Paris Grand Kafe'den Yılmaz Güney'e: Üçüncü Sinema

1955’te Bandung Bağlantısız Ülkeler Konferans’ında tartışılan ve gelişmiş Batı ülkelerini ve ABD’yi Birinci Dünya, Sovyetler Birliği’ni ve yönetimini idare ettiği ülkeleri İkinci Dünya, geri kalan ülkeleri ise Üçüncü Dünya ilan eden buluşma, Üçüncü Sinema’nın da kuruluşunu müjdeledi. 60’lı yıllarda gelişen toplumsal olaylar, yeni bir dünya ümidi bu sinema anlayışı ile karşılık buldu.

Google Haberlere Abone ol

1895’te, Paris Grand Kafe’de Lumiere Kardeşler’in gösterimini yaptığı Trenin Gara Girişi ile yedinci sanat dalı sinema, insanlık ile buluşmuş oldu. İsmiyle müsemma bir çalışma olan filmin çekimleri, konu itibariyle, tren garında gerçekleştirildi. Dolayısıyla günlük hayatta gerçekleşen bir olayı, olduğu gibi ve gerçeğe sadık kalarak kaydeden kamera, belgesel sinemanın doğuşunu hazırladı. O tarihten sonra sinemada gerçeklik ya da fantezi, gerek biçim, gerekse de içerik olarak hep tartışılageldi.

Sinemanın değişime dönüşüme uğradığı, yeni yeni anlatım biçimleri türediği ilk yıllarda devrim, Sovyet Toplumcu Gerçekçiliği ile başladı. Kurgu ve yönetim hususunda yapılan köklü değişiklikler, sinemanın akıbetini sonsuza dek değiştirirken, baskın olan temel etken ideoloji oldu. Sinemanın ne için var olduğu, ne amaçla kullanıldığı, bu sanat dalının estetiğini de ön plana alarak, yoğun bir biçimde tartışıldı. Lenin, en önemsediğim sanat dalı sinemadır, diyerek ajitasyon trenlerini başlatırken, sinema bilgi taşıma/iletme aracı olarak kullanıldı.

Sonraki yıllarda İtalya Yeni Gerçekçiliği ortaya çıkıp ulusal sinemanın doğuşunu ve yeni bir estetik anlayışını sergilerken, gerçekliğin bir başka yönünü ortaya çıkardı. Sovyet Toplumcu Gerçekçiliği’ni de reddetmeden, basit kurmaca hikâyeler üzerine türetilen sinema senaryoları, dönemin İtalyası’nı, yoksulluğu, umudu ya da umutsuzluğu ve ideolojik bir bakış açısıyla harmanladı ve seyirciye sundu. II. Dünya Savaşı sonrası toplumun ve yılmış, yenilmiş insanın fotoğrafları çekildi.

1955’te Bandung Bağlantısız Ülkeler Konferans’ında tartışılan ve gelişmiş Batı ülkelerini ve ABD’yi Birinci Dünya, Sovyetler Birliği’ni ve yönetimini idare ettiği ülkeleri İkinci Dünya, geri kalan ülkeleri ise Üçüncü Dünya ilan eden buluşma, Üçüncü Sinema’nın da kuruluşunu müjdeledi. 60’lı yıllarda gelişen toplumsal olaylar, yeni bir dünya ümidi bu sinema anlayışı ile karşılık buldu.

Üçüncü Sinema, Battal Odabaş, 256 syf., Agora Yayınları, 2013.

SİNEMANIN DÖNEMLERİ

Agora Yayınları’ndan Battal Odabaş imzası ile çıkan Üçüncü Sinema kitabı, bu sinema anlayışının varoluş ve biçimlenişini açıklamaya girişiyor. Arjantinli iki sinemacı, Fernando Solanas ve Octavia Getino’nun Kızgın Fırınların Saati (belgesel) ve Üçüncü Sinema başlıklı manifestosu ile başlattığı bu akımı, Sovyet Toplumcu Gerçekçiliği’nden ve İtalyan Yeni Gerçekçiliği’nden bağımsız düşünmek mümkün değildir. İlki, yapılmış devrimi kayda alıp insanlığa anlatırken, ikincisi yıkımın ve hayal kırıklığını konu alır. Üçüncüsü (yani Üçüncü Sinema) bu yıkıma karşı mücadeleyi amaç edinir. “Kamera, görüntü-silahlarının yorulmak bilmek alıcısıdır; projektör, saniyede 24 kare ateş edebilen bir silahtır.”

Herhangi bir konuya, bir türe ya da bir biçime sabit kalmadan, militan sinema, gerilla sineması ya da direniş sineması olarak da tanımlanan bu sinema akımı, film mektuptan broşür filme kadar, geniş bir yelpazeyi kapsar. Üçüncü Dünya olarak bilinen bölgeden öte, “Birinci Bölgede” yaşayan ve bu anlayışa sahip çıkan sinemacılar tarafından da icra edilebilir. Yukarıda konu edinen sinema akımlarından mekânsal olarak da ayrılır Üçüncü Sinema.

Gerek biçimleniş, gerekse de gerçeği ele alış tavrıyla, her iki akımın da ötesine geçen ve sinemanın değişen dönemi ve radikal bir düşüncenin içeriği ile daha militan ve daha provokatif bir itkiyle önceleme ihtiyacı hissirden yönetmenlere, zamanla pek çok kişi katıldı.

Türkiye’den Yılmaz Güney’in de dâhil edildiği Üçüncü Sinema akımında, “…Brezilya’dan Glauber Rocha, Bolivya’dan Jorge Sanjines, Senegal’den Ousmane Sembêne, Şili’den Miguel Littin…” gibi yönetmenler yer alır. Bu akımın takipçisi olan yönetmenler, çoğu zaman devlet tarafında kovuşturmaya uğrarken, filmler yasaklandı, sansürlendi. Üreticileri, ya öldürüldü ya cezaevine konuldu ya da ömürleri sürgünde geçti.

Odabaş, kitabında daha derin bir bakış açısıyla konu edilen kavramı incelemeye çalışırken, bu sinemanın dünyadaki ve Türkiye’deki örneklerine yer veriyor. Solanas’ın ve Getino’nun kaleme aldığı Üçüncü Sinema Manifestosu’nun tamamını yayımlayan kitap, Türkiye’den de bu akımın takipçilerini irdeliyor ve açıklamalarına yer veriyor.