Mahcubiyet ve Haysiyet arasında

Dag Solstad’ın Yapı Kredi Yayınları tarafından, Banu Gürsaler Syvertsen çevirisi ile basılan, “Mahcubiyet ve Haysiyet” adlı kitabı birey ve toplum arasındaki derin çelişkiyi gözler önüne seriyor. Metin, kişisel yüzleşme, cesaret edilemeyenin bireyin üzerinde bıraktığı etki, olmak istenen ile olunan arasındaki çelişki ve istenen kişi olamayınca başkasının gölgesinde bir yaşama mahkûm olmak gibi temalar üzerinden bize bireyin toplum içerisindeki varlığına bakma imkânı sunuyor.

Google Haberlere Abone ol

İnsan toplum içerisinde varlık gösterebilmek için farklı maskeler takmak zorunda kalır. Asıl aklından geçen ile bulunulan ortama uygun davranmak için dile gelen arasında genellikle fark vardır. Çünkü özne katıldığı grup tarafından onaylanmak, kendisini oraya ait hissetmek ister. Bu nedenle yaşam farklı benlik sunumlarıyla doludur. Kendisi gibi olmak ile topluma, sisteme, bağlı hissettiği ulusa ‘uygun’ olmak arasında savrulan birey için işler kolay olmaz. Reddetme gücü olmayan, verili olan ile yetinen, kendisini ait hissetmediği durumlara uymak zorunda kalan birey için işler çok iyi gitmeyebilir. Bu da kaygılı bir benliğe, korkak, sinik bir varlığa kapı aralar. Çünkü birey toplum içerisinde varlığını sunabilmek için devamlı ‘performans’ göstermek zorundadır, ona dönük gözler yaşamını belirlediğinde bu kendisinden uzak başkalarına odaklı bir yaşam anlamına gelir genellikle.

Dag Solstad’ın Yapı Kredi Yayınları tarafından, Banu Gürsaler Syvertsen çevirisi ile basılan, “Mahcubiyet ve Haysiyet” adlı kitabı birey ve toplum arasındaki derin çelişkiyi gözler önüne seren ve yukarıda bahsettiklerimizle bu bakımdan ilişkilenen bir metin. Kitap, lisede öğretmenlik yapan Elias Rukla’nın toplum ve kendisi arasında kalan varlığını konu ediyor. Metin, kişisel yüzleşme, cesaret edilemeyenin bireyin üzerinde bıraktığı etki, olmak istenen ile olunan arasındaki çelişki ve istenen kişi olamayınca başkasının gölgesinde bir yaşama mahkûm olmak gibi temalar üzerinden bize bireyin toplum içerisindeki varlığına bakma imkânı sunuyor.

Dag Solstad

ELİAS RUKLA 

Kitabın başkarakteri Elias Rukla, işini aksatmadan yapan, rutin bir yaşam süren, müfredata uygun metinler üzerinden dersini işleyen bir edebiyat öğretmeni, kurallara uyan sıradan bir yurttaş olarak karşımıza çıkıyor. Bir gün Henrik İbsen’in “Yaban Ördeği” metnini her zamanki rutini içerisinde işlerken, daha önce fark etmediği bir ayrıntı nedeniyle epey heyecanlanıyor. Ancak karşısındaki öğrenciler için bu heyecanın, öğretmeni “normalinin” dışına çıkaran keşfin, hiçbir anlam ifade etmemesi, karakteri; toplumu, sistemi, yurttaş olmayı ve kendi yaşamını sorgulamaya itiyor. Bu farkına varma hâli onu yaptığı her şeye yabancılaşma hissiyle buluşturuyor ve bu aynı zamanda metnin kırılma ânını oluşturuyor.

Karakterimiz Elias Rukla’nın, kendisine dikilen öğrencilerin gözlerinden, onların sıkıntısından ve içinde bulunduğu durumdan dolayı duyduğu rahatsızlıktan, kimseye söz edememesi nedeniyle düştüğü hâl, onun bir kriz yaşamasına sebep oluyor. Çünkü onun içinde bulunduğu duruma uygun olarak göstermek zorunda olduğu ‘performans’ ülkesinin edebiyat metinlerini, elbette müfredata da uygun olarak işlemeyi, öğrencilerin sıkıntısını dert etmemeyi, içinde fırtınalar kopsa da dışarıda içinde bulunduğu ortama uygun rolü oynamayı gerektiriyor. Elias Rukla’nın İbsen’in öyküsünde keşfettiği ayrıntının kendisi dışında kimsede heyecan yaratmamasının da etkisiyle başladığı yüzleşme, onda geçmişe dönük bir hesaplaşmaya neden oluyor. Okuldan çıkınca, şemsiyesini bir türlü açamaması içerisindeki öfkeyi dışarıya yansıtarak şemsiyeyi parçalamasıyla sonuçlanıyor. Bu ayrıntı önemli bence çünkü şemsiyenin dağılmasının temsil ettiği şeyin tüm kitaba yayılan sorgulamanın göstergesi olduğunu düşünüyorum. Elias için bu eylem, toplumun, okulun, sürdürdüğü yaşamın ve benliğinin parçalanmasını imliyor. O bir anlamda şemsiyeyi hırçın bir şekilde vurup, dağıtırken, bu arada etrafında toplanan öğrencilere hiç söylememesi gereken sözler söylerken, toplumsal gözetimi, verili rolleri, mutsuz yaşamını yok etmeye çalışıyor. Çünkü bu tavrının onu ‘toplum dışı’ birisi yaptığının, artık kıt kanaat geçindiren maaşını almayacağının ve eşi dâhil her şeyini kaybedeceğinin farkında. Yani sosyal yaşam içerisinde sergilemesi gerekenin dışında gösterdiği tavrın, içinde bulunduğu grubun onayını alamayacağını biliyor.

Mahcubiyet ve Haysiyet, Dag Solstad, çevirmen: Banu Gürsaler Syvertsen, 108 syf., Yapı Kredi Yayınları, 2018.

BAŞKASININ 'BEN'İNDE VARLIK OLMAK

Elias’ın yaşadığı bu kırılma ânı onu sonrasında geçmişe dönük bir sorgulamaya itiyor söylediğimiz gibi. Karakterin kitap boyunca bahsettiklerinden anladığımız kadarıyla, hayatı boyunca sinik bir varlık gösteriyor. Varolmak, kabul görmek için hep bir başkasına ihtiyaç duyuyor. Entelektüel ortamlarda bulunmak, muhabbetin bir parçası olmak, kendini göstermek istiyor ama çoğu zaman geri planda kalıp, dinleyen pozisyonunda olmayı tercih ediyor. Öğrencilik yıllarında tanıştığı felsefeci arkadaşına duyduğu hayranlık, bir bakıma onun gerçekleştiremediği benliğinin bir yansıması gibi bana kalırsa. Elias, Kant üzerine çalışan, geleceği parlak görünen, herkesin takdirini, saygısını kazanmış arkadaşının varlığını, kendisini toplum içerisinde var etme biçimine dönüştürüyor. Onun önüne geçmek gibi bir kaygısı yok, yanında görünmek, onun tarafından başkalarına gösterilmek kendisini tatmin etmek için yeterli görünüyor. İşte bu nedenle onun varlığı genellikle birilerinin gölgesinde kalıyor ve onun kendi benliğini gerçekleştirmesine engel oluyor.

Bu akla George Herbert Mead’in “ferdi ben” ve “sosyal ben” hakkında işaret ettiklerini getiriyor ona göre: “Eğer kişi toplumda konumunun ne olduğunu biliyorsa ve kendisinin belirli bir işlevi ve ayrıcalığı olduğunu da düşünürse, bunların tamamı ‘ferdi ben’e göre tanımlanır, fakat ‘ferdi ben’ bir ‘sosyal ben’ değildir ve ‘sosyal ben’ olamaz. ‘Ferdi ben’ kişinin ilgi odağında değildir; kendimizle konuşuruz ama kendimizi görmeyiz. ‘Ferdi ben’, diğerlerinin tavırlarının alınmasıyla oluşan benliğe tepki verir. Bu tavırları alarak ‘sosyal ben’i yaratırız; ‘sosyal ben’e de ‘ferdi ben’ olarak tepki veririz” (2017: 196).

Elias’ın tepki geliştirememesi, kendisiyle konuşup, düşünüp bunu ifade edememesinin düşündürdüğü onun bir ‘sosyal ben’ yaratamadığını gösteriyor, kendisini ‘ferdi ben’ olarak tanımlayabiliyor belki ancak benliğin gerçekleşmesi için gerekli tepkiyi geliştiremiyor, diğerlerinin tavırlarını kendisinde içselleştiremiyor ve bu nedenle her ne kadar istese de ‘sosyal ben’e ‘ferdi ben’ olarak tavır geliştiremiyor. Bu onun tüm yaşamını etkiliyor, öyle ki âşık olduğu kadın bile kendisini sosyal yaşamda temsil eden felsefeci arkadaşının karısı. Ama o bununla da yüzleşemiyor ve ancak arkadaşı karısını terk ettiğinde onun yerine geçerek kendisini tatmin edebiliyor. Karısı Eva onun için başka anlamlar da taşıyor, çok güzel bir kadın olması kendi “ben”ini gerçekleştiremeyen Elias için, onu toplum içerisinde gösteren bir nesne işlevi de görüyor.

AŞAĞILIK KOMPLEKSİ Mİ?

Benliğin çoğul olduğu ve bir süreç içerisinde, deneyimlenerek, başkalarıyla iletişime geçerek, oluştuğu düşünülürse, Elias üzerinden konuya bakabiliriz. Elias, kurduğu ilişkilerde kendisi olarak varolamıyor, deneyimlerden payını alamıyor, süreç onun dışında işliyor gibi hissediyor ve bana kalırsa onun grup içindeki ‘performansı’ bu nedenle genellikle kendisine dair olandan çok başkalarına yönelik olandan besleniyor bu da onun bir nev-i ‘aşağılık kompleksi” olduğuna işaret edebilir. Çünkü yine Mead’e göre: “Kendimize ait olan ya da ait olmasını istediğimiz becerileri, en azından hayal dünyamızda açığa çıkararak sanattan, aşk romanlarından, etkileyici resimlerden büyük zevk alırız. Aşağılık kompleksi, gerçekleştirmek istediğimiz fakat gerçekleştiremediğimiz isteklerden kaynaklanır, aşağılık kompleksi aracılığıyla kendimizi bunlara uyarlarız” (2017: 220). Elias sevdiği romanlarla ki Musil, Mann, Proust, Kafka gibi yazarları seviyor, onların gerçekleştirdiğinde kendini buluyor hâttâ Thomas Mann tarafından romanının yazılmasını arzuluyor. Ayrıca ilişkilerinin başkasının gözünden varlığını tanımlayabilecek şekilde geliştirmesi, kendi başaramadıklarını başaranların yaşamına özenmesi ve fırsat bulduğunda mahcubiyet duyacağını bile bile başarılmış bir şeyin üzerine konması (arkadaşının evliliği gibi) bunun göstergesi oluyor.

VARLIK BİÇİMİ OLARAK KAYGI 

Dag Solstad’ın karakteri öğretmenler odasında kendisini ifade edemiyor, ilişkiye geçemiyor, anlaşılmayacağını düşünüyor, aynı heyecanı paylaşacağı insanların yokluğundan dem vuruyor, boğuluyor, sıkılıyor ama değiştirmek konusunda da adım atamıyor. Örneğin; okuldaki matematik öğretmenini yemeğe çağırmak için günlerce kafa patlatıyor ve bunu bile beceremiyor. Oysa ait olmadığını, anlaşılamadığını düşündüğü öğretmenler odasında iletişime geçebileceği bir öznenin sinyallerini aldığı matematik öğretmeni, onun arzu duyduğu ortamı sağlayabilecek tek kişi belki ama onu ve eşini bir akşam yemeğinde ağırlamak Elias’ın kaygılı varlığına çok geliyor. Onun verili rolleri yerine getiren, sorumlu bir yurttaş, memleketinin edebiyatını gençlere öğreten ve vatandaş olmanın şartlarını yerine getiren bir yaşam tercihi de bununla ilgili bana kalırsa. Çünkü sürdüğü yaşam oldukça çelişkiliyken, o aslen olmak istediğine bir türlü cesaret edemiyor. Kendisini sorguladığı süreçte benliğini gerçekleştirememiş bir bireyin kaygılı hezeyanlarıyla karşılaşıyoruz. Bu aynı zamanda kendisini hayatta başarısız gören ancak arzuladığı şeye ulaşmak için de –kriz ânındaki sorgulamaya kadar- herhangi bir çaba göstermeyen, yaşamı ona verdikleriyle anlamlı kılan, onu aşmak için bir şey yapmayan bir bireyin yansıması olarak da değerlendirilebilir. Karakterin bu tereddütlü varlığı onun tercihi gibi, o aslında kaygılarını bir varlık biçimine dönüştürüyor. Tüm sorgulamalarına rağmen, endişe duyduğu tek şeyin kendisine adeta verilmiş bir yaşamı kaybetmek olması da belki bununla ilgili. Çünkü kaygı onun varlık biçimi hayattan almak istediği hazzın önüne kurduğu set belki de.

Dag Solstad’ın “Mahcubiyet ve Haysiyet” kitabı farklı bağlamlarda tartışılabilecek bir metin. Kişisel bir hesaplaşma metni gibi ancak başkarakterin kendisinden çok başkalarıyla yüzleştiği bir kitap olarak da okunabilir. Çünkü karakter okun yönünü daha çok dış çevreye çeviriyor ve kitabın başlığının da belirttiği gibi başkalarına karşı duyduğu, kendi davranışlarının sebep olduğu mahcubiyet ve haysiyetli bir birey olmak arasında kalıyor. Parçaladığı şemsiye ile “toplum dışına itilmesi”ni dert ediyor, yine kendi arzularını, aslında ne istediğini sorunsallaştıramıyor. Tüm bunlar düşünüldüğünde kitap birey ve toplum arasında gerçekleşemeyen yüzleşmeyi imliyor. Her şeye rağmen her durumda, onun dışına itilmiş hissetsen de varlık kaygısının toplumla ilişkili olduğunu anımsatıyor.

KAYNAK

  • Mead, G. H., (2017), “Zihin, Benlik, Toplum”, (Çev. Yeşim Erdem), Ankara: Heretik.