Enis Akın: Yaralı bir şiirin tırnak izleri
'Aşırı şair' olarak bahsedilen Enis Akın'ın son şiirleri "Müjgân" adıyla okur karşısına çıktı. Kitapta, kişilikten kişiliğe giren Müjgân'ın yarattığı kafa karışıklığı kitabın ana sorunsalını oluşturmasının yanı sıra gelecekteki şiire işaret eden bir levha olarak da kabul edilebilir. Bu kafa karışıklığının yarattığı "yaralı kaplan"ı ve bu değişikliği nasıl yorumlamak gerekir?
DUVAR - Yılın henüz ikinci ayı dolmadan Yapı Kredi Yayınları’ndan yeni şiir kitapları arka arkaya çıkmaya başladı. Yayınevi son olarak Enis Akın’ın son şiirlerini “Müjgân” adıyla okurla buluşturdu.
Enis Akın’ın ilk kitabı Edebiyat Dostları tarafından 1989’da, “Hiç Ama Birini” adıyla yayımlandı. Kitapta, Akın’ın ilk sayısı Mayıs 1987’de çıkan ve otuz üç sayı yayımlanan Edebiyat Dostları dergisinde yer alan şiirleri bir araya getirilmişti. Sonraki yıllarda şairin “Öyleyse Ayrılalım” (1995), “Puşt Ahali” (2002), “Öpünce Geçmez” (2003), (2004), “Çok Sevmek” (2006), “Güzel Boşluk” (2008), “Dağdaki Emirler” (2011) ve “Mutsuzluk” (2015) adlı şiir kitapları okurla buluştu.
'ENİS AKIN'IN ŞİİRİ HER ZAMAN BİR NİYETİ İÇERMİŞTİR'
Dokuz şiir, kırk sekiz sayfadan oluşan kitabın ilk şiiri “Deniz Abla”, bir eylemin görüntüsünü izlemeye davet ederek başlıyor. “Türban giymiş Eyüp Sultan’da memelerine mum dikiyor Deniz Abla”.
Kitabın Eyüp Sultan’dan söz eden bir şiirle başlamasından şairin kastı ne olabilir? Toplumsal ve kültürel alanlarda Eyüp Sultan, daha çok “gitmek” fiiliyle birlikte anılır. Ya camiye cumaya, tövbeye gidilir; ya yatıra dilek için gidilir. Ya mezarlığa ziyarete gidilir ya da tepedeki “turistik mekân”de nargile fokurdatıp Haliç’e bakmak için. Piyer Loti’yse anlatılarda bile karşılaşılamayacak kadar silik bir hatıradır artık. Öyleyse şairin amacı, niyeti nedir? Soruyoruz çünkü Enis Akın’ın şiiri her zaman bir amacı, bir niyeti içermiştir.
Şairin Eyüp Sultan’a gitmesinin ve okurunu beraber götürmesinin nedeni “kafa karışıklığı” olabilir mi? Söz konusu olan, şairin değil toplumun kafa karışıklığı. Büyük bir karmaşa; hem duygusal, hem düşünsel hem de tüm değerleri etkileyen bir karmaşa yaşıyor toplum. Bunalım süreçlerine özgü bir kafa karışıklığı. Her telden çalan cadı ağaçları gibi bir karışıklık diyebiliriz. Kafa karışıklığının dildeki yansıması Enis Akın’ın şiirinin biçimsel niteliğini olduğu kadar üslubunu, özünü ve sözünü de oluşturmakta. “Deniz Abla” şiirinden bir örnekle devam edelim:
Herkesin erkesin sevildiği, kimsenin imsenin sevilmediği odalarda
Halbuki biz durmadan bir musalla taşıyla birdirbir oynarken
Bir makarayı açıyorum ezanlar okunsun, bir yağmur yasın Deniz Abla
Başkaldırının şapkasını düzeltip yürüyorum kaldırımlarda
Bütün ayakkabı boyacılarını, bütün kara kedi severleri,
Güvercinleri, yeltenmişleri, bozacıları bir bir ısırıyorum
'İNSANIN VAROLUŞ ETKİNLİĞİ DİLE YANSIR, ŞAİR DE BUNU ŞİİR MERCEĞİNE DÜŞÜRÜR'
Şiirin siyasal söz içermemesi, toplumsal sorunlara ilgisiz kaldığı anlamına gelmez. İnsanın bireysel ve toplumsal varlık ve varoluş etkinliği, yaşam denilen sahnede dile yansır; şair de onu kendi bakış açısından şiirin merceğine düşürür. Kitapta yer alan “Kar Başladı” başlıklı şiirden bir bölüm aktaralım:
kar başladı ve biz bu ısınmayan duvarlarla ne yapacağımızı bilmiyoruz
kar başladı ve morluklar vardı memelerinde
kar başladı ve köpek yavrularına bir yuva arıyoruz
'AŞIRI ŞAİR OLARAK ÇIKTI AŞIRI ŞAİR OLARAK KALDI'
Enis Akın “aşırı bir şair” olarak çıktı. O yıllarda, ki o yıllar seksenli yılların ikinci yarısıdır, en aşırı genç şair k. İskender’di. Nilgün Marmara’nın şiiri var, ama ortada ya da dolaşımda değildir. Onun şair varlığının bilinmesi için sanki yaşadığı apartmanın yedinci katındaki dairesinde pencereyi açıp “melek olması” gerekmiştir. Aşırılığın en uç şairi Ece Ayhan, hem hayatta hem de yapıtları ulaşılabilecek yerdedir. İlhan Berk de öyle; “İstanbul”dan başlayan şiir yokuşunu, şiirin dışından arayışlarla da sürdürmektedir.
Enis Akın çıktığı gibi kalan şairlerden oldu: “Aşırı şair” olarak çıktı, “aşırı şair” olarak kaldı. Cemal Süreya’nın 1987’de söylediği “Türk şiirinin yeni bir aşırılığa ihtiyacı var” sözünü, galiba en çok önemseyen o oldu.
Onun için “kabına sığmayan şair” diyenler de var. Dil bir “kap”sa doğrudur, Enis Akın ilk kitabından itibaren dile sığmayan, sığamayan bir şair olduğunu gösterdi. Her “aşırılık” zaman içinde normalleşir, normale yaklaşır, alışkanlıklar yaratır, mental yorgunlukla malul olur. Ama şair normalleşmeyi, aşırılıktan normale dönmeyi reddediyorsa, imkânsızı zorlayan arayışını sürdürüyorsa, ancak başlangıçtaki iddiasını gerçekten koruyabilir.
'SAMİMİYETE DAYALI ŞİİR ANLAYIŞIYLA AÇIĞA ÇIKAN TAVIR'
Enis Akın’ın şiirinin bir özelliği de “tavır”dır. Onun şiir deneyimi ve birikimi daha çok bir “tavrının olması”, bir “tavır almasıyla” dikkat çeker. Dilinin eleştirel, ironik ve hırçın oluşu da “tavrıyla” alakalıdır. Samimiyet ve hakikate dayalı şiir anlayışıyla açığa çıkan “tavır” da diyebiliriz buna.
Kitabın en uzun şiiri, aynı zamanda kitabın “meselesini” de ortaya koyan şiir olarak okunuyor. “Başka Birinin Altın Avcısı (Director’s cut)” adlı on dört sayfalık şiirin giriş betiğinden bir bölüm aktaralım:
fırtına bir denizin başdönmesidir
dedim ona, yani fırtınaya
ama ben kurudum artık durulmak var
bak seni ne kadar çok sevdiğimi anlatayım mı sana
dünya bir adadır yanında pek çok şeyin
dedim çünkü demekten yaptım bu kendim
Uzun bir şiirde içkin tüm biçimsel ve biçemsel öğelerin yayının gerilmesi, zembereğinin kolunun artık döndürülemeyecek kadar çevrilmesi, şairin sözünü dışlaştırabilmesinin ve karşı tarafa aktarabilmesinin gereğidir. “Başka Birinin Altın Avcısı” başlıklı uzun şiirde de yayın gerildiği son nokta, zembereğin kolunun artık döndürülemeyecek kadar çevrildiğinin göstergesi olan “çıt” sesini duyuran bir dize var. İçinde o dizenin de olduğu ve şiirde ilk kez geçtiği bölümü okuyalım:
ama tam burada bir fırtına ile onun hikâyesi arasındaki tül kalkar
bir tabure vardı burada ve bir zaman
o zamandı, bir adam o adam değildi başkasıydı
o gün o denizle onun ıslak hikâyesi arasındaki uçurum kalktı
kayasından kopmuş bir istiridye, rayından çıkan bir perde
döşemeye sürten bir kapı. rüzgâr da var
açık kalmış soru işaretlerin gıcırdar: yaralı bir kaplanı kim seve?
(ama öyle hemen cevap vermeyin beyler)
'DERDİNİ ANLATAMAMANIN DİLSEL TEMSİLİ'
Enis Akın dili kekelemenin yanında sesleri, heceleri, sözcükleri eko oluşturacak biçimde de kullanmasıyla bilinir. Bu tarz, derdini anlatamamanın dilsel temsili gibidir. Şu dizeler de “Başka Birinin Altın Avcısı” şiirinden:
evet her şeyin fiyatını bilenler cevap vermesin
yaralı bir kaplanları kim sever?
kims ev er ki msever ki mse ver
mez oysa sağ kalanlara bir şey verir ..melidir her savaş veya
bir kartacalı, bir dersimli, bir erivanlı, bir hastalığa yakalanmış ve ölmemiş
bir bir gerçekten sağ çıkmış her insan mesela bir savaşı toka yapmış saçlarına
'DİLSİZLİĞİN DİLİ'
Dili, dilin dışına çıkaracak biçimde kullanarak bir tür dilsizliğin diliyle yazıyor Enis Akın. Kekelemenin, dilin ya da dilsiz bırakılmanın yaşadığımız coğrafyada önemli bir karşılığı var. Dil meselesi, çözümlenmemiş ve tarihsel bir sorun olarak, bir halkın kendi anadilini kullanamaması gibi bir sorun olarak yaşanmış bunca acıya karşın varlığını sürdürüyor. Kendi dilini konuşmak için büyük bedeller ödeyen halkın yanı başında, şairin tanıklık ettiği acılardan etkilenmemesi mümkün mü? Enis Akın bu acıyı da, sorunu da şiirlerine taşıyor. Bu onun “tavır alan şiir” anlayışının bir sonucu aslında. Şu dizeler de “Başka Birinin Altın Avcısı” başlıklı şiirden:
her şeytan tırnağı, her dersim, her kartaca, her deneme
bir gün bir yaralı kaplana dar gelmek ne demek ne yapar ne eder başlar
Çekimine kapılıp kurtulamadığımız, belki de kurtulmak istemediğimiz “Başka Birinin Altın Avcısı”nın tamamı okununca, Enis Akın acaba Turgut Uyar’ın “Dünyanın En Güzel Arabistanı” kitabında yer alan “Akçaburgazlı Yekta”yla ilgili şiiri yeniden yazmayı denemiş olabilir mi diye de düşündürüyor. Olabilir çünkü Akın şiirinin işletim sisteminin deneysellik olduğu bilinir.
Üretici bir şiirdir Enis Akın’ın şiirleri. Anlamlar, yeni anlamlar oluşturarak çoğalır. Tema, konu, izlek olarak işlenen soruna bakış açısı hareketli bir kamera gibi yer değiştirir. Okura yeni bakış açıları sunar. Üretici şiirin üretim aracı dilse eğer, tam da gerektiği gibi dili en üretken haliyle biçimlendirir. Şu dizeler “İpek Eczanesi” başlıklı şiirden:
Elimizde anadilimizde böğürtlenlerimiz
Korkarım biz bu denizi içimize çekemeyiz
Bir sabaha karşı boğaza açılırken
Kayığın küreklerini kıyıda unut
Yaşlıların bir türlü yaşlanamadığı, gençlerinse nedense genç olamadığı bir evrede modern Türkçe şiir. Bu evrede, otuz yılını şiire vermiş bir şairin son kitabı elbette ki merakı arttırır, beklentiyi yükseltir. Üstelik beklenti yalnızca şiirle ilgili ya da sınırlı değildir. Şairin bunca yılın deneyiminden, birikiminden nasıl etkilendiğine bakılacaktır örneğin. Ne gibi yenilikler getirmiş ya da zaman neler alıp götürmüştür şairin ve şiirinin “aşırılığından”. Bu soruların karşılığı belki de yine aynı kitaptan “Bir Korku Treni Olarak” şiirinin dizelerinde bulunabilir:
Dertlerimi söylersen birinin ruhu acır
Dondurma yememeliyim koltuğa dökülür
Sokağa çıkmak istesem
Sabah sabah çıkmamam lazım
Bir şey diyecektim ama susmam lazım
Ben evden hiç ayrılmadan da çıkıp gidebiliyorum
Çünkü ev insanla beslenen bir hayvandır
Ve orada bir gün herkes Müjgândır
İnsanın ölümü toprağın ellerini yıkamasıdır
Sabah gözlerini açıyor
Ayak seslerim az biraz daha otursaydınız
Sanki ben istemez miydim duvarlar cilalı
Gramerler parlak ve gramerler parlak
Dondurmayı yalamak
Sanki bir gün herkes Müjgândır
“Formalizm dilin hakikatini çalar” denilmiştir, ama değil formalizmin, aşırı formalizmin bile “şairin dilinde” şiiri genişlettiği söylenebilir. Şiiri var olan, kodlanmış şiir kalıplarının dışında aramak, kurmak ve şiirleştirmek önemli bir girişimdir. Bunu daha önce İkinci Yeni şairlerinin; İlhan Berk’in, Ece Ayhan’ın, hatta Turgut Uyar’ın (özellikle “Tütünler Islak” ve “Dünyanın En Güzel Arabistanı”), Edip Cansever’in (en son “Oteller Kenti”nde) denediği bilinir.
'ŞİİRLERİNDE HAKİKAT YERLİ YERİNDE'
Hem şiirin hem de dilin yerleşik düzenini bozmak, duvarlarını yıkmak, sınırlarını aşmak, sözcük dağarcığını, imge kadrosunu ve yapısını değiştirmek, söze ve söyleme alışık olunmayan ve beklenmedik, aykırı denilecek boyutlar kazandıracak biçim vermek hakikatin dile getirilmesi için girişilmiş her çaba gibi üretken bir çabadır. Enis Akın’ın şiirleri de buna örnek gösterilebilir. Onun şiirlerinde de görüyoruz ki girişilmiş değişik biçimsel deneylerde hakikatin bir yere gittiği yok, yerli yerinde durmakta.
“Bir Korku Treni Olarak” adlı şiirde, betiklerin son dizesinde yer alan “Müjgân”ın kişilikten kişiliğe girdiğini görüyoruz. Bu değişkenliği nasıl yorumlamak gerekir? Kitabın temel sorunsalının ya da “konseptinin” bireysel ve toplumsal düzlemde yaşanan “kafa karışıklığı” olduğunu daha önce söylemiştik.
“Kafa karışıklığı” sanki bir “yaralı kaplan” yaratmış, yoksa doğurmuş mu diyelim. Kitapta, ana sorunsal olan “kafa karışıklığının” yanı sıra bir de “yaralı kaplan” geziniyor adeta. Hatta “Müjgân” için, “yaralı bir kaplanın tırnak izleri” yorumunu da yapabiliriz. Şu betik de aynı şiirden:
Şimdi uyu yarın olur
Kansız çığlıksız cinayetsiz
Sana yine iyi sabahlar dilerim
Balkonlarda garlarda herkes Müjgândır
Modern Türkçe şiirde “Müjgân”ın kirpik olarak değil de isim olarak ilk akla getirdiği Attilâ İlhan’ın “Mahur Beste” başlıklı şiiri oluyor elbette. Andık madem, okumadan geçmeyelim meşhur “Mahur Beste” şiirini:
Şenlik dağıldı bir acı yel kaldı bahçede yalnız
O mahur beste çalar Müjgan’la ben ağlaşırız
Gitti dostlar şölen bitti ne eski heyecan ne hız
Yalnız kederli yalnızlığımızda sıralı sırasız
O mahur beste çalar Müjgan’la ben ağlaşırız
Bir yangın ormanından püskürmüş genç fidanlardı
Güneşten ışık yontarlardı sert adamlardı
Hoyrattı gülüşleri aydınlığı çalkalardı
Gittiler akşam olmadan ortalık karardı
Bitmez sazların özlemi daha sonra daha sonra
Sonranın bilinmezliği bir boyut katar ki onlara
Simsiyah bir teselli olur belki kalanlara
Geceler uzar hazırlık sonbahara
Ancak Enis Akın’ın “Müjgân'ıyla” “Mahur Beste”nin “Müjgan"ı arasında bir yakınlık varmış gibi görünmüyor. Farklılık yalnızca birinin “a”sının üzerinde inceltme imi olması diğerininde olmamasından ibaret de değil.
“Müjgân” eğer şairin, “kimin seveceğini bilmediği yaralı kaplana” verdiği isim değilse bir gece yarısı, karanlık bir sokakta bulunmuş bir kedi olabilir mi? Şairin alıp eve götürdüğü, yedirip içirdiği, sonra da “Müjgân” adını verdiği bir kedi.
Ancak sevilirse iyileşecek yaralı bir kaplan. Ya da eril dünyanın her gün yeniden yaraladığı, ama “artık yeter” diyebilmiş bir kadın.
Tahminleri çoğaltabiliriz. Çünkü şiirin biçimi ve biçemselliği buna uygun. Şairin bilinçli bir tercihle bu “tüketilemez anlamlılığı” oluşturduğunu belirtelim. Akın, aynı zamanda, her şeyin “kullan at” ilkesine göre biçimlendiği, içeriklendiği kültürel ve toplumsal koşullarda şiirini, “hızlı tüketim”den korumak için önlemleri olan bir şair. Yükte hafif pahada ağır son kitabında da ”hızlı tüketilmeye” karşı duran tutumunu koruduğunu görüyoruz; “İşte Geldik (XV) / Bu Odaya Bir Enis Gerek (V.2)”
İşte geldik
Gerçek aşkın dikenli tellerine
Bir kabuklu deniz canlısı olarak
Geçici bir yanıp tutuşma içinde
Titrek diz çökmeye çalışırken
Yavaşça yana yatmaya
Enis Akın’ın şiirleri, şiirle şiir arasında değil de dille hakikat arasında bir şiir arzulayanlar için doğru adreslerden yayılarak genişlemek yerine, derinleşerek büyüyen sınıfından bir şiir kurmanın ve sürdürmenin, zaman içinde “yeniliğini” yitirmeksizin arayışa ve deneysel yolculuğa devam etmenin ne kadar önemli olduğu açık.
Yaralı bir şiirin tırnak izleri olarak okunabilen “Müjgân”ı, modern Türkçe şiirin bugün bulunduğu çok yönlü yol ayrımında gelecekteki şiire işaret eden levha olarak da okumak mümkün. Kirpiklerin arasından, demir parmaklıkların arkasından bakar gibi bakan ve dünyaya çevrilmiş gözlerin gördüğünü dile getiren önemli bir şiir kitabı “Müjgân”. Yalnızca şiir değil, tüm okurların dikkatine.