Tavan’da asılı kalan...
Rober Haddeciyan'ın kaleme aldığı Tavan’ın zor bulunur bir denge yakaladığı kanısındayım. Bir yanıyla, düşünceli, orta sınıftan iyi, makul ve sıradan bir adamın hikâyesini sunuyor. Onun ince tartısında ortalama mutlu ve fırtınasız bir hayatın incelikleri arasında bizi dolaştırıyor.
Mehmet Fatih Uslu
İsim okurların pek çoğuna tanıdık gelmeyebilir ama Rober Haddeciyan, İstanbul Ermeni toplumunun önde gelen ve derinden saygı duyulan mütefekkirlerinden biri. Hatta 1926 doğumlu yazarın İstanbul’daki Ermenice entelektüel hayatın en üretken kalemi olduğunu söyleyebiliriz. Şehirde hâlâ yayımlanmakta olan iki Ermenice gazeteden biri olan Nor Marmara’nın yayın yönetmenliğini de yapan 93 yaşındaki Haddeciyan’ın tiyatro, şiir, deneme, roman, eleştiri hatta edebiyat tarihi gibi alanlarda kaleme aldığı onlarca cilt eseri var. 1946’dan beri İstanbul’da yazıp yayımlayan, yazarlık hayatı yetmiş yılı aşmış bir kültür emekçisi, bir “gizli” hazine var karşımızda.
Ermenice edebiyatla ilgilenen bir araştırmacı olarak Haddeciyan’ın daha önce Ermenice edebiyat üzerine bazı yazılarını ve kitaplarını okuma fırsatım olmuştu. Bu yazılarda, onun kültürün sınırlarını inşa eden ve koruyan, toplumunun birikimini derlemeyi ve anıtsallaştırmayı görev bilen bir münevver olduğunu düşünmüştüm. Major dile uyum sağlayan, kendi minör kültür alanı giderek daralan ve anadilini tedricen kaybetmekte olan azınlıklarda bu tür bir entelektüel rolünü sık görürüz. Gazeteciler/edebiyatçılar bilinçli ya da bilinçsiz babasız milletin babalığına, hudut savunuculuğuna soyunurlar. Bu sırttan atılması kolay olmayan bir entelektüel yüktür ve çok zaman onları belli biçim ve üslup sınırlarına hapseder.
Ermenicede ilk olarak 1983 yılında yayımlanan Tavan bu bağlamda beni şaşırttı ve Haddeciyan hakkındaki izlenimimin yanlış ya da en azından fazlasıyla indirgenmiş olduğunu düşündürttü. Çağının roman bilgisini hazmetmiş modern bir romancı vardı karşımda zira.
Tavan birinci tekilden aktarılan ve yer yer günceyi anımsatan bir anlatı yapısına sahip. Anlatıcı yaşadığı kaza sonucu felç geçirmiş ve yatağa mahkûm olmuş 60 yaşında uzun yıllar esnaflık yapmış İstanbullu bir Ermeni bey. Henüz metnin başında bize tam yedi ay on iki gündür bedenini hareket ettiremeden, “sırtını yataktan kaldır[madan]” (11) yattığını söylüyor. En çok yaptığı şey –biraz da mecburiyetten tabii– tavana bakmak.
Minimalist bir metin Tavan. Sadece tek bir mekânda geçiyor: İstanbul’daki bir Ermeni hastanesinin hasta odasında. Anlatı zamanı birkaç haftalık bir süreyi kapsıyor. Mekânın darlığına koşut oldukça kısıtlı bir kahraman kadrosu var. Anlatıcının dışında, onu neredeyse her gün ziyarete gelen kızı Satenik ve anlatıcının odasını paylaştığı diğer hastalar (önce Margos adlı yaşlı bir adam, sonra küçük Aramik ve ona eşlik eden annesi Alis) metnin ana karakterleri.
Bu şekliyle Tavan’ı bir durma ve bekleme metni olarak düşünebiliriz. Metin akarken anlatıcımızın gördüğü ve yaşadığı çok az şey var. Birileri kendi dertleriyle meşgul halde yanındaki yatağa gidip geliyor, o onları izliyor, gidip gelenlerle bir düzeyde diyalog kuruyor ama son kertede herkesten farklı olarak yatağa çakılmış halde bekliyor: “Yedi ayda sekiz-on arkadaşım oldu. Herhalde daha sekiz-on kez başkaları gelip gidecek. Ben yatak ya da sandalye gibi burada kalıcıyım” (26).
Metnin bu haliyle keskin bir mekân-zaman-kahraman darlığı içinde nefes alıp verdiği sanılabilir ama bu doğru değil. Başlarken önümüze koyulan bu statik hâl, anlatıcı hafızasının canlılığı ve gözlem kabiliyetinin kudreti ile kırılıyor. Hatırlama dinamiği romanın bu durma ve bekleme halini tersten güderek metne hareket katıyor. Hatta sürgit bir durgunluğun içinde anlatıcının zihninin geçmişe doğru süzülüşünü çok daha berrak izleme fırsatına kavuşuyoruz. Bu geçmişe dönüş, tek bir dinamiğin ya da hissin hâkimiyetinde de değil. Ne nostalji ne hesaplaşma baskın, ne de özlem veyahut nefret. Çeşitli hislerin ve tatların iç içe geçtiği bir kolaj daha çok karşı karşıya olduğumuz.
Bütün bu zorlu halin içinde, aslında başına gelen facia karşısında dayanmayı beceren bir kahramanımız var. Ömer Türkeş’e göre, “Ciddi bir eğitim almamasına rağmen kendi kendini yetiştirmesini bilen, hayat görüşü olan, hassas, zarif ve yalnızlık korkuları çeken bir adam o”. (1) Ama başına gelen karşısında ahlayıp yazıklanmıyor. Nispeten soğukkanlı hatta. Bu akışın yumuşaklığı içinde, onda apaçık gördüğümüz hatırlama ve hissetme kanallarının açıklığını düşünceye hâkimiyeti tamamlıyor. Ölçüp tartan, bundan zevk alan bir göz kuruyor metni böylece.
Kalp krizinden kaybettiği çok sevdiği “Anadolulu baba”sı, bir yeni-İstanbullu olarak kendisi, nispeten genç yaşta kaybettiği güzel-iyi karısı Verjin bu hatırlamanın içinde kuvvetli izlerle beliriyorlar. Küçük ve mutlu bir yaşam bu. Dar ve korunaklı bir alanın içinde sessizce geçirilmiş. Eksikleri umursanmamış (umursanmaya cüret edilmemiş belki de). Hasta odasında yaşananların ilham ettiği hisler bu küçük yaşamın üstü örtülmüş eksiklerini ortaya koyuyorlar biraz da. Oğlunun başında bekleyen Alis Hanım’ı gözledikçe nasıl cinsel açıdan tatminsiz bir hayat yaşadığı aklına düşüyor örneğin anlatıcımızın. Bir yanda şaşırtıcı şekilde içindeki yaşam ırmağının akmaya devam ettiğini görmek var bunda, öte yanda hayatı boyunca arzularını susturarak yaşamayı nasıl becerdiğini.
Romandaki ilginç noktalardan biri tüm bu yatağa mahkûmiyete neden olan olay. Anlatıcımız bir 4 Ocak günü eşe dosta Noel hediyesi (Ermeniler 6 Ocak’ta kutluyor Noel’i) almak için dükkânından çıktığında bir muz kabuğuna basarak düşüyor. Ne bir günah, ne bir suç var ortada. Ne hata ne ceza. Olan trajik değil. Hatta neredeyse komik. Kötü bir sürpriz sadece. Kendi küçük, sessiz, dar yaşamına uygun düşen bir kötü sürpriz.
Bütün bu facia anını, öncesi ve sonrasıyla, tekrar tekrar yaşıyor anlatıcımız. Tavana bakarken saniye saniye, nokta nokta “felaket”ini, bu felaketten önceki yaşamını, bu yaşamda hissi manada onda belirleyici olmuş anları ayrıntılarıyla zihninde yeniden var edip inceliyor.
“İnsan, feci bir felaketin ardından geri dönüp baktığında felaketten önceki dakikaların aldatıcılığı karşısında dehşete kapılıyor. Evet, aldatıcıdır o dakikalar, hiç belli etmeksizin bir anda uçuruma dönüşen yollara benzerler. O dakikaların hassaslığı ve gevşekliği dehşete düşürüyor insanı. Kim bu gevşeklikten kuşkulanabilir ki?” (53)
Romanın bu çok leziz kısımlarında alttan altta bir sorunun yükseldiğini ve metnin yakasında asılı kaldığını hissetmeye başlıyoruz: O, ne zaman bir seyirci olmanın ötesine geçmiştir ki zaten?
“Verjin ‘Bitti’ sözüyle babamı kastettiğimi sanmıştı. Oysa babamın hayatıyla birlikte sona eren başka şeyleri anlatmak istemiştim. Açıklamaya girişmedim. Zaten istesem de açıklayamazdım. Başımı cama dayayıp saatler boyunca sokağı seyrettim. […]” (36)
Anlıyoruz ki, susarak, devam ederek, konuşma kudretinin peşinden koşmayarak, elinde olanın değerini bilerek, uyum sağlayarak yaşayıp gitmiş hep. Acılı sonları, “sürpriz” başlangıçları, hayatını toptan değiştiren “şok”ları –belki de tavana bakan, bedenini hareket ettiremeyen bir felçli gibi– kabullenerek:
"Ben gözlerimi burada açtım, bu şehre aitim. Ama biraz önce gözlerini yuman babam buraya ait değildi […] O köyde dünyaya gelmişti. Ben onun köyünü hiç görmedim ve göremeyeceğim. […] Gözlerimi bu şehrin banliyölerinden birinde açtım ben. Yeni olduğunu ancak on beş yıl sonra anlayabileceğim baba evinde dünyaya geldim. Şehirdeki yuvamızda, köydeki evlerimizden sonuncusunun lambası hâlâ yanıyordu. İşte o gece, bu lamba sönmüş, Anadolu’da başlayan hikâye babamın ölümüyle son bulmuştu.” (36-37)
Bu haliyle roman iki felç hali arasında, yaşarken –belki de fark edilmeden– tecrübe edilen soyut felç ile somut felç arasında sessiz ve okura alan açan bir diyaloga dönüşüyor. Bir “şok” sonrası kapısını açan ve kahramanımızı yatalak bir hayata mecbur bırakan “felaket”, onun hissiyat âlemini en dipten ve keskince belirleyen daha derin ama susturulmuş bir “Şok” ve “Felaket”in işaretlerini okuma imkânını –hem anlatıcı hem biz okurlar için– mümkün kılıyor.
Bu bakımdan Tavan’ın zor bulunur bir denge yakaladığı kanısındayım. Bir yanıyla, düşünceli, orta sınıftan iyi, makul ve sıradan bir adamın hikâyesini sunuyor bize. Onun ince tartısında ortalama mutlu ve fırtınasız bir hayatın incelikleri arasında bizi dolaştırıyor. Ama öte yandan “işaret avcısı” okuru, tavana bakan kahramanımızın kendi halini ve hayatını seyrinde beliren “Felaket”in aslında ne olduğunu sorgulamaya davet ediyor: Kim bu yatakta yatan? Tavan’da asılı kalmış olan ne?
Yazıyı ilginç bir notla bitireyim: Tavan Türkçeye, Ermenice yayımlanışından on dört yıl sonra 1997 senesinde çevrilmiş ve Telos Yayınevi tarafından basılmış. Türkiye’de üretilen Ermenice edebiyat adına bunun oldukça nadir görülen bir durum olduğunu söyleyebiliriz. 2018’de çıkan yeni baskı aynı Anahid Hazaryan çevirisinin gözden geçirilmiş hali. Bugün artık Osmanlı ve Türkiye sınırları içinde yazılmış Ermenice edebiyat hakkında bilgimiz yirmi yıl öncesine göre çok daha fazla. Aras Yayıncılık, Tavan’ı, romanın Türkçede gün yüzüne çıkmasından uzun seneler sonra yeni bir baskıyla okura sunarak, yine değerli bir katkıda bulunuyor.
Dipnot:
- Ömer Türkeş. “Yaşlı Bir Adamın Güncesi”, Hürriyet Kitap Sanat, 2019.