Vahşi Şeyler: Bir ayı mı yoksa bir insan mı daha vahşidir?

Burcu Aktaş'ın son romanı 'Vahşi Şeyler' Doğan Egmont Yayıncılık etiketiyle raflarda yerini aldı. Vahşi Şeyler, bir haiku tadında. İlk cümlesini bir nefeste içinize çekersiniz, ikinci cümlesini içinizde tutarsınız ve üçüncü cümlesinde tüm nefesi dışarı bırakırsınız, hatta belki can verirsiniz ve bu sizi mutlu eder...

Google Haberlere Abone ol

Bedia Ceylan Güzelce - [email protected]

DUVAR - “Şehir, bir çocuğun tadını beğenmeyip ağzından tükürdüğü şekere benziyor.”

O şekerin içinde beton kalıntıları, toz fırtınaları, devasa vinçler, kepçe sesleri, birbirinin üzerine üşüşmüş bekleyen binalar ve savunmasız, minicik bir parkın bile etrafında akbabalar gibi dönen, onun can çekişmesini izleyen gökdelenler var. Ben o tatsız Şehir’i tanıyorum. Az sonra bir şey olacak, az sonra bir fırtına bir felaket kopacakmış gibi yaşadığımız, elimiz yüreğimizde, yüreğimiz ağzımızda sonsuz telaşlar içinde kendimizden geçtiğimiz bir yer bu Şehir dediğimiz. Çocuk onu tükürmekte haklı çünkü Burcu Aktaş’ın son romanı “Vahşi Şeyler”de anlattığı o Şehir’in hiç tadı yok ve biz her gün o romandaki Şehir’de bir daha uyanıyoruz. Üstelik içimizden biri bile onu tükürmeye cesaret edemiyor.

Kimilerine göre bir çocuk ve gençlik, bana göre ise belli bir yaş değil de belli bir kalp aralığına ait bir roman bu. “Vahşi Şeyler”den söz edebilmek ve “Vahşi Şeyler”i görebilmek için belli bir şaşkınlık, belli bir naiflik, belli bir hüzün aralığından geçmiş olmak lazım. Bir şeyleri kaybetmiş, bir şeyleri kaybetmemek adına sıkı sıkıya tutunuyor olmak. Kitabın genel hikayesi şöyle; seksen beş buçuk yaşındaki kahramanımız “yaşlı kız” Mualla’nın, önce penceresinin pervazına bir kuş düşer, sonra trafik ışıklarında bir karaca belirir, derken Şehir’in denizinde yaban domuzları bir kıyıdan bir kıyıya yüzer ve dahası bir bozayı inşaatın birinde kış uykusuna yatar.

Vahşi Şeyler, Burcu Aktaş, syf. 116, Doğan Egmont Çocuk Kitapları, 2019.

Haber bültenlerinde “SON DAKİKA” diye verilen bu olaylar insanlığın kendi türünü vahşete çağırmasıdır aslında. Tüm bunlara paralel olarak Mualla’nın dürbünü ile gözlediği Şehir’de ufak bir kız, bir görünür bir kaybolur ve Mualla geçmişinin izlerini evindeki yegane hazinesi olan kitaplığında sürer. Roman boyunca “Mualla ayağa kalkıp dışarı çıkabilecek mi?” “Çıksa da Şehir onu kabullenecek mi?” gibi birçok soru gelir aklımıza. Ya da “Mualla şimdi hangi kitabı çekecek kitaplığından?” ya da “Ufak Kız kapıyı çalacak mı?” ya da “Pervaza düşen kuş uyanacak mı?” ya da “Ben bu romanda Şehir’e mi yoksa Mualla’nın kitaplığına mi aidim?” gibi... Evet belki şimdi Şehir’e sonra kitaplığa ya da tam tersi.

Burcu Aktaş’ın deyimi ile “yaşlı kız” Mualla; Şehir içinde “şehirdışı” ve “şehirlerüstü” bir yaşam sürüyor evinde. Şehir, kendi hızına, gaddarlığına ve mütecavizliğine denk bulmadığı herkesi dışlıyor ve kimileri de seksen beş buçuk yaşındaki Mualla gibi yaşamının son on, yirmi hatta otuz yılını Şehir’i bir camın arkasından izlemekle yetiniyor. Bu cam, başkalarını ve başka hayatları dikizlediğimiz telefonlarımız olabilir, bu cam televizyonun beyaz camı da olabilir, bu cam kendimizi içine hapsettiğimiz sırça köşklerin, Şehir’le aramıza çektiğimiz her tür çizginin sembolü olabilir. Bu cam, kendimizi bazı günler Şehir’de bazı günler Mualla’nın yanında bulmamızın maddeleşmiş hali de olabilir.

Üstelik çoğumuz seksen beş buçuk yaşındaki Mualla gibi her gün pencerelerimize düşen gücü tükenmiş, kanadı kıpırtısız kuşları görebilecek yetiye sahip değiliz. Belki onun kadar yaşamadığımız, belki onun kadar okumadığımız belki de onun gibi anılarımızı bir kitaplığın izleğinde saklamadığımız için.

KİTABIN VAHŞİ OLUP OLMADIĞI BELLİ OLMAYAN KARAKTERİ: UFAK KIZ

Vahşi Şeyler romanı, istiladan doğan bu yeni yaşam şeklinin bir kısa retrospektifi gibi. İnsanlar kendi vahşetini meşrulaştırırken hiç çekinmeden kendi gibi olmayan varlıkları “vahşi” ilan ediyor ve olacakları izlemeye başlıyor. Tıpkı Amerika kıtasını keşfe diye çıkıp istila edenlerin yerlileri “vahşi” ilan etmesi gibi, Aborijinler’in “vahşi” görülmesi gibi, Afrika’da, Güney Amerika’da, ortada, doğuda, batıda “Şehir” hayatını sürmeyen her varlığın “vahşi” sayılması gibi. Bu bakışa göre, Mualla vahşi çünkü ayakları yeterince hızlı değil, bu bakışa göre pencere pervazına düşen kuş da vahşi çünkü kanatları yeterince güçlü değil, ormanına sahip çıkamamış bozayı, bir ağaç kovuğu bile bulamamış karaca ya da denizin ortasında yüzen yaban domuzları da... Bunlar hep Vahşi Şeyler.

Vahşi mi değil mi henüz belli olmayan tek bir karakter var romanda, o da Ufak Kız. Şu an burada, bizimle, bugün uyandığımız Şehir’de o da uyandı ve sokakta, okulda, grip yüzünden hastanede, annesiyle markette, belki deniz kıyısında, belki parkta, belki bir oto galeride babasının gelmesini bekliyor. O Ufak Kız gibi bütün çocuklar maalesef hayatlarının çok başındayken bir tercih yapmak zorunda. Bu tercih onları ya Şehir’e ya da parıl parıl parıldayan bir kitaplığa ait hissettirecek. Kitabın bir sorusu var, “Bir ayı mı yoksa bir insan mı daha vahşidir?” diye.

Ufak Kız’ın hayatımızdaki tüm çocukların elinden tutup karar vereceği mesele bu. Ben biliyorum, vahşet söz konusuysa bir insanın yanında bir ayının lafı bile olmaz ama yaşadığımız dünyanın kalan ömrünü tıpkı Mualla gibi artık buçuklarla hesaplamaya başladığımız bir zamanda olduğumuzu da biliyorum. Eğer Mualla’nın elinden biri tutup, onu ayağa kaldırıp, yeniden Şehir’in içine katacaksa ve hatta uyuyakaldığı kömürlükte uyandırıp üstünü başını temizleyecekse, bunu olsa olsa bir çocuk yapabilir. Başkası hiç.

Burcu Aktaş’ın son romanı Vahşi Şeyler, bir haiku tadında. İlk cümlesini bir nefeste içinize çekersiniz, ikinci cümlesini içinizde tutarsınız ve üçüncü cümlesinde tüm nefesi dışarı bırakırsınız hatta belki can verirsiniz ve bu sizi mutlu eder.