Bir Ermeni yetimi anlatıyor: Elveda Antura
Karnig Paryan'ın kaleme aldığı "Elveda Antura-Bir Ermeni Yetimin Anıları" Aras Yayıncılık etiketiyle okurlarla buluştu. Kitap, Birinci Paylaşım Savaşı sırasında (1915) 'tedbir amaçlı' kandırmacası ile yurtlarından edilen Ermeni yetiminin ve arkadaşlarının “gerçek olamaz” dedirten öyküsünü anlatıyor...
Seyit Sönmez
DUVAR - Karnig Panyan, Sivas’ın Gürün ilçesinde güllük gülistanlık bir çevrede rüya gibi bir çocukluk yaşarken beş yaşında tehcire tanıklık etmiş, dedesinin binlerce dönümlük meyve bahçelerinden çıkıp, açlıktan ölmek üzere olmanın acısını yaşamış, annesinin kardeşlerinin, arkadaşlarının ölümünü izlemiş, küçücük bir Ermeni çocuğu.
Birinci Paylaşım Savaşı sırasında (1915) 'tedbir amaçlı' kandırmacası ile yurtlarından edilen Ermeni yetiminin ve arkadaşlarının “gerçek olamaz” dedirten hikayesi.
Savaşın bitmesiyle birlikte kurtulan yetimlerin varlığına rağmen umuda dair bir izin olmadığı, ancak saf bir çocuk dostluğu sayesinde yaşama tutunmanın başarıldığı derin bir gerçeklik hissinin hakim olduğu anılar. Kitapta belirli bir kronoloji yok. Yazarın anıları, yaşamı gibi dağınık.
Kitabın ilk bölümünün başlığı “Baba Ocağım”, her ne kadar anıların sahibi buranın neresi olduğunu yazmasa da editörün notundan Sivas’ın Gürün ilçesi olduğunu anlıyoruz. Aynı şekilde kitapta, zaman da belirtilmemiş. Kitap dışından edinilen bilgilere göre, 1915 bahar-yaz dönemi olduğu anlaşılıyor.
Tam da Kayseri-Pınarbaşı-Gürün coğrafyası kokan bir yer gösterme yapıyor yazar: “Ruh halim yavaş yavaş değişmeye başlıyordu, artık her şeye daha dikkatli bakıyordum, bahçemizin toprağının, orada boy atan ağaçların, dallardan sarkan sulu, lezzetli meyvelerin, bahçemizin aşağısındaki vadiden akan buz gibi parlak suyun canı olduğunu hissediyorum, akan su hareket ediyor, yer yer çoğalıyor, kabarıyor, gürlüyor, renk ve şekil değiştiriyor ve tüm bunlar gözlerimin önünden bir rüya gibi geçip gidiyordu.”
Yörenin zengin ailelerinden olduklarını, Türklerin ve Kürtlerin de durumunun pek de iyi olmadığını belirtiyor: “Büyük babamın kiraz bahçelerini anmadan geçmek mümkün mü? Geniş, çok geniş bir alana yayılmış, ucu bucağı görünmeyen, sıra sıra dört bin kiraz ağacı. Hasat zamanı meyveler taşı taşı bitmezdi. Günler boyu eşek sırtında ve arabalarla pazara meyve taşınırdı. Mahallemizde fukara, kilise avlusunda da Ermeni dilenci yoktu, ama fukara ve dilenci çoktu, Türk veya dışarıdan gelmiş Kürtlerdi bunlar.”
Yazar, inançlarını ve kültürlerini de mutlu bir şekilde yaşadıklarını, sonradan geçmişe hasretle bakarak anlatıyor: “Paskalya kutlamaları, bahçemizdeki ağaçların altında akşam saatlerine dek sürdü. Herkes çakırkeyf olmuştu, kimi mutluluktan ağlıyor, kimi tok mideyle kahkahalar atıyordu, öte yandan bizim yörenin halk şarkılarının biri biterken öteki başlıyordu.”
Adını koyamasa da çocuk, Birinci Dünya Savaşı'nın Gürün’e ve yaşamlarına etkisini şöyle hissediyor: "Yazdı, sıcak ve kuru bir yaz. Bir gün çarşıda hayat allak bullak oldu. Şehirli veya köylü, eli silah tutan herkes için umumi seferberlik çağrısı yapılmıştı. Bir akşam, babam kederli ve perişan bir halde eve geldi. Askere alınacak kişilere askerlik şubesine başvurmaları için bir hafta mühlet verilmişti. Babam dükkanı iki gün içinde boşalttı, dükkandaki hazır ayakkabıları, yemenileri, komşu Türk dükkan sahiplerine sattı. Dünya annemin başına yıkılmıştı. Büyükannem put kesilmişti. Sülalemizin silah altına alınacak tüm gençleri hazırlık içerisindeydi. Her dilden ve milletten erkekler şehirlerindeki askerlik şubelerine yoklama vermeliydiler."
BABA DÖNMEMEK ÜZERE ASKERE GİDER
İlk yetimlik başlar: “Babam bu ülkede yaşadığımıza göre, üstümüze düşeni yapmalıyız,” dedi ve yemek sofrasında yüreğimizi ferahlatmak için 'Gideriz ve Tanrı'nın izniyle çabucak evimize döneriz,' diye ekledi. Babam gitti, gidiş o gidişti ve onu bri daha görmedik. Evimiz yetim kalmıştı, diğer evler de aynı şekilde. Onları nereye hangi tarafa götürdüklerini asla bilemedik."
Derken, gelecek cehennem günlerinin ilk belirtileri gözükmeye başlar: “İşte tam bu günlerde bir akşam, evimizin aşağısında bulunan bostanda büyük bir gürültü koptu, babam evin kapısını açar açmaz aşağıya koştu. Bağrışma sesleri geliyordu. Vadiye doğru koşan iki kişi gördük. 'Onları tanıdım' dedi babam. Babamın bahçesinde çalışan Türk işçiler. 'İyisi mi ses çıkarmayalım' dedi annem. 'Eğer susarsak daha fazlasını yaparlar, öyle bir şey yapmalıyız ki korksunlar' dedi babam. Annem endişeli bir ifadeyle. 'Ben Türk’ün kötülüğünden korkarım' dedi. '95 olaylarından önce bu gibi şeyler çok oldu' dedi büyükannem. 'Pek çok şehirde büyük katliamlar tam da böyle ufak olaylardan doğdu'. Melkon emmi, '95'te tam da bu şekilde başlamıştı olaylar' diye konuştu. Yaşlılar 'Melko emmi haklı' diye onayladılar."
“Kasaba lanetlenmişti sanki. Felaketler peşpeşe geliyordu. Hükümetin Ermeniler konusunda endişeli olduğu, savaşı kasabamıza ulaşma ihtimalinden endişelendikleri için bizi iki üç ay içinde güneye gönderecekleri söyleniyordu. Bir sabah kasaba meydanında bir tellal göründü. Tellal şehrin tüm Ermenileri'nin güvenli bölgeye nakledileceklerini ve ilk kafilenin de üç gün içerisinde Tzakh Tzor’dan yola çıkacağını duyuruyordu. Halka söylenene inanmaktan başka bir çare bırakılmıyordu. Hükümet yetkilileri 'bize güvenin kapılarınızı açık bırakın gidin, iki üç ay içinde geri döndüğünüzde her şeyi yerli yerli yerinde bulacaksınız. Devlet hayatınızı kesin güvence altına aldığı gibi malınızı mülkünüzü koruyup kollayacak' diyordu. Dedikler doğru olabileceği gibi düpedüz aldatmaca da olabilirdi.
TEHCİR BAŞLAR
"Az sonra jandarmalar geldiler ve evden eve dolaşıp herkesi kafileye katılmaya davet ettiler. Evimizin açık kapısına , avlumuza gölge veren ağaca, aşağıdaki bahçemize, uzaktaki ağaçlıklara , vadinin karşısındaki yükselen dağlara son bir kez baktıktan sonra haçımızı çıkardık ve kafileye katılmak üzere ilerledik. Bizimki şehirden çıkan ilk kafileydi. Üç jandarmanın silahlarının gölgesinde ilerliyorduk.
Zaten hayran olduğu büyükbabasının onurlu ve güçlü duruşunu şöyle ifade ediyor yazar: “Büyük babam Tanrı korkusu yaşayan inançlı bir Ermeni'ydi. Soydaşlarından ayrılmak istememişti. Halen gözümün önüne gelir. Önde gelen bazı Türkler evini ziyaret etmiş, 'tüm sülalesi ile birlikte şehirde kalabileceğini, böylece tehcirin beraberinde getirdiği tehlikelerden kurtulabileceklerini' söylemişlerdi. Ama o bu teklifi nazikçe reddetmişti. 'Halkım nereye bende oraya' demişti. Türkler gittiğinde etrafında toplanmış olan kadınlara, 'Tüm sülalemle birlikte burada kalmamı ve onlara hükümet binaları yapmamı, büyük Türk ağalarına konaklar dikmemi istiyorlar, ardında da cami ve tekke yapmamı ertesi gün de Tanrı'mı inkar edip Dacik (Türk) olmamı isteyecekler. Olacakları biliyorum. Tehcir yolunda halkımla beraber ölmek Türkeşmekten evladır' demişti. (O zamanlar içinde bulundukları durumu 'tehcir' diye tanımlıyorlar mıydı yoksa yazar mı geçmişe bakıp tanımlıyor?). Böyle sağlam bir inanca, böyle sarsılmaz bir iradeye sahip olan bu adam, bir an bile tereddüt etmeden, kendi rızasıyla tutmuştu Golgota’nın yolunu." (İsa’nın çarmıha gerildiği yer)
İLK GÜNLER KOLAY GEÇER
"Sekiz on gündür yollardaydık. Yol boyunca kimsenin burnu dahi kanamamıştı. Jandarmalar bize çok yumuşak davranmışlardı. Günde beş altı saat yürüdükten sonra, yemyeşil çayırlarda, ağaçların gölgesi altında duraklıyorduk. 'Maraş Maraş' sesleri duyuldu. Şehrin yanından geçiyorduk. Yol kenarına sayısız insan toplanmış bizim geçmemizi bekliyorlardı. Sürgünlerin geçeceğini önceden duymuşlardı. Ermenice ve Türkçe birbirine karışmıştı. Anlaşılan Maraş Ermenileri henüz tehcir edilmemişti. Para almadılar, ekmeğin bölgenin dini önderliği tarafından gönderildiğini söylediler. 'Buraya kadar başınıza bir felaket gelmemiş. Allah vere de kalan yolu da kazasız belasız atlatırsınız' diyebildiler zar zor.
KAFİLEYE İLK SALDIRILAR ANTEP'TE BAŞLAR
“İki haftadan fazla olmuştu ve akşama doğru Antep göründü. Bir anda bir patırtı koptu. Bağrışmalar, oraya buraya koşuşturmalar oldu. 'Hırsız' diye bağırıyorlardı. 'Zavallı hırsızlar, bugünlere mi kaldınız? Başka bir yer bulamadınız da, sürgünün elindekini mi götürdünüz?' dedi büyükbabam."
MİSAK-I MİLLİ AŞILIR
“Akşama doğru Rakka’ya vardık, yola çıkalı üç haftadan fazla olmuştu, şimdi çölle karşı karşıyaydık ve yüreğim ateşten bir halka içinde sıkışıyordu sanki. Nefes nefese kalan tren dinlenirken kafilemiz yerleşecek yer arıyordu. Çöl dedikleri buydu demek. Ne bir bina ne bir çadır, yer yer sırıkların üzerine asılmış, kilimler, çarşaflar, veya yan yana getirilmiş bez parçaları. Hemen her gün yeni kafileler geliyordu, Adanalılar, Zeytunlular, Malatyalılar ve Arapgirliler."
ANNESİNİN EBEDİ GÖÇÜ
"Sabaha karşı, aniden kız kardeşimin çığlığı ile uyandım. Biri sanki boğazını sıkmış, onu boğuyormuş gibi keskin bir çığlık. Acaba yabancı biri gelmiş de onu annemin kucağından almak mı istemişti. Büyükannem, annemin ellerini çözmeye, sık sıkı bağladığı kolları arasında boğulacak olan kız kardeşimi kurtarmaya, uzaklaştırmaya çalışıyordu. Kız kardeşim, gözlerini annemin kapalı gözlerine dikmiş, içler acısı bir sesle ağlıyordu. Üzerine atlıyor, onun zaten gittiğini anlamak istemiyordu. Annem ebedi uykuya dalmıştı."
ARDINDAN KIZ VE ERKEK KARDEŞLERİ DE GÖÇER GİDER
"Annemin ölümü üzerinden üç dört gün geçmeden kız kardeşim de aramızdan ayrılmıştı. Bir kaç gün içinde dönüşü olmaksızın gitmişti."
"Erkek kardeşimin alnında, yanaklarının üzerinde benim için anlaşılması güç izler belirmeye başladı. Durmaksızın su istiyordu. Acısı uzun sürmedi, gözlerini açıp kapatarak, dudaklarını kemirerek, boğuk hırıltılar çıkararak, gözlerini yumdu, bitmişti, erkek kardeşim gitmiş annem ve kız kardeşimle buluşmuştu."
YAŞANILAN ONCA ZULÜM TANRI SORGULAMASINI GETİRİR
"Garo emmi, 'Yarın suyu da yasaklarlar' dedi. Öteden biri 'Ekmeği, suyu keserlerse kime şikayet edeceğiz?' diye sordu. 'Şeytana! Tanrı duymadı dualarımızı, şeytana yakarmalıyız' diye ekledi Kevork emmi."
ANTURA CEHENNEMİ
“Fevzi Bey’in umurunda değildi, yetimler ölüyor, öldükten sonra da rahata kavuşamıyorlardı. Derinliği iki karış, uzunluğu aşağı yukarı yetmiş santim olan çukura atılan cesetler, sabah olmadan çakallar tarafından parçalanıyordu. Ermenice konuşma suçundan 25 sopa, onlar da falakada, 'Anne' diye haykırır, ölmüş annelerini yardıma çağırırlardı. Sonra da baygın bir şekilde hastaneye götürülürlerdi.”
CEMAL PAŞA'YA KARŞI EYLEM KOYARLAR
“Dört beş yetim kalabalığın arasından sıyrılıp Cemal Paşa’ya doğru yöneldiler, selam verdiler, önünde eğildiler ve aralarından biri ağlamaklı bir sesle konuşmaya başladı. 'Paşam sen bizim paşamızsın, bizi buraya getirip ölümden kurtardın, senin bu iyiliğini asla unutmayacağız, ama açız biz, açlıktan öleceğiz, yetiş bize'. Aynı esnada sıradaki çocuklardan kırk elli kadarı ağaçlara doğru koştu, ve dalların üzerine tüneyip 'Açız' diye bağırarak avuçlarına doldurdukları yabani meyveleri tıkıştırmaya başladılar.”
HALİDE EDİP
“İki yıl boyunca, akşam üzeri yapılan bayrak töreninden sonra bu cezalar uygulandı, (50-100 sopa). Halide Edip, Cemal Paşa’nın maiyetinde yer alan o güzel kadın da bayrak törenlerinde her daim mutlak bir kayıtsızlıkla hazır bulunurdu.”
“Manuel ve Mıgırdiç’in yarı ölü bedenlerini sürükleyerek hastaneye götürdüler. Bine yakın yetim, yaşlı gözlerle ve korku içinde falaka törenini izlemişlerdi. Orada bulunan Halide Edip adlı o güzel kadının ve öğretmenlerin yüz ifadelerinde, bakışlarında en ufak bir değişiklik olmadı.”
“Halide Edip dışarıda yürüyordu. Görünüşe bakılırsa mutluydu. Bu kadın farklı bir alemde yaşıyordu sanki. Açlığın, yoksulluğun kol gezdiği bu yerde tek mutlu insan oydu.”
AÇ KALAN YETİMLER ÖLÜM PAHASINA HIRSIZLIĞA BAŞLARLAR
“İster çevre bahçelerden meyve çalıyor olsun, vurma emri aldıklarını biliyorlardı. Öldürülenler olmuştu, Vurulan çocuklardan oluşan az ilerideki ceset yığını bunun kanıtıydı.”
HALA TANRI'DAN YARDIM BEKLENİR
“Karanlıkta bir patırtı, bir umut ışığı arıyor ama bulamıyordum. Ve mesele hep ayı yere bağlanıyordu. Tanrı’nın her şeyi yola koyacağına kanaat getiriyordum.”
KÜRT ÇOCUKLARI DA VAR
“Yetimhanedeki Kürt çocuklar başka bir vagondaydılar. Onların Kilkya’ya gitmeyeceği, İstanbul’a götürüleceği söyleniyordu.”
SAVAŞ BİTER ANADOLU'YA DÖNÜŞ BAŞLAR
"Ve nihayet karşımızda Kavaklık denilen orman belirdi, onunda ötesinde dağların yamaçlarından aşağı, yaylalara uzanan Antep Şehri."
"Büyük savaş sona ermiş, Türkler yenilmişti, Ermeniler, geride bıraktıkları evlerine dönmüş olsalar dahi, Türkiye sınırında kendilerini güvende hissetmiyorlardı."
BU DEFA YEREL HALK İLE KARŞILIKLI ÇATIŞMALAR YAŞANIR
“Ermeniler, Türk bölgelerine hücum etmeye başladılar. Yağmalıyor, evleri ve dükkanları ateşe veriyorlardı. Savaş bizim lehimize döndüğünde, Ermeni bölgesinin yakınında yaşayan Türkler, evlerini sonsuza dek terk ettiler. Onların ambarından et ve tahıl tedarik ediyorduk artık.”
FRANSIZLARA SİTEM
"Bir sabah, Fransızlar'ın Antep’i terk ettiğini duyduk. Madem gideceklerdi en baştan neden geldiler?"
YAZAR NAZAN MAKSUDYAN'IN SON SÖZ NİYETİNE YAZDIKLARI
“Elveda Antura, çocukların soykırımın farklı safhalarında deneyimlediklerini detaylı olarak anlatan çok değerli bir tanıklık. Tehcir yolunda yaşanan sefaleti, sürgün kamplarında her dakika ölümü soluyarak çekilen işkenceyi, aynı zamanda da Antura Yetimhanesi’ndeki gündelik hayatı gözler önüne seren nadir bir kaynak. Panyan’ın çocukluk anıları, her biri iyi yüreklilik, umut ve cesaret timsali olan yetimlerin maceradan maceraya atıldığı, dayanışma ruhuyla dostlarını her daim kolladığı, en zor şartlarda bile zorbalara direndiği bir kahramanlık destanı.”