Kemal Varol'dan 'baba'ya ağıt...
Cümleleriyle gönlümüzdeki çentiklerde parmaklarını dolaştırmasına alışkın olduğumuz Kemal Varol, yeni romanı “Âşıklar Bayramı”nda bu kez hepimizin derin sızısına dokunuyor ve ‘baba’ figürünü ele alıyor.
İnsanın ana-babasıyla hesabı, ölümsüzlük tutkusu gibi. Hem asırlardır süregelen hem de herkesin malumu. Varlıklarıyla yorgun, yokluklarıyla kırgın olduğumuz ana-babamızla aramızdaki bitmek bilmeyen gel-git’leri psikoloji ilmi birçok teoriyle, çıkarımla açıklamaya çalışsa da hepimiz meselenin insanlıktan evvel bir yere uzanacak kadar derinde olduğunu hissediyoruz galiba. Hâl hepimizin malumu da, nedenine kimse vâkıf değil. Bilhassa baba, sanki hem canımızdan hem de bir türlü içimize yerleştiremediğimiz bir parça, evde yerini bulamamış bir eşya gibi huzursuz bir figür çoğumuzun hatırında.
Kemal Varol, tüm bu sebeplerden, yeni romanında da acımızı paylaşıyor, derdimize ortak çıkıyor, içinden çıkamadığımız hallerde bizimle birlikte debeleniyor.
BİR GECE VAKTİ SURİÇİ'NDE ÇALAN BİR KAPI
Sıkıntılı ve uykusuz bir gece vakti Suriçi’nde çalan bir kapı insanın aklına korkunç şeyler, dönüşsüz yollar getirebilir. Ya da en son, ömrünün yarısından daha uzun bir zaman evvel gördüğü bir tanıdığı getirebilir. Avukat Yusuf’un babası Heves Ali’yle yıllar sonra karşılaşması da işte böyle tedirgin ve şaşkın oluyor. Babasını en son ne zaman düşünmüş Yusuf, kim bilir. En son ne zaman gördüğü, aklında ya, o unuttuğunu sanıyor. Ama işte babası öylece bir gece yarısı yeniden giriveriyor hayatına.
Bir âşık Heves Ali. Yıllar yılı memleket memleket dolaşmış, üç telli bağlamasını yanına yoldaş etmiş, deyişlerin, türkülerin peşinde nice dostla bir ömür geçirmiş. Herkesten helallik almak üzere çıktığı yola da evvela oğlu Yusuf’a uğrayarak başlamış. Oğlunun kapısına sanki gece kalacak bir yere ihtiyacı varmış gibi dayansa da Ali’nin bu yolculuğu, dokunup da kırdığı tüm gönülleri almak için.
Evvela sadece bir gecelik bir misafir olarak kabul ettiği sonra sadece otogara bırakıp dönmeye niyet ettiği babasıyla Yusuf, ayrı geçen onca seneye inat uzun bir yolculukta buluyor kendini. Uzun dediysek, illa zamandan kelli uzun olmasına gerek yok. Andan, anılardan sebep uzun, upuzun.
Hesapların açılıp kapandığı, unutulup hatırlandığı, küsülüp barışıldığı, babayla oğulun yeniden belki de ilk kez tanıştığı bir yolculuk bu. Hepimizin hayatının bir döneminde yaptığı, yapacağını bildiği ya da yapamadığı için eksik kaldığı. Bu yüzden Yusuf’un gözünden izlediğimiz yol boyunca, babasına onunla birlikte kızıp birlikte merhamet ediyor ve korkuyoruz. Bu yolda bir evladın babayla hesaplaşması kadar, heyecanına, çocuksuluğuna, süngüsünün düşüp özüne döndüğü anlara da şahit oluyoruz. Söz gelimi çocuğun, kaç yaşına gelirse gelsin babasından ağaçları ve çiçek isimlerini öğrendiği, karşısında bir hayat acemisi olduğunu fark ettiği o an hepimiz için tanıdık.
Sonra bir başka an geliyor, öykü boyunca kendisini babasından ayrı tutmaya çalışan Yusuf’un da gevşediğine ve tıpkı babasına benzediğine tanık oluyoruz. Yolculuğun başında babasıyla arasındaki sadece duygusal değil organik bağı da reddeder gibi inatlaşan Yusuf, bir anda tıpkı babasının o coğrafyadan o coğrafyaya savrulması gibi, gönülden gönüle savruluşunu açık ediyor. Hoş, çok geçmeden Heves Ali’nin de sırf haritalarda ve dost meclislerinde değil, sevdalı gönüllerde dolaştığı anlaşılıyor. Babası geçmişle, yazdığı türkülerle hesaplaşırken Yusuf da susuz kalmış gibi aceleyle senelerce sustuğu kelimelere sığınıyor ve upuzun mektuplar yazıyor. Üstüne, yeni kapılar tıklatmaya çalışıyor.
Ne kadar klasikleşmiş olursa olsun ağlayan bir babanın hüznü burada da yüzümüze çarpıyor: “Dünya, bir köşeye çekilip gözyaşları görülmesin diye gizlice ağlayan bir baba gibi ağırlaşmaya başlamıştı.” (S.136) Kırgın sevdalıların barışma çabası, kavuşma sancısı da: “Kalbinde derin bir çizikle gezenin, günün birinde her ne pahasına olursa olsun yaranın müsebbibini affetmesi kadar kederli ve ağır bir şey yoktu dünyada.” (S.156)
VAROL'UN İMZASI GİBİ BİR MEMLEKET: ARKANYA
Kemal Varol, bu kırık öyküyle aynı zamanda, Doğu’nun tanıdık, bildik yollarını dolaşıyor, dağ köylerine varıyor, güneyden kuzeye değişen havayı sırtında hissediyor. Elbette yolunu yine Arkanya’ya düşürüyor. Kayıpların, kaybedenlerin, kırgınların memleketi Arkanya, Yusuf ile babasının uğradığı pek çok yol ayrımının en keskini. Varol’un imzası gibi bir memleket artık burası. Her öyküsünde eksik bir parça gibi mutlaka yerini bulup yerleşiyor ve hikâye işte o an tamam oluyor. Varol bu anlatıda ayrıca, tıpkı bir pembe dizi gibi ayrıldıkça bitişen yolları ustaca kavuşturuyor.
Sonuç olarak, Heves Ali ile Yusuf’un rotası, ölümünü ilmek ilmek ören bir Marquez karakteri gibi ölüme giden noktaları birleştiriyor. O noktalar birleştiğinde bir ömrün dökümü çıkıyor ortaya. Yusuf babasını her faninin çıkmak isteyeceği bir yola çıkartıyor, bilmeden. Diyarbakır’dan Kars’a uzanan bu yol, sırat köprüsü gibi. Günahlar, sevaplar omuzda, sevenler sevdalılar bir bir göz önünden geçiyor. Sonunda Ali, uçarı gönlünü yere indirip arzu ettiği bayrama, Yusuf da babasına kavuşuyor.
“Âşıklar Bayramı”, hepi topu üç günlük bir anlatı. Tıpkı dünya gibi.