1920'lerden bugüne: Anadolu romanı
Milli müfredatın tarih kitaplarında, halkımızın şehitlik mertebesini ‘etten duvarlar’ örerek nasıl hak ettiği, Kurtuluş Savaşı destanıyla anlatılır. Kazanılmış bir zafer olduğu muhakkaktır, ancak savaşta kurulan ittifak ve sonrası, doğru anlatılıyor diyemeyiz. Eski İttihatçılar, askerler, din adamları, solcular, Türkler, Kürtler…hemen her kesimden oluşan bir ittifak bu.
Emel Aksaç
Malumumuz ki zaferin sonunda iktidarı, asker ve sivil bürokrasi ele geçiriyor ve sınıflı bir toplum olan ve muasır medeniyete sahip olan ‘Batı modeli’ benimseniyor. Ancak gücünü, zengin burjuva sınıfından alan bu modele nasıl uyum sağlanacak? Mesele buyken vakit kaybetmeden birkaç atılım yapılıyor. Hemen 1923’te İzmir’de İktisat Kongresi toplanıyor. Batı’nın liberal sistemine uygun bir strateji benimsenerek, sermaye birikimi hedefleniyor. Hedefleniyor hedeflenmesine de ülke zorda, çok zorda… Yabancı sermayeye davetiye çıkarılıyor kongrede ancak, dünyada da serbest piyasa ekonomisinin çatırdadığı yıllardayız. Birkaç yıl sonra Büyük Buhran’la büyük enfarktüs geçirecek olan olan kapitalizm, zor nefes alıyor.
Yine ülkemizin tarih kitaplarında hamasetle anlatılan Lozan Antlaşması da 1923 tarihli ve antlaşmanın Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti’ne dayattığı kısıtlayıcı hükümler var. Müteakip beş yıl boyunca, en çok gelir getiren üretim kollarının vergilerine el konuyor misal. Ayrıca, Türkiye’nin kendi gümrük siyasetini uygulayamayacak olması hükme bağlanıyor. Yapılan antlaşmayla, Osmanlı’dan kalan borçlar yapılandırılıyor ve Türkiye Cumhuriyeti de borcun kendi payına düşeni ödüyor tabii.
Derken, Lozan’ın kısıtlayıcı hükümlerinin miadını doldurmasıyla 1929 Buhranı aynı döneme denk geliyor. 1930 itibarıyla, geçmişi olmayan sermaye birikimini sağlamanın, serbest piyasa koşullarında mümkün olmadığı anlaşılıyor. Geçmişi olmayan diyorum çünkü, Osmanlı’da sermaye birikimine dayalı sınıflı bir ekonomik yapı yoktu, çatışan sınıflar da yok dolayısıyla; sömüren Batı ve sömürülen Osmanlı vardı.
1930’larda, ülkede devlet eliyle sermaye sınıfı yetiştirmeye ve bunun için de ticaret eşrafını güçlendirmeye yönelik ekonomi politikaları yürütülüyor. Bu yıllardaki sanayileşme çabaları heyecan uyandırıcı ve takdire şayan hakikaten. Sovyet Rusya, İngiltere ve Birleşik Devletler’den alınan yüklü borçlarla bir sanayi planı devreye sokuluyor ve art arda açılan fabrikalar büyük ses getiriyor. Aslında 1920’lerde de sanayileşme hamleleri vardı, Teşviki Sanayi Yasası’yla kurulacak fabrikalar için kredi açmak hedeflenmişti. Serbest piyasa ekonomisinden anlayan Celal Bayar marifetiyle İş Bankası kuruldu, hatta bir kalkınma bankası gibi olan Sanayi ve Maadin Bankası.. Bu banka eliyle Osmanlı’dan kalan kimi fabrikalar işletilecek ve özelleştirilmesi için girişimcilere kredi sağlanacaktı. Evdeki hesap, çarşıya uymadı ancak yine de iki elin parmakları kadar da olsa Anadolu’da ve Trakya’da çoğunluğu bez ve şeker fabrikası olan kimi fabrikalar kuruldu.
Ancak, 1930’lardaki sanayileşme hamlesi, daha göz doldurucuydu. 2000’lerin başına kadar hayatımızda kalan Sümerbank, bu yıllarda kuruldu örneğin. Okul sıralarına dizildiğimizde, hepimizin sırtında olan aynı tip ve lacivert hırka, aynı tip ve lacivert pantolon ve etek, aynı tip ve lacivert ayakkabılar, ucuz ama dayanıklı Sümerbank mallarıydı hatırlayın… Güzel günler miydi? Belki… Emek ve çabanın olduğu muhakkak. Ancak muasır medeniyet mi tek dişi kalmış canavar mı, farlı kesimlerce tartışılan Batı ekonomisine ulaşmak kolay değildi tabii ki.
Derken, 1930’ların sonlarına doğru güçlenen burjuvazi, iktidarı ele geçirmek için fırsat kollarken, bu fırsat İkinci Dünya Savaşı olarak çıkıyor karşılarına. Savaş yıllarında ABD’nin buğday stoku ve savaş ekonomisi sayesinde artan buğday ve tahıl fiyatlarıyla ihya olup zenginleşen toprak sahipleri, tüm kapitalistleşen ülkelerde olduğu gibi, siyasal yapıda daha etkin rol oynamaya başlıyorlar.
1942’de, daha savaş sürerken CHP’nin sağcı kanadından olan Şükrü Saracoğlu’nun kurduğu hükümetin ardından, 1943’te Türkiye Komünist Partisi’nin ’43 Platformu’nda iktidara karşı çalışmalar yürütmeye karar veriliyor. Ancak ’44 Tevkifatı’yla solcular ve sağcılar, ağır işkencelerle tutuklanıyorlar. TKP kurulduğu yıl olan 1920’den beri tek parti iktidarına gizli bir muhalefet sürdürmüş bir parti. Özellikle 1930’lu yıllarda marksizmi öğrenmek için yayınlar çok kısıtlıyken, elden ele dolaştırılan ve çevrilen kitaplar ve yayıncılık girişimleriyle büyük iş çıkarmışlar. Kerim Sadi ve arkadaşlarının çıkardıkları ‘İnsaniyet Kütüphanesi’ yayıncılık alanındaki en göz dolduran iş kanımca, epey okunmuş ancak tahmin edeceğiniz gibi yayıncılık faaliyetlerinin legal olarak yürütülmesine izin verilmemiş.
Savaşın sonunda, 1946’da çok partili hayata geçişle birlikte Demokrat Parti kuruluyor. Denizli’den bir toprak ağasının çocuğu olan Adnan Menderes, eğitimini Fransız mektebinde almış olan Celal Bayar, Refik Koraltan ve Fuat Köprülü, bir yıl önce mecliste ‘Çiftçiyi Topraklandırma Yasası’na karşı çıkmışlardı ve ‘Dörtlü Takrir’ olarak bilinen bir önerge vermişlerdi. Bu önerge reddelince, hemen o günlerde Vatan gazetesinde iktidar karşıtı, o zamana kadar parti içinde hiç zikredilmediği kadar özgürlük talepleri ve eleştirileriyle zehir zemberek bir yazı kaleme alan Menderes ve Köprülü, Koraltan’la birlikte CHP’den ihraç edilmişlerdi. Derken, Celal Bayar’ın da istifasıyla partinin kurulması kararlaştırılmıştı.
Aynı yıl Celal Bayar, Fuat Köprülü, Behice Boran, Sabiha Sertel, Zekeriya Sertel, ‘Görüşler’ dergisinin ilanını çıkarmışlardı. Tanin, Cumhuriyet gibi iktidar gazetelerinde bu derginin ‘kökünün dışarıda’ olduğu, 'Sovyet eliyle çıkarıldığı' yazılıp durmuştu. Görüşler’in kadrosu da öyle ki; sonraki yılların Türkiye Sosyalist Emekçi ve Köylü Partisi, Demokrat Parti, Türkiye Sosyalist Partisi (Esat Adil) ve hatta 1960’da kurulacak olan Türkiye İşçi Partisi’nin yöneticileri olacak olan bir kadro bu. Büyük cephe… ‘Tan Olayları’ndan hemen sonra Celal Bayar ve Adnan Menderes, cepheden ayrılmışlardı. Tüm bunlar 1945’te olmuştu.
Demokrat Parti’nin kuruluşuyla Türkiye Sosyalist Emekçi ve Köylü Partisi’nin kuruluşu, aynı döneme denk geliyor. Demokrat Partililer, CHP’ye karşı muhalefetin bölünmesini engellemek için, partinin kurucusu Şefik Hüsnü’ye ‘ortak çatı’ için birçok kez teklif götürüyorlar. Ancak Şefik Hüsnü, teklifleri geri çeviriyor. DP’den gelen ve Sorbonne’da beraber tıp eğitimi aldıkları eski okul arkadaşlarıyla uzun uzun görüşmelerine, yazışmalarına rağmen, Şefik Hüsnü pek oralı olmuyor… Ancak bu parti altı ay yaşayabiliyor, yani kapatılıyor.
DP’nin kurulduğu yıl, yani İkinci Savaş sonunda henüz soğuk savaş başlamamışken, Sovyetler’le müttefikler arasında dostluk ilişkisi gelişecek gibi duruyor. Dolayısıyla DP, CHP’nin solunda ve sol demagojiyle bir burjuva partisi olarak kuruluyor. Hatta DP’nin kurucularından Celal Bayar’ın Serteller’le içli dışlı görünmesi, o sıralarda hapiste olan Mihri Belli’ye ‘mücadelesinin yanında olduğunu’ belirten mektuplar yazması… Tüm bunlar hem sol demagojinin tezahürleri hem de meraka şayan gerçekten.
1950 seçimlerinden büyük üstünlükle çıkıp iktidara gelen DP’nin ilk günlerinde bir darbe girişimi korkusu hakimmiş, ancak süreç atlatılıyor. Halkın, o yıllara kadar birikmiş olan CHP’ye yönelik öfkesini oya dönüştürebilen DP; fanatik bir ‘anti komünizm propagandası’na tıpkı CHP gibi sahip çıkıyor. Zaten, 44 Tefkifatı'yla yeraltına inen, itilen TKP’lilerin DP dönemindeki tutuklanmalarıyla sosyalistlerin sesi, sözü iyice kesiliyor. Sonuç olarak DP, iktidarı döneminde CHP’nin sağına düşüyor. Tıpkı DP’liler tarafından kendisine muhalefet ortaklığı teklif edilen Şefik Hüsnü ve partililerinin öngördüğü gibi. DP, Marksist sola karşı, CHP’ninkinden farklı bir tutum sergilemiyor. Parti içinde demokrasi davasını içtenlikle benimseyenler de süreç içinde partiden ayrılıyorlar. Öncesinde DP’yi destekleyen sosyalistlerin kendilerini hapishanelerde buldukları zaten malumumuz…
Adnan Menderes, lüks tüketime düzdüğü övgüleri, "Her mahallede bir milyoner" diyerek sıktığı yumruğu, masraflı dış gezileri, çalkantılı ve heyecanlı aşk hayatıyla Türk siyasi sahnesinde başrolü kapıyor. Kabul etmek gerekir ki hem özel hayatında hem siyasi hayatında tutkulu bir adam. Ve belirtmek de gerekir ki, 1950’lerde sağlık ve sosyal yardımlaşma alanlarında iyileşmeler var. Ardı arkası kesilmeyen inşaat yatırımlarıyla zenginleşen müteahhitlerin yaptığı yollar, köprüler... 2000’lerin başlarını hatırlatıyor. Ancak tüm bu zenginleşme yine 2000’leri hatırlatmak üzere, toplumun tüm kesimlerini memnun edecek şekilde paylaşılmıyor. Velhasıl, 1950 itibarıyla biriken sermaye üretime aktarılmıyor, bir parçası ticaret sermayesine ancak en büyük kısmı tüketime gidiyor. Yine 2000’leri hatırlamaktan kurtuluş yok… DP iktidarının ilk yıllarındaki ekonomik büyümenin en önemli nedenleri, dış kredi musluğunun açılması ve 1947 tarihli Marshall kredilerinin, özellikle tarım ihracatını arttırması. Marshall yardımları diye anlatılan bu krediler kapsamında ülkeye giren traktör, tarımda modernleşme yaratıyor ve üretim ve ihracat artışı böyle gerçekleşiyor. Çok önemlisi şu; bu süreçte, küçük üreticinin de konumu sağlamlaşıyor. Ancak karabasanın yerini traktörün almasıyla işsiz kalan hem çoğu topraksız köylü, hem de toprak sahiplerinin çoluğu çocuğu büyük kentlere göç etmeye başlıyorlar.
Göçün kitleselleşmesiyle birlikte kentler kalabalıklaşıyor ve toplumsal sınıflar, pazar ekonomisine teslim oluyorlar. Ne demek bu? Şu demek ki; bu insanlar, o sıralarda kentlerde yeni yeni palazlanmaya başlayan sanayi ve ticaret sektöründe ucuz işgücü haline geliyorlar ve sermaye büyüyor. Kurulan gecekondu ve barakalarda yaşayan halkın hayat standardının öyle ya da böyle artmasıyla DP’nin oy deposu haline gelmeleri birlikte gerçekleşiyor. Şehir merkezlerine yakın yerlerde kaçak olarak kurulan evlerde yaşayan bu insanlar, her seçim döneminde yapılan ve esasen yandaş ve kaçakçı müteahhitleri ihya eden yatırımlar sayesinde, iktidar ile bir çıkar ilişkisi kuruyorlar. Şehirlilerle aynı hayatı yaşadıkları yanılsaması ve halkımızın Amerikan tarzı tüketime yönelik hevesi, bu ilişkinin yıllarca sürmesini sağlıyor. 1954 itibarıyla ekonomide tehlike sinyalleri gözlense de 54 ve 57 seçimlerini de DP kazanıyor. Bu dönemde hem sınıfsal hem toplumsal yapı, daha liberal kodlarla gelişiyor. Sınıf temelli ve sınıfsal çelişkisi iyice belirginleşen bir yapı doğuyor.
DP döneminde ekonomik fırsatçılık, bugünü aratmayacak ölçüde kural haline geliyor. Kamuda istihdam edilmek, kamu kaynaklarından faydalanmak, çeşitli tahsisler, bayilikler vs.’den faydalanmak, sözün kısası iyi yaşamak, ancak iktidara yakınlıkla mümkün hale geliyor. Yine bugünleri hatırlatacak şekilde...
Geliyoruz 1950’lerin ikinci yarısına… 1955’te patlak veren, daha doğrusu Özel Harekat eliyle patlatılan 6-7 Eylül olayları, Avrupalı ve Amerikalı kreditörlerin keselerinin ağzını kapatmaları, Sovyet’e yakınlaşmanın sonucunun belirsiz ve zaten ABD tarafından engellenecek olması, 1957’de IMF’ye verilen ilk niyet mektubu, yani stand by kredisi için dil dökülmesi, bir yıl sonrasında moratoryum ilanı ve Türkiye ekonomisi tarihinin en yüksek oranlı enflasyonu, yoğun baskıyla karşılansalar da karaborsacılığın, vurgunculuğun önüne geçilememesi, ilk kez 1940’da çıkarılan ‘Milli Koruma Kanunu’nun tekrar çıkarılması, mahallelerin işsiz ve yoksuldan geçilmez hale gelmesiyle, DP’ye duyulan güven iyice sarsılıyor. Ayrıca, toplumsal kimliği ve saygınlığı sarsılan ve zaten kendi kazançları da azalan asker-sivil bürokrasi de DP’yi artık desteklememeye başlıyor. Bırakın desteklemeyi, ABD’nin olan bitene tepki göstermesini yani darbeyi örgütlemesini bekler hale geliyorlar. Darbenin ayak sesleri uzaktan duyulurken, yeniden CHP’ye yakınlaşmaya başlayan asker-sivil bürokrasiye ve halka uygulanan baskı rejimi artınca da darbenin ayak sesleri daha güçlü çıkmaya başlıyor.
Türk siyasi hayatının çok sayıdaki kara lekesinden biri olan 27 Mayıs 1960 darbesiyle DP yöneticileri tutuklanıyorlar. Bir yıla yakın süren davalarda halkta huzursuzluk yaratan tüm nedenler bir bir sıralanarak ve ‘Anayasayı ihlal suçu’yla birleştirilerek Yassıada’ya gönderilen Adnan Menderes, Celal Bayar, Fatin rüştü Zorlu, Hasan Polatkan, Refik Koraltan ile birlikte on beş kişi idam cezasına çarptırılıyor. Zorlu, Polatkan ve Menderes idam ediliyor, diğerlerinin cezası ise müebbet hapse çevriliyor. Hemen ardından 1961’de anayasa değişikliği ve IMF’den alınan yüklü krediyle’ kriz-darbe-IMF kredisi’ sıralaması tamamlanıyor.
1950’li yıllarda Orhan Kemal, Yaşar Kemal, Kemal Bilbaşar gibi Anadolu romancıları, Cumhuriyetle birlikte yıllardır birikmiş olan düzenin haksızlığını sorgulayan romanlar yazıyorlar. Ayrıca, 1950 itibarıyla kırsalda hayatları ellerinden alınan insanların kente giderkenki göç yollarında ve kente ulaşsalar da bir türlü bir yere ulaştıkları hissini yaşamayan, fırsat bulduklarında ‘acı vatan’ diyecekleri Almanya’ya göçecek olan, adeta kendi ülkelerinde yurtsuz gibi yaşamaya başlayan bu insanların yaşadıkları güçlükleri ve dağılıp dağılıp dursalar da sonuçta dayanışmadan vazgeçmeyişlerini anlatıyorlar.
1940’da kurulan Köy Enstitüleri çıkışlı yazarlar, köy romanının doğmasında etkili olmuşlardı. Köy Enstitüleri’nin nostaljik anlamı, yarattığı duygu hepimizde büyük. Bu çabayı ekstra değerli hissedip, biraz da hüzünle yaklaşırız bu konuya. Hazırlıklarına 1935’te başlanan Köy enstitüleri projesi, 1937’de ilk kez denenmiş ve 1940’da hayata geçirilmiş. 1946’da bir Amerikan desteği için, bir Sovyet sistemini andıran Köy Enstitüleri’nin kapatılması kararlaştırılıyor, 'büyük abi'nin talimatıyla.
Köylünün dilinden anlayacak bir aydın kesim ve köy ilkokullarına öğretmen yetiştirmek gayesiyle kurulmuş Köy Enstitüleri. Sistemin kuramcısı, İsmail Hakkı Tonguç. 1940’da Milli Eğitim Bakanlığı’na gelen Hasan Ali Yücel’in de desteğiyle sistemi kurmuş Tonguç. Eğitimini Avrupa’da almış olan ve özellikle Almanya’da uygulanan eğitim modelini benimsemiş olan bu idealist adamın mimarlığında faaliyete geçmiş bu okullar.
Konya, Samsun, Çorum, Diyarbakır, Kars gibi tren yollarına yakın yirmi bir Türk ve Kürt illerinde açılan Köy Enstitüleri’nde köy çocuklarına hem tarımsal-zirai üretime yönelik, hem pozitif bilimleri hem güzel sanatları kapsayan bir programla eğitim verilmesi kararlaştırılmış. Ulusal bilinç geliştirmek ve yerleştirmek meselesi de dönemin en önemli meselesi tabii. Sapanı bırakıp, eline mandolin ve hatta keman verilen bu çocuklar, Batı müziğinin majör kalıpları öğretilirken, çarçabuk Batılılaşmak hayaliyle nasıl bir halüsinasyon görülüyordu, tam olarak anlayamasan da dünyada savaş sürerken yoksulluktan kırılan Anadolu’da, okulların yatakhanelerinde üşüyerek uyuyan, yemeklerini yerken hep beraber oturacakları sandalyeleri dahi olmayan ve okul binalarının inşaatlarında tam zamanlı çalıştırılan bu çocuklara yönelik eğitim aşkını takdir etmek boynumuzun borcu, deyip geçelim.
Geçelim dedim ama şu detayları da vermek isterim. Köy Enstitüleri’nin bir eğitim yuvası olmasının yanında, bir ‘kültür sanat merkezi ‘ olma özelliğini sağlayabilmek için bakın neler yapılmış; beş yıllık eğitim içinde her öğrenciye en az on iki marş, yirmi bir tatbikat şarkısı öğretilmesi planlanmış. Türklük Marşı, Gençlik Marşı, Cumhuriyet Marşı gibi bizim de sınıflarda ve okul bahçelerinde önemli gün ve haftalarda esas duruşta söylediğimiz marşlar ve çoğu Avrupa ülkelerinin çocuk şarkılarından oluşan repertuvardan uyarlanan şarkılar var programda. Haklarını yemeyelim, halk türküleri ve oyun havaları da eklemişler listeye, öğrencilere birbirlerinin türkülerini söyletmek gayesiyle.
Tek ses, tek yürek, tek vatan, tek ulus, tek dil, tek ülkü rüyasını gören 'aydın' yöneticilerin ve eğitimcilerin eğittikleri ve kimileri için kendi dillerinde rüya görmeleri dahi yasak olan bu çocukları ellerinde mandolinle, hatta kemanla hayal ettiğimde bir an kalbim sıkışmıyor değil.
Köy Enstitüsü çıkışlı öğretmenler de dahil Türkiyeli aydının, diğerine öncelikle ve mutlaka öğretici olmayı, yol göstermeyi misyon edinerek ve ondan öğrenebileceği hiçbir şey olmadığını kesinleyerek ve bunu yaparken de ona güvenmeyerek, mutlaka bir hainlik bekleyerek, ‘şark kafası’ nitelemesini dilinden düşürmeyerek, doğru yaşamanın tüm bilgisini adeta bu sır kendisine bahşedilmiş gibi hissederek yaşadığı hayatı, onu halkına karşı sorumlu olmaktan ziyade, yüksek bir makama oturtarak ve ‘halka inmesi’ gerektiği zaman bunu yapma tevazusunu da gösteren ucube bir kimliğe dönüştürmüştür kanımca. Ucube diyorum çünkü, kendisi de kırsal kökenli olan birçok yerli ‘entelektüel’in şizofrenik kimliğini ancak böyle ifade edebiliyorum.
Misal, Kemal Tahir’in romanlarında, ister eşraftan olsun, ister köylüden olsun hemen hepsinin cinsel olarak sapkın ve bu yolla ahlaksız resmedilmesi, onun realizme yüklediği anlamı anlatmak açısından kullanışlı olabilir, ancak hayatının hiçbir evresinde köyde yaşamamış bir romancının anlattığı Anadolu köyünde dürüst, ahlaklı ve çıkarcı olmayan bir Allah’ın kuluna dahi rastlanmaması, onun realizmini olsa olsa kaba saba bir hale, hadi en fazla natüralizme dönüştürüyor gözümde. Demem o ki; köy-kırsal ve kent arasındaki kültürel uyuşmazlıkları, pür haliyle anlatan Kemal Tahir ve benzerlerinin edebiyatı, benim edebiyattan anladığıma denk gelmiyor. Düşündüğümü anlatmayı kolaylaştırmak için Dostoyevski’yi ve onun Rus köylüsünü hangi katmanlarla anlattığını hatırlatmak isterim. O yıllarda, eğitimsiz insanın hayvandan farksız olduğu düsturuyla genişleyen haleti ruhiyeyi, Batı kültürünün dışındaki bir davranışı, tavrı, biçimi ve birikimi mutlak olarak cehalete indirgeyen aydın kimliğini yaratan Cumhuriyet ülküsünü, kategorik olarak cehaletin biçimlerinden biri olarak gördüğümü belirtmek isterim.
Köy Enstitüsü çıkışlı yazarlar, Mahmut Makal, Ferit Edgü ve niceleri, köylerde yaşanan yoksulluğu, haksızlığı, adaletsizliği, feodalizmin Anadolu’daki tezahürü olan ağa düzenini keskin gerçekliğiyle anlatmayı çok iyi becermişlerdi, burası kesin, çıkardıkları işin önemi burada. Ancak, çok ilgi gören bu konuya fazlaca abandıklarından kendilerine duyulan ilginin azalması, kaçınılmaz olmuş. 1950’lerdeki siyasal, sosyal dönüşümün kentlerde de belirgin biçimde hissedilmesiyle birlikte Anadolu romanlarının konusu daha zengin şüphesiz. Artık sadece köyde değiliz, evet konu zengin ama edebi zenginleşme de açıkça fark ediliyor. Bu yıllarda Anadolu’yla kurulan ilişki ve Anadolu romanları, bir sosyolojik bakış özeti gibi.
Anadolu romanı yazarları içinde Orhan Kemal’in yeri ayrı ya da bana öyle geliyor. Hem kolay okunan, akıcı hem de adeta psikolojik romanlar onunkiler. Özellikle ‘Eskici ve Oğulları’nda diğer romanlarında pek yapmadığı bir şey yapıyor Orhan Kemal. Romanın baş kişisi ve ailenin babası olan ‘Topal Eskici’yi ve kendisi gibi zamanla yoksullaşan, ırgatlaşan oğullarıyla hayatta kalma mücadelesini anlatıyor bu romanda yazar. Ancak, sadece ekonomik koşullarca belirlenen toplumsal yapı anlatılmaz romanda, aynı zamanda bu ailenin kendine özgü kişisel sorunlarını, birbirine benzemez yönlerini, çelişkilerini de anlatır Orhan Kemal. Topal eskici, Trablusgarp Savaşı’nda bacağını bırakmış, tahta bir bacakla evine dönmüş olan iki oğlu, bir kızı, bir de karısı olan, aksi, huysuz bir adam. Bazen zalim bazen şefkatli, bazen cimri bazen özverili, bazen doyumsuz bazen sevda düşkünü olan Topal eskici, bu toprakların babalarına benzer. Hemen hepimizin babalarına…
Orhan Kemal, kurucu mecliste milletvekilliği ve bakanlık yapmış olan babası, 1931’de Suriye’ye sürülünce, onunla birlikte oraya gidiyor. Daha küçücükken, orta öğretimdeyken gittiği Suriye’de bir yıl kalıyor ve memleketine, Adana’ya dönüyor. Adana’da çırçır fabrikalarında çalışmaya başlıyor gencecik yaşında. Pamuğu çekirdeğinden ayıran çırçır makinelerinin çıkardığı daimi ve ince sesin fonunda katiplik ve işçilikle hayatını kazanan yazar, sonradan yazacaklarını bu yıllarda biriktiriyor. 1940’da o da artık matbu hale gelmiş olan ‘komünizm propagandası yapmak’ suçuyla hapishaneye düşüyor. Orada Nazım Hikmet’le tanışıyor. Romancılığında büyük katkısı olan Nazım’ın adını, 1943’te tahliye olduktan sonra doğan oğluna veriyor. Yıllar sonra 1960’da yine aynı sebeple çoğu gibi hapse atılacak.
İlk romanları otobiyografik Orhan Kemal’in. ‘Baba Evi’ bunlardan biri. Ardından, Toroslar’dan Çukurova’ya uzanan topraklarda çalışan işçiler ve dramları kaleminden dökülüyor. Sefaleti, acıları keskin anlatan Orhan Kemal, belki de daha keskin olarak dostluk ve dayanışma duygularını anlatmış romanlarında. Şöyle hissediyorsunuz; insanın olduğu yerde acı gibi, mutluluk gibi, adalet duygusu da mutlaka vardır. En cimrisinin, cömertinin, bencilinin, hasisinin, namussuzunun, yoksulunun, zengininin en nihayetinde iyiye, güzele, birliğe yöneleceğine inanır. Tüm roman kişileri, sonunda birlik duygusuyla hayat çilesini aşarlar ve dayanışma galip gelir. Sağduyulu roman kişilerinin savunduklarını, romanlarında haklı çıkaran Orhan Kemal’in memleket için de böyle bir hayali olduğu anlaşılır. Dağılmayı aşma, toparlanma, birlik olma, dayanışma hayali…Umutlu bir yazar Orhan Kemal.
Berna Moran şöyle söylüyor; ‘Orhan Kemal’in romanlarında toprak vardır.’ Toprak da yüklü imge bizim için…Onun romanlarını bir acılar silsilesinden ibaret görürsek Orhan Kemal’in romanlarını, Samsun’da akrabalarım olan solcu abi ve ablaların kitaplıkları sayesinde lise yıllarımda okuyan ben, 90’ların başında fakültede karşılaştığım ve taşradan okumaya büyük şehre gelen bir çoğumuzun o göçerler gibi olduğumuzu düşünmedim değil yıllar sonra…Hayatımı sanatla kazanacağım ve geçireceğimden emin olan ben, hayatını siyasetle geçireceğinden emin olan diğeri, hayatını devrim yapmaya adayan bir öteki…küçük memur veya işçi maaşlarıyla geçinen taşradaki evden gelen yiyeceklerle, örülmüş kazakla sevinenlerdik. Yeni yeni büyüyen marketlerden ne istersek alır, çıkarırdık o ayrı, ama o kolilerin ayrı bir neşe verdiği kesindi. Dolayısıyla, Mülkiye’den mezun olur olmaz üst düzey bir devlet kadrosuna, ülkelerden birinde devam edecek olan eğitime, yüksek lisansa vesaireye, akademiye doğru yelken açacaklar bizler değildik. Anadolu’dan gelen ya solcu ya şair ya da her ikisi birden, ya cesur ya duyarlı ya akıllı ya ahlaklı ya da ikisi, üçü birden olabilirdik ve olduk da…
Bazımız başka dillerde konuşuyor olabilir, bazımız iyi paralar kazanıyor olabilir, bazımız entelektüel birikimimizle titr sahibi olanlardan daha saygı değer kabul ediliyor olabiliriz ve hep ve uzun çalışmak zorunda olarak, tatilleri dünyanın istediğimiz yerinde geçirebiliyor olabiliriz.… Bunlar doğrudur. Fakat şu da doğru ki; biz o yelkenleri açamayacaktık ve açamadık da. Demem o ki ve çok eminim ki; okuyup, dinleyip öğrendiklerimize Orhan Kemal gibi isimlerin romanlarını da katık ederek geliştirdiğimiz sınıf bilincimizi unutmak yersiz ve aptalca… Orhan Kemal’in anlattıkları halihazırda hayatımıza çok uzak değil, hayatın bilgisi değişiyor olabilir, dünya artık anlaşılması daha güç, daha karmaşık kodlara sahip, doğru… Ancak dayanışmaya olan ihtiyacımız apaçık ve insanlığın ortak birikimi olan değerler duruyor yerli yerinde, umutsuzca yok saysak da. İnsana dair ‘dürüst’, ‘adil’, ‘cesur’, ‘güvenilir’, ‘iyi’, ‘güzel’ kelimelerinin anlamları orada, sözlükte ve yapılacaklar belli. Hatırlamak için iyi okumalar…