İran'da din ve devlet nasıl buluştu?
Tarih akademisyeni Behrooz Moazami’nin kaleme aldığı İran’da Devlet, Din ve Devrim, Batılı ekolün kullandığı anlamıyla modernleşme ve klasik Weberci devlet tanımlarının yarattığı anlayışından farklı olarak, İran’ın kendine has dinamikleri olduğunu gözler önüne seriyor.
Zeynep Gökçen Satık
İslam coğrafyasının vazgeçilmez aktörü İran, özellikle son dönemde, Donald Trump’ın 2015 yılında yapılan uluslararası anlaşmadan tek taraflı olarak mayıs ayında çekilmesiyle birlikte bir kez daha gündeme oturdu. Salt Amerika ve İran’ın meselesi olmayıp, aksine tüm bölgenin ekonomik ve siyasal geleceğini etkileyecek bu olay, Ortadoğu üzerinde yeni gelişmelere yol açarken bir kez daha bölge araştırmalarının önemine de dikkat çekiyor.
1990’da rejime muhalefeti sebebiyle Amerika’ya göç eden, ünlü İranlı tarih akademisyeni Behrooz Moazami’nin İran’da Devlet, Din ve Devrim kitabı, bu açıdan günceli anlamaya yardımcı olacak bir eser. Kendisinin de Türkçe basımı için yazdığı önsözde belirttiği gibi “İran’daki 1979 Devrimi’nin İslamileşmesinden dolayı kapıldığı hüsranın sonucu” olan bu eser, ülkenin nasıl İslamileştiğini anlamamızı sağlayacak bir çalışma olarak karşımızda. Kitabın, bir ülkenin iki yüzyıllık tarihini çok sade ve önemli noktalarla anlatmasının yanı sıra dikkat çekici bir özelliği daha var: İran İslam Devrimi'nin öylece ortaya çıkmadığını, aksine bunun ülke tarihinde köşe taşı olarak kabul edilebilecek olaylar silsilesinin zorunlu bir sonucu olduğu tezini doğrulayacak bir kronolojik sağlama ile yazılmış.
Anlatımını 1796 yılından başlatan ve Kaçar Hanedanlığı’nın iktidarından bu yana yaşanan gelişmeleri anlatan eser, bir tarih kitabı olmasının yanında, kıymetli sosyolojik tespitler içeriyor. 3 kısım ve 7 bölümden oluşan kitap, ilk bölümlerde Kaçar Hanedanı’nın merkezî bir otorite olarak, uzun yıllar çözülmeden yaşayabilmesini bir çeşit yönetimsel efsun olarak açıklamasının yanında sembolik bir anlam taşıdığı için sürdüğünü belirtiyor. Çünkü asıl güç kralda olsa da, askerî ve maddi birlikler, alt parçalar olan yerel idarelerde toplanmıştı. Pehlevi Hanedanı'na geçen iktidara kadar da meşrutiyet isteklerine karşı yabancı güçlerden siyasi ve askerî destek almaları bu tezi doğrular. Yazar, süreçleri anlatırken ulemanın o dönemde aktör olarak bile oldukça silik ve hayırseverlerin bağışları ile varlığını sürdüren bir grup iken nasıl bu kadar güçlü bir konuma geldiği sorusunu her bölümün sonunda yeniden ve ısrarla soruyor. Ulemanın varlığının, devlet denilen kurumsal yapının oluşumu sürecinin hem ayrılmaz bir parçası hem de bir sonucu olduğu tezini öne sürüyor. Yani aslında İran İslam Devrimi’nin öylece gökten zembille inmediğini, İslam’ın ve özellikle Şiilik bazında İslam’ın, İran devlet yönetimi pratiğinin ayrılmaz bir parçası olduğunu tarihsel kanıtlarla destekliyor.
DÖNEMİN KÖŞE TAŞLARI
Moazami, ulemanın ve Şiiliğin yönetimde güçlü bir aktör olmasına giden sürecin önemli köşe taşlarını belirli bir mantık çerçevesine oturtuyor. Kaçar Hanedanlığı’nın merkezî otorite kurmaktaki eksikliği, 1921 ve 1953 Darbeleri, 1920-1922 yılları arasında İngiltere'nin Irak'ı işgal etmesiyle İran'a sürgün olarak gönderilen Şii ulemaların süreci lehine çevirecek manevraları bu iddianın çatı kısmını oluşturuyor. Ayrıca ulusal kimlik oluşturulması ve kamu ahlakının biçimlendirilmesinde Şii ulemanın ideolojik olarak karşısında duran sol ve liberal görüşlerin yetersiz kaldığını da itiraf ediyor Moazami. 1953 Darbesi’ne kadar olan ilk iki bölümde ulemadan hiç söz edilmiyor, çünkü gerçekten yönetimin yerel elitler ve askerî unsurlar arasında paylaşılmış bir iktidardan ibaret olduğu tezi, yönetimde söz sahibi olan isimler üzerinden detaylıca açıklanıyor. Ulema bu sürece kadar daha çok yerel elitlerin bir danışma mercii gibi hizmet veriyordu. Bu vasfını aşacak bir konuma ulaşmaları, halkın gözünde saygınlıklarını arttıran bir sıçrama noktasıyla, 1891-1892 yılları arasında Tütün Rejisi’ne karşı halkın yararını gözetecek şekilde durmalarıyla oluyor. Bu duruş oldukça önemlidir, çünkü o sürece kadar varlıklarını daima merkezî gücün yanında konumlanarak korumuşlardı. Bu olay sonunda artık ulema siyasi bir aktör olarak sahneye çıkmaya başladı ve 1921 Darbesin’deki tavrıyla da güçlenmeye başladı.
Moazami, dinî otoritenin güçlenip kurumsallaşması için gerekli ortamın ancak bir siyasi otorite boşluğunda oluşabileceğini söylüyor. Bilindiği üzere parçalı siyasi grupları birleştiren bir etiket gibidir din ya da milliyetçilik, bu açıdan Kaçar ya da Pehlevi Hanedanları’nın kuramadığı merkezî otorite boşluğunu da ulemanın din ile sağladığı görülüyor. Ancak devrimden sonraki süreçte mağdur olan onca gruba ve sürgüne rağmen, devletin İslami varlığını nasıl sürdürdüğü sorusu eksik kalıyor. Bu konuyu ise devrimin hala bitmediği, Humeyni’nin Velayet-i Fıkıh teorisinin; ulus, devlet yönetimi ve kültür bağlamında sürekli evrim geçirdiğini anlamak ve kabul etmek gerektiği şeklinde açıklıyor yazar. Devrimin İslamileşmesi ve İslam’ın devletleşmesi birbirine perçinlenerek eşi benzeri olmayan bir teokratik devlet doğurduğu için, bugün halen tam anlaşılır olmadığını da ekliyor.
İran’da Devlet, Din ve Devrim, Batılı ekolün kullandığı anlamıyla modernleşme ve klasik Weberci devlet tanımlarının yarattığı anlayışından farklı olarak, İran’ın kendine has dinamikleri olduğunu gözler önüne seriyor. Tarih yazıcılığındaki Avrupa etkisi ve kuralları ile İran’ın devrim sürecinin açıklanmayacağını, bunu yapmaya çalışmanın, tıpkı sosyalist ve muhalif grupların 1979 yılına giden süreci iyi okuyamamalarına sebep olan hatalar gibi bir hataya düşmekle sonuçlanacağını bize hakkını gösteriyor. Bu farklı bakış açısıyla da İran tarihi, devrimi ve toplumsal yapısı üzerine çalışanlar ya da bölgeye ilgi duyanlar açısından önemli bir kaynak olmayı hak ediyor.