi böyle bir dünyanın içerisinde hissediyorum. Dolayısıyla, bununla alakalı olarak tasavvurumu besleyen bu dünyanın sorumluluğundan söz etmek gerekiyor. Öyle; akli olanın buharlaştığı, anlamın kaydığı, ya da yok olduğu bir zamanda yaşıyoruz. Bununla da bitmiyor, çok kötü bir şey olacakmış, hem de pek yakında olacakmış ihtimali zihnimizi terk etmiyor. Bu huzursuzluğu derinden hissediyorum ve anlattıklarıma da bulaşıyor. Sorunuzdaki ‘gerçek hayat’ aslında tartışmaya davet eden bir ifade. Nedir bu gerçek hayat? Hikâyelerde bu marazi ‘gerçeği ‘eşelemek yukarıda anlatmaya çalıştığım halle de ilgili; yaşadıklarımız, dimağımızın yetişemeyeceği ölçüde ‘absürt’; ben biraz onu yakalamaya çabalıyorum!
Yine aslında öykülerinizin bugüne dair oluşundan bahsetmek istiyorum. Biz uzunca zamandır “içinde yaşamasak, dışarıdan baksak bayağı trajikomik bir ülkenin içinde yaşıyoruz” diyebiliriz. Bu yaşama biçimi ile gerçek hayat arasında sıkışan insanların dertlerinin de anlatılması gerekiyor elbette. Siz pek çok sanat dalı ile ilgileniyorsunuz bu arada kalma hali bugünün sanatına nasıl işliyor?
Dünyanın hafızasında kötüye gidiş halinden mustarip olunmadığı bir zaman muhtemelen hiç var olmadı. Tedirginiz, huzur bulamıyoruz; bunu anlıyoruz. Lakin, şimdiki bir başka; bu asit dolu havuzun içinde yüzmek zorunda kalmak hakikaten can yakıcı. Siz çıkmaya gayret ettikçe daha derinlere çekiliyorsunuz. Bu havuzun bir deliğinin olduğunu da biliyoruz. Çaresizce o tıpayı arıyoruz.
Bir şekilde devlet mefhumu her öykünüzün bir yerinde geçiyor. Olayların kahramanları genellikle devlet memurları. Bu öykülerin içerisinde yer alan devlet hem çok tanıdık hem çok distopik. Olan ile olması gereken arasında açılan bu büyük ve hızlıca büyüyen çukurun içi sizce zamanla ne ile dolacak?
Devlet vatandaşlarını ehlîleştirdiği ölçüde kendi bekasını garantide hissediyor. Bunun için zamana ve zemine göre koyduğu kuralların ölçüsü de yok. Bu kurallara uyma mükellefiyetinde olan mağdurlar kadar onları uygulamakla görevli olanların hallerini de çok ilgi çekici buluyorum. Nasıl bir zihindir bu? Hakikaten nasıl düşünür, ne için, neyi yapar? Kendisinin de içine düşeceği bu çukuru kazma itaati neye tekabül eder? Bir de o çukur genişledikçe ayağını basacağı yeri daralanlar var. Onlar ne yapıyor? Mehdi ne zaman gelecek? Trajik, o ölçüde de komik bir hal bu.
Öykülerinizi okurken sıklıkla Kafka’ya göndermeler yaptığınızı düşündüm. Özellikle Kafka’nın Dava’sına. Öncelikle Kafka’yı bugün nasıl yorumladığınızı sorabilir miyim?
Yazdıklarımın zemininde bu zamanın absürtlüğünün yer alıyor olması muhtemelen böyle bir soru sorma ihtiyacı yaratıyor. Bu ölçüde bir ‘saçmanın’, bu kadar büyük ‘kaygının’, bu miktarda ‘manasızlığın’ bir araya geldiği bir zamanda başka neden söz edilebilir, bilemiyorum. Bugün cinayet işlemek değil ama yolun diğer tarafında yürümek suç olarak addedilebilir ve siz müphem bir yargılamanın kurbanı olabilirsiniz. Bu politik olduğu kadar ahlaki bir problem ve ben bu zamana denk düşmüş bir yazar olarak bu cinnet halini böyle dile getiriyorum.
Kafka’nın Dava’sında anlattığı bürokrasi ve adalet meseleleri sizin öyküleriniz içerisinde de yer alıyor. Bugünün Türkiye’sinde, kaynayan dünyanın her yerinde sizce “adalet” ve “bürokrasi” kavramları nasıl değişti?
Değişen sadece bu kavramlar değil; ama en çok etkilendiğimiz adalet ve devlet diye de okuyabileceğimiz bürokrasi. Bu hal ‘post-modern’ dönem üzerine kalem oynatanları izahta çaresiz bırakıyor. O yüzden eskatolojik muzipliklere sığınıyorum. Mesele sadece akli olanı kaybetmek değil, yerine konulanın tanımlanamaz olması. Bu bir kaos hali ama aşina olduklarımızdan değil bu; başka bir şey. Örgütlü bir kötülükten söz etmek de yetersiz kalıyor; tersine kestirilemez bir şekilde, korkunç bir süratle yayılan, yayıldığı yeri zehirleyen bir mayi şeklinde hareket ediyor.
Manasızlıkla adaletsizlik arasında ve tabii mana ile adalet arasında nasıl bir ilişki var, bu ilişki kopunca ya da hiç kurulamayınca insanlara ne olur?
Kıyamet kopar. Bu, bir sona geldiğimizin işareti. Bitirmeli ve tekrar başlamalıyız.
Sizce anlamsızlık bir idare biçimimi oldu? Bunu yürüten insanların da giderek anlamlarını kaybetmeleri bu yüzden mi? Bu yüzden mi her şey bir tuhaf her şey manidar?
Problem bu tuhaflığın olağan hale gelmesi. Kıyametin emareleri olan her ne varsa günlük hayatın bir parçası olarak algılıyoruz! Terry Gilliam ile David Lynch’in birlikte yaptıkları bir filmin içerisindeyiz ve hikâye bir sirkte geçiyor. Filmin afişi Hieronymus Bosch’a ait. Tamamen böyle bir hal.
Bu 'manasız ülke dünyanın neresinde ya da gerçekten manasız mı? Bu ülkeye giden yolun taşları nasıl örüldü, asfaltını kimler döktü?
Her yerde ve bu ölçüde bir delilik halinin ancak fatalistik bir açıklaması olabilir! Çünkü kutsal metinlere layık bir mesel gibi duruyor. O zaman bir tufan beklemek de hakkımız olsun.
Sizce bütün bu manasızlık içinde kaybolmamanın yollarından biri bu manasızlığı tasvir etmek mi? Bu dönemi bir nevi tasvir etmek için mi yazdınız bu öyküleri?
Öyle de denilebilir. Burada Eco’yu anmadan edemeyiz. Benim niyetim ile metnin niyeti örtüştü. Ya da öyle umuyorum. Okuyucunun niyeti nedir bilemem.
Öncelikle öykülerinizde mekanların ve kişilerin isimlerinin olmaması sadece bir harf ile hikayenin içerisinde yer almalarının nedeni nedir?
Hikâyelerden birinin dip notunda açıkladım; tehlikeden azade olmakla ilgili bu! Bir başka nedeni de okuyucunun tasavvuru ile alakalı. Her isim bir resmi çağırıyor. Harfin böyle bir sorumluluğu yok.
Hikayelerin yersiz ve zamansız olması, aslında her an ve her yerde yaşanıyor olmalarından ötürü mü?
Öyle. Her an, her yer, herkes.
Peki 'çölün öte tarafındaki ülkenin' öte tarafında ne olabilir? Bu çöl de yolcunun imtihanı mıdır? Yolcu bu imtihandan geçmek için hangi derslere çalışmalıdır?
Toptan cevaplayayım; mesele orada bir ‘şey’ görebilmek; sonrası meşakkatli bir yolculuk.